12 Eylül’ de SONBAHAR’I İzlemek!  

12 Eylül’ de SONBAHAR’I İzlemek!  

ŞABAN ÖZDEMİR

Hepimiz biliriz, 12 Eylül kara bir gündür. Ülkemizin aydınlık geleceğine vurulmuş balyozun ilk gecesidir. Tan yeri ağarmadan çocukluğumuzun elimizden alınmaya başladığı gecedir. Sıcak ekmek almaya bile izin verilmediği, çoğumuzun sokak oyunlarımızı oynamadan büyümeye çalıştığımız gecedir 12 Eylül… Farkında değildik o yaşlarda, bu zifiri karanlık gecenin neler getireceğinden haberimiz yoktu, anlam veremiyorduk olup bitene. Bir gün annemizi, üç gün sonra babamızı alıp götürdüklerinde de korkudan başka bir şey bilmiyorduk. Kocaman postallarıyla, intikam hırslarıyla giriyorlardı evlerimize. Anlayamazsak da kötü kişilerdi ve kötü işler yaptıklarını hissediyorduk. Çok korkuyorduk. Annesiz-babasız-ablasız kalmıştık. Sütten kesilmiş, ana sütüyle beslenememiş, baba sıcaklığıyla uykuya dalamamış, ablamızdan masallar dinleyememiştik. Böyle büyüdük. Karanlığın içinden zorunlu süzülüp gelen çocuklardık. Büyüdükçe vahşetin ve felaketin farkına vardık. Okullarımız eğitim mektebi olmaktan çıkmış, rap rap kamplarına dönüştürülmüştü. Öğretmenlerimiz okula gelemez olmuşlardı. Gelebilenlerin gözlerinde okuduğumuz o hüzünlü-ağlaşımlı anlatımlar içimize oturuyordu hep!  Gizli gizli sohbet ettiğimiz yasaklı arkadaşlarımızda vardı elbet. Sırdı sohbetler ve kimseye söyleyemezdik. Baban nerde? Diye  sorduklarında, bir yolunu bulup gurbete gönderirdik. Mutluların velileri gelirdi karne dönemlerinde, biz teşekkür-taktir alırdık ama kimsemiz gelemezdi yanımıza, mutluların çocukları bisiklete biner, biz çalmaya mızıka bulamazdık ve geceleri ıslık çalardık…

Vurulurduk!

Vurulmayanlarımızla büyüdük. Milyonlarca çiçeğe durmuş abilerimizin-ablalarımızın-annelerimizin türkülerinden eser bırakmamışlardı. Büyüdükçe öğrendik bu destansı çiçekleri. Öğrendik ki; ne çok çiçek varmış ülkemizde, ne çok  çeşit, ne çok boy, ne çok renk, ne çok kokulu çiçeklerimiz varmış, öğrendik. Öğrendikçe hüzünlü gecelerimiz daha arttı. Zulmün ve zalimin memleketinde bu kadar çok çiçeğin olmasını hayretler içinde öğrendik… Çok sevdik ama bu çiçeklerin hepsini. Annemiz gibi kokuyorlardı, babamız gibi sıcaktılar, ablalarımız gibi masal prensesleriydiler!
Vurulmayanlarımız, yaşama şansını bulanlar büyüdükçe bu güzel çiçeklerden, bizzat kendi seslerinden, süzülüp gelen acıları-korkuları-özlemleri dinledik. Anlatılar şaka gibi geliyordu çoğumuza, sorgusuz-sualsız dinliyorduk.  Her anlatımda yalnızlığı keşfediyor, ürküyorduk giderek kendimizin de ne kadar yalnızlaştığını hissetmeye başladığımız çağlara gelmiştik. O kadar çok ve o kadar da güzel anlatıyorlardı ki, her biri benliğimize yerleşiyor, şakalarına ve dostluklarına, zifiri karanlık, birkaç metre kare odalarda yıllarca yaşayabilme güçlerine ve inançlarına gıpta ediyorduk.
Böyle büyüdük, hasbelkader vurulmadık. Bisikletimiz olmadı, karne zamanlarında babamızı gurbete gönderdik, mızıka da alamadık ama geceleri ıslık çalmadan da geri durmadık.
Evet,  tamda böyle,  12 Eylül  SONBAHAR’dı.

Beynime kazınmış aktarımlarla gittim geldim.  Yarı ağlıyor, yarı yaşayanları düşünüyor, istemeden bugünü düşünerek yarına düşler kurmaya çalışıyordum.
Bütün zalimler, her şeyi insanlık adına yaptıklarını anlatmışlardı. “Bize direnmeyin, teslim olun, sizleri F tiplerine götüreceğiz anonsuna karşılık, karanlıkta bile çiçek açmayı bilen insanların sesleri inletiyordu her hani. Ne güzel seslerdi onlar. Beni de çağırıyorlardı içlerine. Bağırasım geliyordu oturduğum yerden. Neden bilmiyorum, ağlamak istiyorum, ağlayamıyorum. Gözyaşlarım tam geliyor damlayacak, birden kayboluyorlar. Anlatılarda ve anlatılanlarda ağlamak yoktu belki de yerleşmişti beynimize. Anlatılar geliyor aklıma durmadan… 
Metal kokulu parmaklıklar ardında büyüyenlerin doktor odasında ki, doktorun dedikleri ile değil, parmaklıkların arasından yiyecek arayan kargayı düşlemesi –ki karga yani-, direnişin izinden ciğeri paramparça olmuş insanların doktorun “bu kadar hasta olmana rağmen yine çıplak ayakla revire çıkmışsın” sözlerine aldırmadan içindeki bütün özlemlerini kargaya yükleyerek özgürlüğüne göndermesi… Doktor ne derse desin, tek düşündüğü vardı, gak gak seslerine yüklediği düşlerin mavi gökyüzüyle buluşması… Anladığı bir şey daha vardı; artık yaşamının sonu görünmüştü ve zalimler, ölümle yüz yüze bırakacaklardı kendisini. Umurunda değildi ve bütün güzelliği de burada başlıyordu aslında…

Renklere alışmamış gözlerin, sessizliğin derinliğinde renkleri süzerken acaba ne tür düşler kuruyordu? Karadeniz yollarını hangi renklere boyuyordu? Denizi mavi mi görüyordu yoksa denizi de istediği renge mi boyamıştı? Ağaçlar bıraktığı gibi miydi? Çiçekler kaç boy atmşlardı gittiğinden bu yana? Neden sakalları buruşmuştu ve belli ki saçları hep dağınıktı ama neden sakalları buruşuktu! Hep aklıma takıldı durdu. Kurumuş dudaklarından dökülen sessiz kelimeleri neden anlayamıyor-duyamıyordum. Neden hep derin derin iç çekiyordu, ne özlüyordu, neleri terk ederek bu kavganın neferi olmuştu?
Hopa’ya iner inmez neden böylesi yağmurlar karşılamıştı kendisini? Gözlerinde özlemden öte bakışlar nasıl ifade edilirdi? Her yutkunduğunda içine attığı kelimeler yumağında neler vardı? Sahi neden gözleri hep aydınlıktı bu çocuğun ve neden gülmeyi unutmuş gibiydi? Oysa “gülmek en büyük eylemdi” bu günler her taraf kan revan içindeyken ve bizleri çökmüş halde görmek birilerini sevindirirken! Hayır gülmeyi unutmamıştı anlıyorum seni çocuk sadece hüzünlüydü ve onurluydu.. Duruşuna baksanıza, “atmaca” gibi…

Elindeki devasa tabaka gibi şey neydi? Neden yanına almıştı bu çocuk bunu? Her şey sorularda saklıydı, aslında cevapları da çocuğun davranışlarında.
“Kaç yıl oldu Yusuf?”,  “on yıl” cevabına amcamızın buruşan dudaklarındaki cevap yeterliydi her şeyi anlatmaya. On yıl, 120 ay, yüzlerce hafta, binlerce saat… dakikalar, saniyeler milyon kere… Bilir misiniz hücrede, düşmana inat direnmenin her saniyesinin kaç güne eşdeğer olduğunu? Hiç düşündünüz mü yıllarca belli seslerin dışında başka ses duymamanın nasıl bir şey olduğunu? Yıllarca ana sesinden, baba sesinden, yar türküsünden-kokusundan uzak kalmanın ne demek olduğunu bilir misiniz?
İşte böyle dokunuyor özgürlük, ilmik ilmik, santim santim ve bir bakmışsın dünyayı sarmışsın!
Neden köyüne vardığında deli fişek gibi dumanlı dağlara bakıp iç çektin Yusuf?  Düşlerinde ne vardı bu dağlara ilişkin çocukluğunda? Neleri, kimleri bu kadar özlemiştin? Giderken ne bıraktın da geldiğinde bıraktıklarını arıyorsun? Sen giderken kayabaşı kar mıydı ki geldiğinde ermiş gibi böyle hüzünlüsün çocuk?
Heyyyy! Yusuf dur hele! O tarihi köprüden geçişin ne güzel yaaa… Dur bin kere bakmalıyım sana, tam ortasında dur lütfen! İç çekme gül be Yusuf! Yavaş yürü, bitmesin bu köprüden geçişin! Biliyorum acelen var. Ananı göreceksin, nasırlı yüreğine basacak seni… Belki başka bekleyenlerinde vardır.. 

Kapıda  neden bu kadar uzun durdun çocuk? Nerelere bakıyorsun böyle? Gazete kağıdına sardığın şey nedir bunca uzaklardan getirdin buraya kadar? Bak karga “gak gak” diyor, belli ki getirmiş senin düşlerini buralara. Hadi! Kaç kapı açman gerek anayı görmek için? 
Pencere kenarında düşlerini ve geride bıraktıklarını ve beklediklerini göz yaşlarında damıtan/yaşayan bir anne!  YUSUF! Öylesine narin çıkıyor ki dudaklarından, binlerce kez söylese-dinlesem doyamıyorum… O ana kokusu-oğul kokusu odaya dolunca nasıl bir duygu kaplar her yani acaba? O saçları okşamadaki zerafet, artık ağlamaktan-yol beklemekten ağlamayı da sevinmeyi de karıştırmış bir annenin yüreği nasıl çarpar acaba?
Resimlere neden böyle uzun baktın Yusuf? O pipolu kim? Neden üç kişilik tabloya çook uzun baktın? Bir şey mi hatırlattı sana? Yoksa resimdekilerden biri sen misin? Diğerleri Kim? Neden öyle uzun baktın çocuk bu resime neden?
Dağlara yine dik bakıyorsun çocuk, sert bakıyorsun Yusuf, çok derin çekiyorsun cigarayı evlat! Neden? Senin de mi meskenin dağlardı da alıkoydular seni? Bu dumanı eksik olmayan tepelerde nelerini saklayıp ta düştün yollara? Şimdi bütün bunlar mı canlanıyor beyninde? Ondan mı cigarayı bu kadar çok içiyorsun ve böylesine derinden içine çekiyorsun Yusuf?
On yıl, yüzlerce ay-haftadan sonra anne ile kahvaltı yapabilmek nasıl bir sıcaklık evlat? Bak sen geldin diye dumanlı dağlara güneş bile doğdu. Dön bak bir hele. Bu kadar hüzünü bıraksan olmaz mı? Biliyorum,  izleri çok derin bırakamazsın!
Ne oldu evlat? Neden fırladın böyle yataktan? İşkenceler unutulmaz, anlıyorum seni, zalimlerin zulmü düştü aklına öylemi? Bak ne güzel yağmur yağıyordu, neden kızdın böyle de hışımla kapattın pencereyi neden Yusuf?

Bütün mektupların seni beklemiş demek evlat yeniden okunmak için? Yazarken başka duygudur mektupları, okurken bambaşka olsa gerek? Ne kadar tane tane okuyorsun yeniden, sahi o el yazısı senin mi? Bana da yazar mısın evlat? 
Tulumu şişirme Yusuf? Nefesin yetmez artık! Biz ıslık çalardık geceleri bazılarımız vurulurdu karanlıkta, şişirme şu tulumu ölümü ertelesen olmaz mı? Bak şişiremiyorsun işte! Ne inatsın be evlat!
Yıllar sonra sevinçle ayrıldığın sokaklarda dolaşmak nasıl bir duygu? Neler değişmiş evlat, nelere bakıyorsun öyle? Aradığın nedir? Kitapçı mı? Girme o kitapçıya diyorum sana ama dinlemiyorsun yine.  
Ne oldu? Neden öyle baktın o kadına? İç çekme bu kadar acı acı, yutkunma daha fazla! “abi bunların o….. ları da çok kültürlü” lafı nasılda ağır geldi sana değil mi? Çok içerledin, “buralı mısın” sorusuna burnun ucuyla cevap veriyorsun, öfkelisin, haklısın!

Yıllar sonra amcaoğlu ve köhnemiş meyhaneler Yusuf? Çok sıkıyor seni, oturmak istemiyorsun, kalkıp uçmak istiyorsun anlaşılan. İç çekiyorsun belli ki “böyle miydi buralar” diye. Amaca oğlunda değişmiş gördün mü? Türkünün güzelliğine mi kanarsın, ortamın rezilliğine mi yanarsın değil mi?  Amcaoğlu alışık galiba Yusuf, epey ter dökmüş buralarda anlaşılan. Sen kaçıyorsun aslında buradan ama gidemiyorsun? Bak gördün mü “kitap verdiğin kadın da gelmiş!
Neden gülmedin fıkraya? Masa da dört kişisiniz. Maria ve sen gülmediniz Yusuf, neden öyle baktın? Seni çeken bir şey mi var yoksa yitip gidiyor musun bu ortamda? Çek cigarayı derinlere Yusuf, gördün Maria da çok derinlere çekiyor cigarasını. Buğulu bakıyorsun evlat, tanırım bu bakışları, başın belada demektir. Yutkunursun olmaz, susarsın olmaz, unutmaya çalışırsın kanar Yusuf kanar bilmelisin!
Yutkunuyorsun! Kaşların aşağı bakıyor, gözlerin yukarlarda. Konuşamıyorsun? Yutkunmada usta olmuşsun belli. Amcaoğlu uçtu Yusuf, araba kullanamazsınız artık. Bunca yıldan sonra ne güzel değil mi sarhoşluk! Serin sokaklarda dalga dalga yürümek ne güzel değil mi?
Kapı vuruluyor  duymuyor musun? Şaşırdın mı? 

“Hayır! Ben böyle bir şey istemiyorum” sesine cevap gelmiyor evlat hiddetin artıyor, bağırıyorsun “hayır, benim istediğim bu değil!” oda yıkılıyor. Nefes nefesesin çocuk, kadın anlamıyor seni, anlamasını bekleme zaten. Düşlerinin güzelliği seni böylesi ahlaklı davranışa yönelttiğini biliyorum. Evet; “bizim istediğimiz böyle bir şey değil!”
Sevgi ile sohbet etmek ne güzel değil mi? 4 yaşında ki çocuğunu bırakıp gelmiş  bir kadın içine dökünce ne güzel dinliyorsun?  “sen sosyalizm istedin de yıllarca hapiste yattın. Sen delisin” sözcükleri ve seni dostça saçlarından okşaması ne kadar hoşuna gitti evlat. Çıktığından beri ilk kez gülüyorsun, farkında mısın Yusuf? Yusuf uyudun-uyandın ki kadın hala camdan çocuğunu düşünüyorken gördün. Uyumadığını da.. Sabaha kadar öksürdün ve o kadın hep seni süzdü, belki de ilk kez böyle biri ile karşılaşmıştı. Şaşkındı. “Doktora gitmelisin” dediğinde ne hissettin çocuk? 
Amcaoğlunu “… ölürüm sevdiğimin, ballı dudaklarına” türküsünü söylerken ne güzel gülüyorsun sen, ne güzelmişsiniz siz böyle. Hep böyle gülmelisin. 
Eski resimlere bakma çocuk. Geride bıraktıkların bırakmaz seni. Dalar gidersin, bazen güzel gülüşler gelir aklına, çoğu kez de düş kırıklıkları kalır akılda. İç çekersin, küfredersin, kızarsın ama senindir bunlar asla vazgeçemezsin. Baba düştü resime gördün mü, annenin unutamadığı babanı nasılda görünce tavana kaydı gözlerin, yine yutkundun, kelimeler ciğerine saplantı. Üniversite yılların, kavgaların, yürüyüşlerin, saldırılar, gazlar! Resimlere bakma çocuk yorulursun çoook!
Yıllar sonra en içten dostla görüşmek nasıl bir duygu Yusuf? Yazar mısın bana da? Hırçın dalgaların serinliğinin yüzüne vurduğu akşamlarda derin sohbetlerini de yaz? Arkadaşının çocukları heyecanlandırdı seni değil mi? Tek tek bütün arkadaşlarını sordun. Kim nerde, ne yapıyor, kim kiminle evlenmiş, kimin kaç çocuğu var hepsini anlattı sana! Derken SIR sorun düştü dudaklarından; “Neslihan’dan haber alıyor musun?”. Cevap çınlattı kulaklarını değil mi? “Yusuf Neslihan evlendi ya! Öylemi! Sözünde ki kırıklık bu kadar büyük müydü , çok mu özlemiştin de bu cevap seni sarstı böyle. Bu muydu beklediğin cevap yoksa? Neden bu kadar uzun sessiz kaldın? 
Çok acı değil mi haberlerden sonra yataktan fırlayarak, işkence seslerine uyanmak, gerilmek, neredeyim ben? duygusuyla karanlıkta ışığı aramak, çok zor değil mi? Sıcaktan değil zulmün bıraktığı izlerden terlemek yüreği çok acıtıyor değil mi? Sıyrılmak için kendi kendine santraç oynarsın değil mi? Hem kendin hem de rakip olmak, bazı şeyleri örtüyor mu?
Niye gittin limana Yusuf? Ne çekti seni böyle? Bilmiyor musun buğulu gözler ve ağlamaklı dudaklar mahveder insanı? Ne buldun? Böyle derin sohbetlere hasret mi kalmıştın ki böyle sade-derin sohbetlere dalıyorsun? Gözlerinden okuduklarım doğru mu? Ellerin neden titriyor?

Aradığını bulmuş gibisin! Hep o limana koşuyorsun. Çıktığından beri ilk kez tıraş oldun. Çok da yakıştı sana. Limanı ve hırçın dalgaları bekleyen başkaları da var haberin olsun. 
Niye bağırdın dağlara öyle? Ne verdin de alamadın dağlardan? Bu öfken haklı anlıyorum seni hatta yaşıyorum desem abartı olmaz. Ama yine de yaz bana da!
Ölüm bu kadar yakınken, uzun hayat hayallerini izlemek zor değil mi? Öksürüğü daha da arttırmıyor mu? Kaşların ondan mı bu kadar çatık? Aynı anda aynı kanalı izleyen başka birisi de var biliyor musun?
Bak seni düşünen bir başkası da varmış! “Doktora gittin mi?” sorusu neden şaşırttı seni bu kadar? Neden cevapsız bırakarak ciğerlerini deniz soğukluğuyla doldurdun? Neden? Neden?.  “Biliyor musun, biz şimdiki zamanlarda yaşamıyoruz san ki, Rus romanlarından kaçmış gibisin. Yusuf ne düşünüyorum biliyor musun? Keşke her şeyi geride bırakıp uzun bir yolculuğa çıkabilseydik seninle”. Karadenize dökülmüş yüzlerce kağıt gemileri seyrediyorsun sadece, cevap vermiyorsun-veremiyorsun. Ölümü ertelemek istiyorsun ama doktora da gitmiyorsun. Neden?
Hep sen gidecek değilsin ki limana. Sensiz ve seni arayan başkaları da ziyaret eder o limanı. Aslında herkes masumdur bu dünya da, ölümün kendisi de ölümü beklemekte.
Geç kaldın Yusuf. Ağlayarak senden uzaklaşan insana yetişemedin. Ölümü güzelleştireyim derken, güzellikleri ağlattık yine. Biliyorum limana gideceksin, dev dalgalara meydan okuyacaksın, göğsünü gereceksin, korkmayacaksın ama üşüyeceksin.

Pasaportun hazırdı, gidecektin. Sana tulumu şişirme demiştim. Anayı kıramadın ve çaldın. Karlı dağların eteklerinde yankılanan tulum seslerine “Yusuf” haykırışlarını ekledin.
“Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocukları” olarak SONBAHAR’ı bitirdin.

Bir an kendimi Yusuf zannettim ve bu soruları sorup durdum. Bu sorularda ve cevaplarında aradım seni? Bu cevaplarda buldum seni, bu cevaplarda sevdim seni!..

ŞABAN ÖZDEMİR