Tuhaf Bir Karşılaşma

TUHAF BİR KARŞILAŞMA

Otobana bağlanan tozlu bir yol üzerindeyim. Omuza atılmış kışlık ceket, ütüsü hafiften bozulmuş kısa kollu gömlek üstünden sıkıntıyla uzanan hercai kravat, altta sözde yazlık ancak bol naylonlu dokusuyla bacakları dalayan pantolon ve daha sabah boyandığı halde bunu inkar eden ruhsuz ayakkabılar.Bu kompozisyona ufak tefek bedenimin üzerine oturtulmuş tepesi kel ve gözlüklü cephesiyle başımı da eklerseniz,kavurucu sıcaktan gevşemiş asfaltın üzerindeki terli otostopçuyu gözünüzde bir nebze canlandırabilirsiniz.

Bir iş görüşmesinden yeni çıkmıştım. Görüşmeye giderken kendime itiraf edemediğim bir farkındalık yaşıyordum. Aslında işi almak istemiyordum. Tüm varlığımla çalışmayı reddediyordum. Dilim ve kalemim iş isterken, kalan tüm imkanlarımla görüşmeyi yapan insan kaynakları sorumlusuna beni işe alma mesajını veriyordum. Özgürlüğe fena halde alışmıştım. Esir düşmek ,kendimden vazgeçmek istemiyordum.

Bundan sonraki durağım kızımın kreşi olacaktı. Görüntüm ayrıntılardaki falsolara rağmen bütünlüğünde ele alındığında kreşteki öğretmenler üzerinde saygın biri olduğu izlenimini verecek kadar iyiydi.Beni öyle görünce çalıştığımı düşünecekler,kızım için belki de daha az kaygılanacaklardı.

Annesi anlatmıştı; kreşteki çocukların babalarının meslekleri konuşulmuş bir gün, kızıma sıra gelince aklına bir şey gelip söyleyememiş. Çıkışta annesine sormuş, o da uluslararası ilişkilerci olduğumu söylemiş. Ancak bununla da tatmin olmamış, çalışmadığımı biliyor çünkü. Bir gün sonra arkadaşlarıyla konuşurken öğretmeni şunları duymuş ağzından: Benim babam hep işsiz, hep işsiz.

Yaklaşık bir on dakikadır bekliyorum yol kenarında. Geçen arabadakiler şaşkınlıkla bakıyorlar, daha önce hiç ceketli kravatlı bir otostopçu görmemiş gibi. Oysa dursanız da şereflendirsem arabanızı! İşte sonunda bir araba durdu, hem de Land Rover! Bunun kliması da vardır şimdi,sıcaktan neredeyse erimek üzereyim.

Arabaya bir iki adımda ulaştım, kapıyı açtım; bir ceylan çevikliğiyle koltuğa yerleştim. Küçük bir baş hareketiyle desteklenmiş kısa bir merhaba dedim sürücüye. Canım konuşmak istemiyordu. Umarım geveze değildir diye geçirdim içimden. Günün bu saatine kadar neredeyse bütün enerjimi tüketmiş durumdaydım. Gerçi geveze olmasa da çenesi düşebilirdi. Çünkü benim insanları konuşmaya kışkırtan bir yanım vardı.

Yolculuk benim için iyi gidiyordu. Adam konuşmuyor, sadece hafiften gülümsüyordu. Yüzünde tuhaf bir asimetri vardı, aynı zamanda yüzü parçalı gibiydi. Gülümseyince yüzünü oluşturan parçalar sanki çözülüp kendi başlarına bir yerlere gidiyorlar sonra gülümseme bitince tekrar bir araya geliyorlardı. Biraraya gelmeleri de rastlantısal bir şeymiş duygusu uyandırıyordu. Gözünün birisi yukarıdaydı,ağzı çarpılmıştı,alnı girintili çıkıntılı bir coğrafya parçasıydı.Yüzünün derisi değişik tonlarda,tuhaf geçişlerle alacalı bulacalı bir hal almıştı.

Damdan düşer gibi birden konuşmaya başladı.

-Nereden böyle?

-İş görüşmesinden.

-Ne iş yapıyorsun?

Personel.

-Çalışıyor musun?

-Şu anda değil.

-Ben de işsizim.

Afalladım. Land Rover? İşsiz? Ne düşündüğümü anladı, gülümsedi. Sana son iki yılımı anlatayım dedi.

İki yıl önce bir Fransız şirketinin distribütörü olan tekstil firmasının pazarlama bölümünde çalışıyormuş. İşi gereği sık sık arabayla şehir dışına çıkıyormuş. Yine böyle bir seyahatın öncesinde bir falcıya fal baktırmış.Falcı bu yolculukta kaza geçireceğini söylemiş.Bizimkisi fala inanıyor,zaten kendisi de medyummuş ama yine de seyahate çıkmaktan kendini alamamış.Söylediğine göre kaderi kendini çağırıyormuş.

Kazada arabayla birlikte bedeni paramparça oluyor. Bulduklarında komadaymış .İstanbul’da namlı bir özel hastenede yaşam ünitesine bağlanıyor.Tam bir buçuk sene bitkisel hayatta kalıyor.Tekrar gözünü açtığında yanında kimse yokmuş.Karısı, iki çocuğunu da alıp ben bu sakat adamla uğraşamam diyerek babasının evine yerleşmiş. Bütün parası ve mal varlığı tedavisi için harcanmış,yetmeyen kısmını da bir arkadaşıyla Fransız firma karşılamış.Akrabalarının tamamı bu süreçte buharlaşmışlar.Hastanede yaptıkları son iş yüzünü toparlamak olmuş.Bir seri estetik ameliyattan sonra yüzü gördüğüm halini almış.Eh sonuca bakılırsa fena da olmadı diyor.

Hastaneden çıktıktan sonra elinde kalan son varlığı olan(hani bitmişti?) Adapazarı’ndaki evine gidiyor. Kara kara ben şimdi ne yapacağım diye düşünüp günlerini tüketirken 17 Ağustos depremi oluyor. Depremde evi yıkılıyor, enkaz altında kalıyor.Bulunduğu yerden zar zor çıkarıp hastaneye yetiştiriyorlar.Ağır yaralı gittiği hastaneden kefeni yine yırtıp,iyileşip çıkıyor.Hastaneden taburcu olduktan sonra kazayla birlikte başlayan süreçte yaşadıklarını düşünüp,bunca felaketten sağ çıktıysam bana artık karada havada ölüm yok diyerek moralini düzeltiyor.Morali düzelip kendine acımaktan vazgeçince, bir süre sonra nasıl olduğu konusunda ayrıntı vermeden zengin bir kadınla karşılaştığını söylüyor.

-İşte bu araba onun. Bana aşık, bana gözü gibi bakıyor. Halimden memnunum. Artık hiçbir kaygım, gelecekten bir beklentim yok. Sadece yaşıyorum.Yaa, işte böyle dostum…

-Seni kaygılı görüyorum. Boşver, takma kafana. Bak sana söyleyeyim,iş bulman biraz zaman alacak,öyle hemen iş bulmayı ümit etme.Ama sonra rahatlayacaksın.İstersen sana bir yerde kahve ısmarlayayım,falına bakayım.Geleceğini daha ayrıntılı öğrenmek istiyorsan şayet.

Öğrenmek istemiyordum. Teşekkür ettim, ineceğim yere gelmiştik. Arabadan indim. İner inmez güçlü serinleten bir rüzgar bedenimi sarıp sarmaladı. Yürümeye başladım, adımlarım mesafeleri iştahla yutuyordu. Kızıma gidiyordum. Tuhaf bir şekilde kendimi çok iyi hissediyordum.