Aldanın Aldatmayın

ALDANIN ALDATMAYIN

Sene 1974, haziran ayı sonu... Ortaokulu bitirdim, yaz tatili başladı.

Günlerim, sıkıldığımda bir iki saatliğine eve gitmem veya birkaç arkadaşımla turlamanın haricinde hatırladığımda bugün bile sıcacık, şipşirin gelen kiralık manifaturacı dükkanımıza takılarak geçiyordu. Müşteri beklerken tezgahın altındaki eski gazeteleri karıştırıyor, bulmacalarını çözmeye çalışıyor, Teksas Tommiks de olsa kitap okuyor veya kapının önündeki hasır tabureye oturup nadiren gelip geçenleri seyrederek oyalanıyordum.

Bir ay sonunda fiyatları kısmen öğrenmiştim. Mendil, kasket, yeşil peştamal gibi pazarlıksız satılan malları müşteri kabul ederse babamı çağırmadan satabiliyordum. Babam o yetkiyi vermişti. Yalnızken böyle bir satış yapabildiysem değmeyin keyfime! Parasını babama teslim ederkenki hissettiklerimi yazıya dökebilecek kadar edebiyatçı değilim, üzgünüm. Bu süre zarfında fiyatları tam öğrenemedim ama çok daha önemli bir şey fark ettim. Aynı terekteki, aynı kalitedeki malları iki farklı fiyata satıyorduk. Anlam veremedim, işin içinden çıkamadım.

Bir gün babamla dükkanda oturuyoruz. Genelde olduğu gibi müşteri yok, bekliyoruz. Tezgahın arkasına geçtim.

- Baba, bu basmalar arasında ne fark var?

- Yok Sinan, hepsi devletin ürettiği Sümerbank basması.

- Şu divitinler arasında kalite farkı var mı?

- Yok.

- Ya bu kilimler farklı mı?

- Hayır.

- O zaman niçin iki farklı fiyata satıyoruz?

- Sinan, ucuz olanlar eski, diğerleri yeni mal. Aynı kalite ama eski olanları daha ucuza aldığım için ucuza, yeni malları aynı kar oranıyla daha pahalı satıyorum.

- Baba, müşteri nereden bilecek eski mal, yeni mal olduğunu? Hepsini yeni mal fiyatına satsak ya! Daha çok kar ederiz.

- Haklısın oğlum, müşteri anlamaz, aldatabiliriz. Pekiiii! Allah’ı ve kendimizi aldatabilir miyiz?

Apışıp kaldım, cevap veremedim. Babam devam etti;

- Sinan, evladım, beni iyi dinle. İnsan herkesi aldatabilir ancak Allah’ı ve kendini asla! Sana baba nasihatı; “Hayatın boyunca aldan, aldatma”. Belki az para kazanır, o an için kaybedebilirsin ama gece rahat uyur, üstelik er veya geç bu dünyada da ahirette de karşılığını alırsın, inan. Anladın mı?

- Biraz...

- Tam anlayamaman normal oğlum... Tavsiyem; bana saygın, güvenin varsa nasihatımı unutma. Aldan ama aldatma. Uygulamaya çalış. Yaşlanınca çok daha iyi anlarsın.

On dört yaşındaydım. Babama nasıl saygı duymaz, güvenmezdim. Sohbet devam edecekti ama terzi Şükrü amcanın çırağı geldi.

- Hafız amca, ustam bu listeyi verdi, deftere yazacakmışsın.

- Şu listeyi ver bakayım. Sinan, sen oku, ben hazırlayayım.

Satış yapacak olmanın mutluluğu ile listeyi aldım.

- Bir metre tela... üç metre kaput bezi... iki metre lacivert astar... üç adet mavi iplikli makara...

Hayat dersi o günlük bitmiş sonra zaman zaman her konuda hayat boyu devam etmişti.

***

Sene 2002... Merzifon’da genel cerrah olarak çalışıyorum. Babam, Bağ-Kurdan emekli olduktan sonra annemle annemin memleketi Samsun’a yerleşmiş, orada ikamet ediyorlar...

Bir cumartesi günü, kahvaltıdan sonra hem gezip dolaşıp stres atmak hem de bizimkileri ziyaret etmek amacıyla karımı, evlatlarımı alıp habersiz Samsun’a gittim. Arabayı park ettim. Asansörle üçüncü kattaki Köroğlu ile Abbas’ın dairesine çıkıp kapı ziline bastım. İlk defa çocukluğumda ilkokul arkadaşım Zekilerin evine gittiğimde duyduğum “Cik cik cik” sesi... Nostaljik duygular... Kısa bir bekleyişten sonra annem kapıyı açtı.

- Aaaa! Sinan... Tülay... Kuzucuklarııımmm! Hoşgeldiniz. Hafııızzz! Sinanlar geldi.

- Hoşbulduk diyerek daireye girip sırayla annemin elini öptükten sonra göldeki ördek ailesi gibi peş peşe önde ben, arkamda eşim, geride Aybars, en sonda Aysu oturma odasına geçtik. Odada tepesinde benden çok sekiz on kırlaşmış saç telleri, alnında-yanaklarında yaşının gereğinden çok çok fazla kırışıklıklar, gözlüğünün altında alt göz kapakları dışarı dönüp kıpkırmızı olmuş gözleri, çenesinden boynuna sarkan üç kat cilt pilisi, kısalmış boyu, kamburlaşmış sırtı, saklayamadığı mutluluk gözyaşlarıyla seksen yaşındaki babam bizleri ayakta karşıladı. Yetişkinlere el öptürmediğinden burnunu çekip kesik kesik soluyarak ben ve karımla tokalaştı. Torunları saygıyla dedelerinin elini öptüler. O günkü örf, gelenek, mahalle baskısı gibi sebeplerle üç evladına hiç sarılmamış babam, senelerin eksikliğini çıkarırcasına yine burnunu çekip kesik kesik soluyarak birine sağ diğerine sol koluyla iki torununa uzun uzun sarıldı. Oturduğum çekyattan babamı gözlüyor, duygularımı tartıyorum. Sevgi, çok fazla... Gurur, elbette... Mutluluk, sonsuz... Üzüntü, babam adına kısmen... En önemlisi huzur... Babamın bize verdiği emeklerin yüzde birini de olsa karşılığını verebilmenin huzuru... Eşim sessizliği bozdu:

- Baba, nasılsın?

- Allah’ıma bin şükür kızım. Yaşıma göre çok iyiyim. Yaşıtlarımın çoğu toprak oldu, uzatmaları mutlu şekilde yaşıyorum.

- Allah, hepimize hayırlı ömür versin baba.

- Ağzına sağlık Sinan... Yaşım 80. Yaşamak güzel ama er geç öleceğim. Ölüme hazırım. Hac hariç bildiğim kadarıyla bütün dini vecibelerimi yaptım. Çalmadım, haram lokma yememeye, sizlere yedirmemeye çalıştım. Çok aldandım ama kimseyi aldatmadım. Allah bu dünyada üç hayırlı evlat, gelin, pırıl pırıl torunlar, tek erkek torunumun sünnet törenini görme mutluluğu olarak karşılığını verdi. Yalan dünyada ancak bu kadar olur, darısı ahirete... Büyük Allah’ımdan son dileğim “Üç gün yatak dördüncü gün toprak”. Rabbim İnşallah bana da sizlere de çektirmeden emanetini alır İnşallah! Bugün bile hazırım.

- Hafız, öğle ezanı okudu. Abdestin bozulmadan namazını kıl istersen...

- Anladım hanım, susuyorum.

Tam bir Allah adamı olan babam mesajı almıştı. Namazını kılmak üzere odadan çıktı. Aldanmış aldatmamıştı. Bu dünyada karşılığını aldığına yürekten inanıyordu. Huzurluydu.

Üç sene sonra ikinci kez geçirdiği yüksek tansiyon krizinden sonra üç gün komada kaldı, dördüncü gece 03.00’da rahmetli oldu. Mekanı cennet olsun.

PENCEREM kitabımdan ALINTIDIR.

15-02-2021/OP.DR. SİNAN BEYHAN - PENCEREM