İnadına Barış!..

        Sol, Türkiye’de bir tek gün bile iktidar olmadı. Bu kış gelir dediler, gelmedi. Ülke dar boğaza girince, yönetenler yönetemez olunca, fatura hep Sola çıkartıldı. Sisteme ayar vermek için, hep onların varlığı gerekçe gösterildi. Örtülü, açık darbeler yapıldı. Evet, bu ülkede bir tek gün bile iktidar olmayan Sol, bütün kötülüklerin günah keçisi yapıldı. Bedeller ödedi, bedeller ödetildi. Ezilenin yanında oldular, ezildiler. Yaşamı, “Güçlü Devlet,” “Zayıf Toplum” yaratma paradigması üzerine kuranların hışmına uğradılar. 
         Devleti egemenlerin baskı aracı yapmak, toplumu zayıf düşürmek adına toplumun dinamiklerini boğdular, astılar, faili meçhuller yarattılar, insanları yerinden yurdundan ettiler. Binlercesine işkence yaptılar. On beşlileri Karadeniz’in kara kaygan sularında boğdular. Üç Fidan’ı, Erdal Eren’i yaşını büyütüp astılar. On sekiz bin faili meçhul yaratılar. Dört bin beş yüz Kürt köyünü boşaltılar, yakıp yıktılar. Yüz binlerce insana işkence yaptılar. Bu ülkenin aydınlık insanlarını evlerinden çok karanlık zindanlarda yatırdılar…
         Tüm bunlar olurken, Sol bu ülkede bir tek gün bile iktidar olmadı. Pekiyi muhalefet olabildi mi? Bunca yıl muhalefet deneyimine karşın muhalefet yapmayı öğrenebildi mi? Sınıfa karşı sınıfı konuşlandırmanın lafını edip durdular ama etkin bir muhalif güç olabildiler mi? Sistemin mağdur ettiği, ötekileştirdiği diğer mağdurları yanına çekebildi mi? Hayır…
         Pekiyi neden?
         Bu durum, bunca uzun yıllardır hep muhalefet olup da, muhalefet olmayı öğrenememekten mi kaynaklanıyor? Böl-yönet politikasının köklü bir geçmişe sahip olmasından mı kaynaklanıyor? Yoksa, çatışmacı kültür geleneğinin sürgit devamından fayda umanların kullandıkları eril dilin, tüm düzeysizliğine karşın,  toplumda hala karşılık bulmasından mı kaynaklanıyor? Ya da asırlardır bizleri biçimlendiren kültür kodlarımızın gelenekçi, kaderci anlayıştan kurtulamayıp, evrensel ölçütler düzeyine bir türlü erişememesinden mi kaynaklanıyor? Sorgulamayı değil ezberlemeyi, irdelemeyi değil itaat etmeyi, öğrenmeyi değil bildiğini öğretmeyi öğreten eğitim sisteminden mi kaynaklanıyor? Belki de, biraz  biraz her birinden kaynaklanıyor.
          Doğru ya! Belki de bu soruların doğru yanıtı, günümüzden iki bin üç yüz elli yıl önce, Büyük İskender’in, hocası Aristo’ya yazdığı mektupta ya da mektubuna aldığı yanıtta gizlidir. Büyük İskender mektubunda; “Ele geçirdiğim ülkelerin halkını kolayca yönetebilmek için ne yapmamı önerirsiniz? Önderlerini sürgüne mi göndereyim? Hapise mi atayım, yoksa başlarını mı keseyim?”
          Hapis yattık, yatıyoruz. İşkence gördük, görüyoruz. Sürüldük sürülüyoruz. Cizre’de, Yüksekova’da ve bunun gibi birçok ilimizde,  yaşam insanlarımıza zehir ediliyor. Bulundukları yerleri terk etmeye zorlanıyor. Bir taraftan da seçime gidiliyor. Seçmeninden arınmış seçim bölgeleri yaratılmaya çalışılıyor. Anayasayı ihlal etmekle, ülkeyi bölmekle suçlanıp öldürüldük, öldürülüyoruz.  Öte yandan da, “ben sistemi değiştirdim siz şimdi Anayasayı buna uydurun” deniyor. Tüm bunları görmemize karşın, biz hala birlik olmayı tam manada öğrenebildik mi? Hayır…
          Biz bir de Aristo’nun, Büyük İskender’in mektubuna verdiği yanıta bakalım. “Sürgüne gönderirsen, orada sana baş kaldırmanın yollarını arar bulurlar. Hapishaneye koysan, daha çok bilenir, fikirlerini yayacak ortamı arar bulurlar. Başlarını kessen, kendilerinden sonra gelen kuşaklarda intikam duygusu oluşur. Bunların tümü de senin tahtını tehdit eder. En iyisi, aralarında tartışacakları, kavga edecekleri “fikirler” aşılaman. Bırak tartışsınlar, kutuplaşsınlar, hatta birbirlerini öldürmeye başlasınlar. Sen de onlara hakemlik et, ancak; anlaşabilecekleri tüm yolları kapat.”   
         Tüm bunların yanında oldukça geçmişe dayanan “Bizans Oyunları” var. Bu deneyimden de yararlanan, daha da çeşitlenen Osmanlı’nın oyunları var. “Osmanlı da oyun bitmez” söylemleri var. Bu engin deneyimlerden süzülen, her gün tanık olduğumuz, akıl sır erdirmekte zorlandığımız, çıraklık dönemini aşıp ustalaşmış Yeni Osmanlıcıların fütursuzca hepsinin üzerine tüy dikdikleri, türlü türlü oyunları var. Bunları servis eden, meslek etiğinden yoksun havuz medyaları var. Örtülü ödenekten beslenen, üzerini örtmeye çalıştıkları binbir pislikleri  var.
         Tablo bu denli karanlık, bu denli içinden çıkılmaz mı? Hiç mi umut yok?
         Umut var! Her gecenin bir sabahı olduğu gibi, evet umut da var! Bildik bir özdeyişi hatırlayalım. “Gecenin en karanlık saati sabaha en yakın olan saattir.”  Üzerini örtmeye çalıştıkları pisliklerinden etrafa yayılan kokudan rahatsız olan, satın alınamayan, korkutulup sindirilemeyen vicdan sahibi halk var. Onun örgütlü gücü var. Partileri, Sendikaları, Meslek Örgütleri, Sivil Toplum Kuruluşları var. Barış için direnenler var. İnadına barış diyenler, barış isteyenler var. Bir Eylül Dünya Barış Günü’nde Gaziantep’te, altı eylülde İstanbul’da barış mitingleri var. Savaşa karşı barışı, baskıya karşı demokrasiyi savunanlar var. HDK, HDP, BHH var. Her geçen gün CHP’den yükselen, barış ve demokrasi isteyenlerin sesi var.
         Özcesi, savaşa karşı ‘Barış Bloğunu’, baskıya faşizan uygulamalara karşı ‘Demokrasi Bloğunu’ örecek güçler var. Yeni Osmanlıcıların oyunlarını bozacak güçler var. Bu güçlerin bir araya gelmelerini mümkün kılan olumlu gelişmeler var. Yani, umut var!