Aydınlanmadan Postmodernizme

Yeni dünya düzeninin yeni vizyonla ilgili bir iddiası var. Bu da devletlerin uygulamalarının uluslar arası değerlerle norm ve haklar çerçevesinde tespit edilmesi demek. Evrensel ilkeler ise insanla ilgili hakları ve güvenliğin sağlanması yanı sıra sürdürülebilir kalkınmayı da içeriyor. Bu da daha fazla sosyal yatırım, adalet, eğitim ve sağlığa bütçe demek.

Örneğin İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yapılan bir kongrede bir anlamda aydınlanma felsefesinin yeniden yorumlanmasının gereğine dikkat çekilmişti. Buna göre 20. yüzyıl üç temel üzerine kurulmalıydı: Demokrasi, özgürlük ve insan hakları yani eşitlik, adalet. Bu da bunların sağlanması için 2 binlerde daha fazla rasyonel, akılcı sosyal politikalar için baskı, daha çok sosyal alanda yatırım ve paylaşım demekti.

Son 10 yılda dünyanın gidişatı değişti. Yeni teknolojiler ve iletişim gelişti. Yeni ekonomide meta üretimi uluslar arası boyutta yaygınlaştı. Çok uluslu şirketlerin hakimiyeti ve küreselleşme ortaya çıktı. İnsanlık hem küresel eşitsizlik hem de bozulma tehdidiyle karşı karşıya…

1980’lerden 2 binlere süreçte uluslar arası boyuttaki saflaşmanın rengi de değişti. Görüntü şimdilik sonunda yatağını bulacak bir değişime işaret ediyor. Bu direnç yerel politikalar ve savaşlarla kimliğe ait sorunlarla bir süre dayanacak gibi de görünüyor.

Ancak kırılma noktalarının önce toplumsal alandan sınıfsal alana kayışı iç dinamiklerden uluslararası boyuta taşınma çabasını gerektiriyor. Örneğin bu iç dinamikleri harekete geçirecek bilinç kaynağının odağındaki siyasal toplumsallaştırıcıların yerli yerinde kullanılması demek. Siyasal alanda, partide, örgütte, okulda, sendikalarda, sokakta her yerde varolmak demek.

Bazıları varoluşu kendi çıkarları ve parasal sınırlarının çerçevesinden görür. Oysa çevreyle ilgili koşulların önemi giderek anlaşılmakta. İnsanın varlığı çevresiyle uyumuna bağlı çünkü…

Doğanın yokolma sürecindeki hızlanma ve paraya tapınç durumu karşısında tarih ve doğanın bir parçası olduğunu unutan insanlık şu klasik soruyu bir kez daha kendi kendine sormalı: “Daha zengin ve daha yalnız bir insanlık mı düşlerdiniz yoksa daha çok paylaşan ve daha mutlu bir insanlık mı?”

  1. yüzyıl toplumsal dönüşümler ve devrimler çağından bireycilik çağına evrilmiş oldu. Yeni çağ enformasyon ve imaj çağıdır. Yeni dünya düzeninin sacayaklarından birisi de bunları da kapsayan postmodernizm…
  2. yüzyılda Avrupa’nın sanayileşmesinde başı çeken İngiltere’nin ünlü tarihçisi Arnold Toynbee 1939’da yazdığı “Bir Tarih İncelemesi” adlı yapıtında modernizmin birinci dünya savaşıyla sonaerdiğini ve ikinci dünya savaşından önce post modernist dönemin başladığını belirtmişti. Postmodernizm terimi ilk kez bu dönemde yani 2 dünya savaşı arasında ifade edilmiştir. 1972’de Missouri’deki işçilere ait toplu konutların yıktırılması postmodernizmin fiili başlangıcı olarak kabul edilir. Örneğin, mimar Robert Venturi’nin “Las Vegas’tan Ders Almak” kitabı manifestosu kabul edilmektedir. Postmodernist toplum dolayısıyla ABD toplum modelinin nitelikleriyle örülmüş yaşam tarzını karakterize ediyordu.

1979’da Jean François Lyotard’ın “Postmodern Durum” adlı kitabıyla yazın alanında da tartışılmaya başlandı. Günlük yaşamda yerini almasıysa 1980’lere rastlıyordu. Önce felsefik, sonra politik alanlarda tartışılmaya başlamıştı. Daha sonra tarihsel, ekonomik bir bakış, mimaride bir yöntem, edebiyatta, sanatta akım, genel yaşam tarzı oldu.

Rönesans antikçağa karşı bir modernlikti. 18. yüzyıl aydınlanması romantik modernizmdi, 19.yüzyıl endüstrisi radikal modernizm. Osmanlıyı yıkıp kurulan cumhuriyette öyle yani modern Türkiye’de bir yenilikti. Bu açılardan modern “yeni” olandı. Post modernizm’deki “post” sonrası, eklenti anlamına da geliyordu. Latince ya da İngilizce’de bugünkü kullanımıyla da böyleydi. Ya da “postiche” gibi yapay, bitenle bitişen, eklentinin farkedilemeyen hali demekti. Bazılarına göreyse postmodernlik sözcüğü karşı koymama, tepki göstermeme durumuyla özdeşti; “ben yaptım oldu”culuk, “hem öyle hem böyle”cilik, modern kültürü imajlara ufalama, bireyciliği kutsama, doğa-insan arasında kopukluk, herkesin kendi derdine düştüğü, kısaca birçok yazara göre vahşi kapitalizmle eşanlamlıydı postmodernizm.

Kapitalizmin şiddet, TV, reklam, imaj, kitlesel tüketim, küreselleşme, özelleştirme gibi öğelerini içermekteydi. 2.dünya savaşından sonra din, devlet, aile gibi kurumlara olan inancın yitirilmesini ifade ediyordu. Bunların dışında belirlenen insan ilişkilerinde geçici ve anlık durumlara işaret ediyordu. Geleceğe olan güvensizlik şimdiyi, anlık olanı kabule zorladı.

Jean F. Lyotard, Jürgen Habermas, David Harvey, Pauline Marie Rousenau, Antony Giddens, Jean Baudrillard gibi adı geçen düşünür ya da yazarlar postmodern teoriyle ilgili yazında sıklıkla referans alındılar. Kiminde Lyotard’da olduğu gibi postmodernizme ilişkin olumsuz bakış kiminde de Habermas’ta olduğu gibi postmodernizmin çeşitli yanlarına ilişkin uzlaştırıcı, olumlu bir yaklaşım vardı.

Örneğin Baudrillard modernizmden kopuşu, A.Giddens modernizmin etkilerinin radikalleştiği dönemi ifade ettiğini savundu postmodernizmin.

Bazı küçük burjuva aydınlar burjuvazinin bürokrasi aygıtına bakarak marksizmin merkezi politikasını çürütmek ve yeni demokrasi alternatiflerinin arayışı içinde marksist solu postmodernizme cephe almakla suçluyorlar. Kapitalizmden kopuk bir olgu ve demokraside olumlu bir aşama olarak görüyorlar.

Burjuvazi yönetilenleri birarada tutmak için toparlanma noktası bulmak zorunda. Post modern terimleri kullanması doğaldır. Ancak kullandığı çoğulculuk, çok renklilik, hiyerarşi yokluğu gibi kavramlar ilizyondan başka bir şey çıkmadı.

Postmodernizmde çokkültürlülük söyleminin nedeni küreselleşme politikasının gereği olarak kültürel farklılıkları küresel pazara uydurmak ve tekelci kapitalizmin sürekliliğini sağlamayı amaçlıyor olmasıdır.

Modernizmin ileri aşaması post modernizm ise kapitalizminki küreselleşme idi. Yani emperyalizmdeki yeni aşama.

Ortaçağın felsefesi tanrı merkezliydi. Modernizm insan merkezli. Postmoderniteye egemen olan düşünce ise çok merkezli gibi görünen meta merkezcilik ya da merkezsizlik.

Günümüzün filozofları postmodernizmi yozlaşan modernizm olarak tanımlandırıyorlar. Sömürgecilik fiziki işgaldi, modernizm kültürel işgal. Postmodernizm ise insanlığa ait herşeyi ele geçiriyor; kimlikleri, tarihi, geleceği, varoluşu…

Çünkü uluslar arası sermayenin çıkarlarına hizmet eden globaliter devlet yapısı gelişiyordu. Ulus ötesi sermaye, coğrafyaları kolayca yönlendirebileceği yerel bölgelere ayırdı. Yerel örgütlenmeleri de politikasına uydurup, biçimlendirdi. Yeni teknolojik gelişmelere ve değişen kapitalist üretim ilişkilerine bağlı olarak bugün insan odaklılık tüketim odaklılığa dönmüştür. Çok uluslu şirketlerin felsefesi ise tüketim odaklılıktır.

Marks’ın 1845’te Engels’le birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi” adlı kitapta belirtildiği gibi kentler farklı grup ve insanların çıkarlarıyla ilgili bitip tükenmek bilmeyen çatışma alanı olmuştur. Başta Marks, Weber, Durkheim olmak üzere düşünürler doğanın ve çevrenin yokedilmesinin en önemli unsuru olarak tüketim hırsına dikkat çekiyorlardı.

Postmodernizm sınıfların konumlanışını da etkilemiş ve ideolojik sonuçlar doğurmuştur. Sovyet sosyalizmindeki likidasyon sürecinden sonra yaygınlık kazanıp popüleritesi artan postmodernizm marksistlere göreyse kapitalizmin hegemonyasını sürdürme aracı, çözümsüzlüğünün ürünü gerici bir burjuva ideolojisiydi.

Faucault, 19.yy’ı zaman-tarih çağı, 20.yy’ı mekan çağı olarak niteliyordu. Kapitalist sistem mekanları araç olarak kullanıyordu. Herşey bir ekonomik değer olarak görülüyor, mekan da metalaştırılıyordu. Ve ondan maksimum sermayeyi yaratması isteniyordu. Temel hedef sınırlı mekanda sınırsız üretim sağlamaktır. Şehirlerde boş ve sermaye değeri olmayan alan bırakılmamıştır.

Kentler kapitalist sisteme göre kurgulanmıştır. Fordist ya da Taylorizm yani “bant üretimi” üretim tarzlarına hız kazandırmıştı. Üretim biçimine göre planlanan kentlerde yaşayanlar için standart bir yaşam düzeni ve herkesin birbirine benzediği bir üst kimlik tanımlanıyordu.

1980’lerde bunalıma düşen modernitenin yeni bir oluşum gibi sunduğu strateji aslında sistemin uğradığı arızayı düzeltmek için geliştirdiği modernizmin daha radikalleşmiş biçiminden başka bir şey değildi.

Hızlı kentleşmeyle toplumsal ilişkiler değişime uğrayıp mekana yansıdı. Üst-orta sınıfla işçi sınıfının yaşadığı mahalleler kent içinde birbirinden ayrıştı. Gelir dağılımındaki farklılık insanları birbirine yabancılaştırdı. Kent yaşantısı artık birçok kesime, marjinal kesimin yaşam alışkanlıklarına uygun değildir. Kırda yaşamaya alışmış olanlarla kentsel yaşam bağdaşmayıp, çelişki ortaya koyuyor. Bu sistem alternatif üretmiyor.

Postmoderniteye göre farklılıklar ve kimlikler önemliydi ama dolaylı yoldan… Modernizmin iki dünya savaşının karanlık dünyasından postmodernliğe kapı açması modernizmin sosyal başarısızlığındandı. Toplumda bütünlük değil, parçalanmışlık yüceltilmişti. Yerellik, kadın, azınlıklar, toplum dışı kesimler doğrudan değil simgeler halinde ve bireysel olarak anlatılıyordu. İnsana evrensel bakarak değil, birbirinden kopartıp parçalar halinde ele alıyordu. Batı kendi tarihsel sürecinden çıkardığı modernist köklü dönüşümü Türkiye’ye de şırınga etmeye çalışıyor, insanlara aynı tip deli gömleğini giydirerek…

Postmodernizm ilk bakışta modern olana yönelik bir özeleştiri gibi ortaya çıkmış görünüyordu. Ancak aydınlanmanın kaynağı hümanizm ile insan hakkını temel değer sayan aydınlanmaya karşı da bir saldırıydı. 1960’larda hız kazanan bu akım kapitalizmle ilişkili olan “küreselleşme” ile ilgili gelişmelerle doğrudan ilişkiliydi.

Dünya hergün küçülürken teknolojik hız sermaye akış hızını da etkilemişti. En küçük toplumsal parçalar ile kentler ve sonunda tüm dünya bir gerilim mekanı haline gelmiştir.

20.yy’ın batı ekonomi-politiğinde bilimsel ve teknik gelişmelere bağlı olarak yeniden biçimlenen ekonomik emperyalizmin düşünceyle ilgili entelektüel hazırlığıydı postmodernizm. Dünya ölçeğinde tasarlanan yeni ekonomik düzene boş alanlar açmak için bu düzenin yapılanmasına engel olabilecek hümanizm ve aydınlanma gibi tarihsel-kültürel yapılarla onları ayakta tutan değerlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Her türlü kuramsal etkinlik yadsınıyor ve akıldışı formlar öneriliyordu.

Bugün için akıl ve bilime olan güveni sarsacak, insanlık ve aydınlanmaya ilişkin değerleri yıkmaya yönelen bu postmodern eleştiriler inandırıcılığını yitirmiştir. İnsanlık kendine ve doğaya tehdit gördüğü bütün denetimsiz teknolojilere ve kullanıcılarına karşı ortak bir bilinç geliştirmek zorundaydı. Öyle de oldu, bu bilincin belirtileri ekonomik , politik ve kültürel sömürüye karşı Dünya Ticaret Örgütü’ne ve benzerlerine yönelik gözlendi.

Modernite’den postmodernite’ye geçiş Fransız ekolü tarafından fordizmden fordizm sonrasına geçiş olarak tanımlanmıştır. Bu dönüşüm paradoksal gelişmelerle birbirinin içine geçmiş değişimler ve sürekliliklerle doludur.

Yeni dünya düzeninin sosyal ve kültürel ağırlığı postmodernist toplumda kısaca bireyci, demokrasiye şüpheyle bakan, tüketim kaygılarıyla eşitliğe karşı tavır alınan bir toplum modeli olarak biçimlendirilmiştir. Teknolojinin ileri derecede öğelerince tanımlanmış insan yaşamıyla ilgili dikkati, bugünün dışındaki alanlara kaydıran imajlar halinde tasarlanmış kültürel koşulların belirlediği, halkın rolünün küçümsendiği hatta tüketime uygun belirli amaçlar dışında yok sayıldığı batılı egemen güçlerin ve uluslar arası medyasının yönlendirdiği yeni toplumun modeliydi. Kısaca postmodernizm antirealist, antiözcü, antitemelci ve modern bilimin tüm kanıtlarına karşı çıkan emperyalizmin felsefesidir.

17-10-2020- TAMER UYSAL – BURSA

5
A+
A-
REKLAM ALANI
Yazarın Son Yazıları