SENA'NIN MAKASI

 

SENA'NIN MAKASI

Git gide öfkemi yitiriyorum. Muhalif biri yada kendimi muhalif sanan biri için sonun başlangıcı bu duygu.
Umut, kavga, karşı koyma, farklı şeyler söyleme, isyan gibi kavramların, sistemlere kurulan bağlar zayıflayacağına günden
güne daha bağlılık kazanınca size terketmesi de kaçınılmaz oluyor.

Artık   duyarsızlaşıp,   eylemsizleşiyor,   kızıp   küfretme duygunuzu bile yitiriyorsunuz. Uyumlu olmak, uzlaşma çabaları ve açık konuşalım günlük kaygıların faydacı yaklaşımları içinde  biriken bu toprakların yüzlerce yıllık ortak öfkesini ve kızgınlığını
korlaştırıveriyor. Anlık ve ferdi tepkilerin dışında da hayata,  olaylara, ilişkilere geliştirilen doğru tavırlar yerini içinizi yakan  yalakalıklarınıza bırakıyor.
Elveda  sürüden  ayrılıp  başkalaşma  serüvenlerinin  de  verilen onca mücadele, çekilen onca acı...
Elveda bozup bozup yeniden kurduğumuz ilahi düzenler,  romansı ütopyalar, cennet tasviri kurduğumuz hayal ötesi, imgesel gerçekliğimizle ölesiye inandığımız büyülü düşler...
Ve merhaba parçalanmışlıklar, ayrı düşmeler, tepemizde gezip duran düş bozumları, ruh çürümeleri, cepheleşmeler, bölünmeler, yol ayrımları ve bizi ayıran keskin hatlı nehirlerde çaresiz bitap düşmüş kollarımızın hedefi, varacağı yeri belirsiz kulaç atımları.
 
Merhaba suçluluk duygusu, artık ölene dek sürecek aşağılık, yalan, ikiyüzlü sah betleri m izin acıtan sızıları...
Merhaba her yanımızı kuşatmış tutsaklığımızın kendi içimizde çevirdiğimiz dikenli tellerle onursuz ve soysuz buluşması.
Dönüp arkana baktığında "Bugüne dek yaşam adına ne yaptın" "Hangi geçmiş zamanında anımsayabiliyorum mutluluk anlarımı" "Sahi hiç mutlu oldum mu ben?" soruları...
Sürekli tehdit, baskı, korku, kuşku, gelecek kaygısı içinde geçirilen yitik zamanların isimsiz ifadesiz, bulanık, kimliksiz, dar ve boğucu tinelinden bugüne ve bu hale gelişimizin trajik öyküsü.
Merhaba maskeli yüzler, zoraki tebessümler, duygusunu çoktan yitirmiş kokmuş et kokulu gülümseyişler, kara suratlı yüzler, estetiği çoktan tüketilmiş anlamsız soluk yüzlü sözcükler, lüzumsuz cümleler, baş ağrıları, iç çekişler, bulantı, baygınlık hisleri...
Doğup büyüdüğün kente, doğup büyümediğin kentlere, bildiğin yada bilmediğin topraklara, oturduğun eve, yatağına, günlük giysilerine, ak düşen sakalına bile kendi dışından hüzünlü gözlerle acıyarak bakacak hale gelen bir yabancılaşma, uzaklaşma duygusu...
Git gide öfkemi yitiriyorum. Her gün tekrarlanan donmuş bir zamanın aynılığını, aynı renginin içinde kalebent gibi cezalandırılmış hissediyorum kendimi.
Erol'un meyhanesinin önünde demlenirken bunlar geçiyor
aklımdan. Birden SENA çıkıyor karşıma.

"YA SÜLO SEN NERELERDESİN BE ARKADAŞ?"

Tombul yanaklarını anlamlandıran hınzır bir gülümseyiş. Arkadaşım ayak üstü kısa bir sohbetten sonra yanağımdan bir makas alıp  "Hadi eyvallah"  dedikten sonra  salına  salına
seğirtiyor, Cumhuriyet Meydanı'na doğru.
Vücuduma doğru yayılan ılık bir yalnızlığın kıvılcımı yaşam kokan   bir   tebessüm   bırakıyor   dudaklarımda,   Sena'nınardından.
Galiba hiçbir şey çok fazla abartılacak kadar anlamlı değil.
Belki de yaşam denen bu muamma Sena'nın yanağımdan  aldığı makastan ibaret. Hepsi bu. Bu kadar basit, bu kadar  yalın, bu kadar şaşırtıcı ve hayret verici-
Ama kim bilir belki de hiçbirimizin o yitirilmiş limanlarında hiç farkına varamadığımız kadar da anlamlı...

SÜLEYMAN TAKUNYACIOĞLU - MÜLTECİNİN GÜNLÜĞÜ'NDEN

---------

"Işıklar söndürüldü. Sakaryalı büyük koğuşa kaçtı.
İhtimal suikast timinin eyleme geçeceğini sanıyordu.."

SÜLEYMAN TAKUNYACIOĞLU 

"Akıl   hastanelerinin   vazgeçilmez   ilaçları   Haldol   ve Akineton' dur"

Cezaevinde yeksenak günler. Aslında rahatım iyi. Ancak cezaevinin en kötü yanı kendinizi bir tarihe şartlandırmış olmanız hedef o güne varmak olarak belirlenince zamanın olumlu değerlendirilmesi de sekteye uğrar. Özellikle kısa süreli cezalarda bu sıkıntı daha yoğun yaşanır ve içinizde gereksiz bir telaş ve sabırsızlık başlar. Bu da cezaevinde de olsa yaratacağınız örnek dünyanın oluşmasını engeller.
Neyse lafazanlığı bırakalım. Yaklaşık 1 ay sonra Gardiyanlar müdürün beni görmek istediğini söyledi. Müdürün yanına çıktım. Müdür C-7'de yattığımdan herhalde cinayetten hükü giydiğimi ya da yargılanmakta olduğumu sanıyordu ki;
 -Bu işi nasıl becerdin diye sordu. Adli tıp cezaevinden geçici tahliyeme tedavi görmek üzere Bakırköy Akıl Hastanesi'ne naklime karar vermişti. Müdür büyük bir olasılıkla toplam 6 ay cezam olduğunu bilse herhalde ilk sorusunu tersine çevirecek
 - Oğlum sen manyak mısın? Alt tarafı 6 ay ceza. Bunca telaşeye değer mi? gibilerinden bir şeyler söyleyecekti. İki Jandarmayla birlikte Bakırköy'ün yolunu tuttuk. Akıl hastanesinin adli koğuşuna girdim an nasıl büyük bir hata yaptığımı anladım. Cezaevi burası ile kıyaslandığında abartısız bir cennetti. Yaklaşık 200 üst düzey deliyle bir aradaydım ve kendimi sarhoş hissediyordum.  Hepsinin büyük vukuatları vardı. Genelde bu kişilerin suçları cinayetlerde odaklanıyordu. Ama ev ya da iş kundaklayan, küçük çocukların ırzına geçen ve şu an aklıma gelmeyen de bir sürü suçtan hüküm giymişlerde bulunuyordu. Ama Adli Tıp tarafından suçu işlediği an şuuru yerinde değildir tesbitiyle cezaevi yerine akıl  hastanesine gönderilmişlerdi. Kısacası çoğunun ceza ehliyeti yoktu. Koğuşa girerken beni şişmanca esmer, siyah seyrek saçlı bir adam karşıladı. Önce görevli sandığım adamın üzerindeki elbiseleri yerine blujin ve T-Shirt vardı. Elbiselerimi aldıktan sonra beni büyük koğuşun (En az 200 kişilik) hemen yanındaki küçük çok temiz ve özenle temizlenmiş diğer koğuşa yerleştirdi. O an anladım ki, delilerin ortak yaşamında bile sınıf ayrımı vardı ve ben büyük ihtimalle görünüş itibariyle azılı deliler yerine uysal manyaklar tanımına uyuyordum. Ve bu yüzden daha konforlu bir tedavi süreci mülkiyetine sahip oluyordum. Sonra öğrendim ki, beni karşılayıp koğuşa yerleştiren adam Adanalı zengin bir işadamıydı.

Kardeşini öldürmüşler, o da kardeşlerinin katillerini öldürmüş ve büyük servet harcayarak cezaevi yerine kendini akıl hastanesine attırmayı başarmıştı. Yaklaşık 1 yıl daha söz de tedavi görüp, serbest kalacaktı. Delilik emaresi olmadığı gibi son derece sağlıklı bir ruh dinginliği içindeydi. (Tabii bu tesbit çoğu zaman böyle yerlerde bulunanlar için yanıltıcıdır. Ama  orada kaldığı 20 gün boyunca tesbitim kesin doğrulandı) Adanalı benim kadar bile rahatsız değildi. Bakırköy'de beni en çok şatırtan avluda dolaşan hastaların fiziksel durumları oldu. Tamamına yakınının vücutları çarpık çurpuktu. Kimisi uzun taç atacakmış gibi geriye kaykılan futbolcunun almış olduğu, eğimle yay biçimine dönüşmüş haline tıpa tıp uyan bir biçimde, kimisi kraliçe karşısına çıkan bir soylunun eğilip verdiği referans şekline dönüşmüş kamburu çıkacak kadar eğik vaziyette dolaşıyordu. Parantez gibi yani. Kimilerinin de boynu sağa ya da   sola   en   az   45   derecelik   bir  açının   yamukluğuyla sabitlenmişti. Kafam iyice karışmıştı. Bu adamların hiç biri sakat değildi. Peki ama niye böyle sakat gibi dolaşıyorlardı?

Bu  sorunun yanıtını  çok geçmeden  hem  de  bizatihi yaşayarak alacaktım.

.Akıl   hastanelerinin   vazgeçilmez   ilaçları   Haldol   ve Akineton' dur. Kapıdan içeri giren herkes potansiyel deli olarak kabul edildiğinden hastalığın şiddetine göre terkip ayarlanarak
hastaya uygulanır. Bu dozaj 10 Haldol, 1 Akineton'dan, 2 Haldol   1   Akineton'a   kadar  hastalığın   seyrine   göre   de  değişebilir. Akşam ilaç saati geldiğinde bana da sorgusuz
sualsiz iki Holdol bir Akineton vurdular. 5 dakika sonra çenem  yana doğru kaykıldı. Çarpılmıştım. Çenem yana doğru kasılmışbir durumda dudaklarım ters düz büyük bir panikle avluya
fırladım. Çenem, dudaklarım hatta burnum birbirinin içine  girmiş yüzümün gotik bir binaya benzediğini hissediyordum vedudaklarım açılmadığından konuşamıyor sadece tuhaf sesler çıkarabiliyordum.

O panikle hemşire odasına daldım. Meramımı anlatmama bile gerek kalmadan hemşire -uzan - dedi ve bir Akineton daha yaptı. Aradan bir kaç dakika geçmemişti ki çenem yerine geldi. Yeniden doğmuştum. Tekrar avluya çıktım. Yıldızlar bir başka gülüyorlardı.
Gün boyunca yemek saatlere dışında avluda vakit geçirmek zorundasınız. Bu da korkunç bir işkence tabii. Bir gün hasta bakıcılardan birini kafaladım. Ve bizleri yani hafif delilerin konakladıkları özel koğuşa geldim. En azından yatağımda bir kaç saat yatabilecektim. Kapıdan içeri girdiğimde bizim zengin Adanalının kabak gibi gerisi ile karşılaştım. Adanalı pantolonu sıyırmış, elleri diz çökmüş hemşirenin saçlarında huşu içinde inliyordu. Hemşire Adanalı ile öylesine vuslat halindeydi ki içeri girdiğimi farketmedi bile. Adanalı kafasını çevirdi ve göz göze geldik.
Usulca dışarı çıkıp avluda volta atmaya başladım. 5 dakika sonra Adanalı avluda belirdi ve koluma girdi.
 -Bak- dedi. Gördüklerinden   kimseye   bahsetmeyeceksin   huzurumu bozarsan, seninde huzurun bozulur.
-Ne bok yersen ye beni hiç ilgilendirmiyor- dedim. Anlaştık gibilerinden kafasını salladı ve uzaklaştı.
Bu herif büyük olasılıkla ilaç da kullanmıyordu. Akıl hastanesinde verilen ilaçlarla insanın ereksiyon durumuna ulaşması son derece güçtür.
Avludaki voltalarıma hemen hemen her gün Sakaryalı 30-35 yaşlarında biri eşlik ediyor. Öylesine mantıklı ve sağlıklı sohbet ediyor ki insan bu herifin burada ne işi var demekten kendini alamıyordu..
Bir gün Adanalıya 
-Bu herif ne iştir- diye sordum. Cinnet sırasında karısını ve iki çocuğunu doğramış, bir paranoyak yani, şuur gidip geliyor. Volta arkadaşım Sakaryalı da bizim koğuşta.
Bir gece yarısı, saat 2-3 gibi koğuşun bütün ışıkları yandı. Nöbetçi doktor, yanında hemşire hepimizin kalkmasını istedi. Doktorun yanında bizim Sakaryalı gözleri faltaşı gibi şeytan görmüş gibi doktora beni işaret ediyor. 
-İşte bu doktor bey suikastı gerçekleştirecek ekibin şefi bu.
- Şaşırdım. Ne suikastı? Ne ekibi? Ne şefi? Sakaryalı gece yarısı nöbetçi doktora gidip benim kendisini öldüreceğimi ve günlerdir de bunun planlarını yaptığımı söylemiş...
Doktor da (Manyak mıdır nedir) ciddi ciddi böyle bir şeyin olup olmadığını sordu.
-Doktor Bey, dedim. Bu adamı tanımam etmem. Büyük ihtimal halisünasyon içinde boğuşuyor. Hem siz bir delinin lafına bakıp gecenin bu saatinde bu kadar insanı niye ayaklandırıyorsunuz?Doktor şaşkınlıkla yüzüme baktı. Alaycı gözleriyle
 -Delinin lafına bakmak mı ? diye tekrarladı.
 -İyi de senin ne işin var burda? Hemşireye döndü. Klasik Bakırköy fıkraları vardır hani dedi. Birbirlerinin   deli   olmakla   suçlayan   deliler..
   Beni  göstererek
 - İşte deli fıkralarındaki tipik delilerden biri...
Işıklar söndürüldü. Sakaryalı büyük koğuşa kaçtı.
İhtimal suikast timinin eyleme geçeceğini sanıyordu..
Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yanıma geldi güle oynaya sohbete devam ettik.
* * *
Süleyman Takunyacıoğlu -- MÜLTECİNİN GÜNLÜĞÜ 'nden

Süleyman Takunyacıoğlu