Selam can dostlarım,
Bugünlerde öylesine olaylar yaşanıyor ki, ister istemez, kendimi sorgulamak zorunda kalıyorum. ‘’Acaba?’’ diyorum, ‘’bugüne dek tüm öğrendiklerim; yanlış mı!!’’
Neden olmasın ki? Olabilir tabi. Çünkü ilmin sonu yok. Her gün bir değişimi maddenin tabiatına uygun yaşıyoruz zaten. Şöyle bir geçmişime dalıyorum, bugüne dek ne öğrendim, ne yaşadım diye; sonunda psikologa gitmeye gerek bile kalmadan (çünkü baya pahalılar) ilkokul zamanlarıma kadar gittim…
Bizler, bu yaşa kolay gelmedik. Elbet ki kendimize göre bir çocukluk yaşadık. Ama bugünün çocuğu gerçekten bambaşka. Hepsi birer tablet ve akıllı telefon uzmanı, maşallah. O zaman şöyle bir düşünüyor ve diyorum ki; ‘’Meğer, o çocukların yaşlarında bizler (yani ben), ne kadar salakmışız…’’
Bugünün çocuğu tablet veya telefonla oyunlar oynar, çizgi filmler izlerken, bizler en fazla abaküsle oynar ve eğlenerek öğrenirdik, o’da anne ve babalarımızın yardımıyla. Ha; ne mi yapardık diye soracak olursanız; renkli boncukların dizili olduğu ip sıralarda, toplama ve çıkarma, o kadar…Bugünün çocuğuysa, tablet ve telefonların sanal alemlerinde, türlü türlü oyunlar oynuyor, çizgi filmler izliyor. Hele oyunlarda; hızlarına yetişilmiyor.
Şimdi. Bizim zamanımızda da günün şartlarına göre oyun vardı, bugünde. Peki; nedir oyunun amacı? Tabi ki kazanmak. Nasıl? Sayıyla. Peki… Sayı nasıl kazanılır? Rakibi yenerek.
Bizim zamanımızda rakip, insan, yani bir çocuktu. Bugünkü çocuğun rakibi kim? Tablet veya telefon. Doğal olarak, bırakın çocuğu, yetişkin bir kişi bile, yenemez tablet veya telefonu. Çünkü oyunu kuran tabletin ta kendisi.
Şimdi… Çocuk! Tablet veya telefonu yenebilir mi? Yetişkin biri bile yenemiyor, çocuk mu yenecek! Tabi ki yenemez. O zaman ne yapacak? Tabiri caizse, şerefiyle yenilecek. Yani; elinden geldiğince çok sayı yapacak. Bundan şu anlaşılıyor. Bu oyun iki kişiyle dolayısıyla iki çocukla oynanır ve kim daha çok sayı yaparsa, o kazanır.
Hadi, bir soru daha. Hangi yaşta olursak olalım, hangimiz oynanan oyunda kaybetmek ister? Tabi ki hiçbirimiz, değil mi? Çünkü oyun, kazanmak için oynanır. Kendimden bir örnek. Ben hala tavla’da acemi bir oyuncuyum. Yenilme şansım çok fazla. Buna rağmen oynamayı severim. Hele birde zar istediğim gibi gelip kapıları kaptığımda ve rakibimi hapsettiğimde değmeyin keyfime. Benden iyisi yok.
Sevgili Dostlarım… İnsanın doğasında kaybetmek yoktur, kazanmak vardır. Çocukta öyle. O’da kaybetmek istemez, kazanmak ister. Amma; insanlar, kaybettiklerinden ders alan bir canlı türüdür. Bunun için, insan doğasında aynı zamanda kaybettiği oyunu kazanmak için oyunu kuralına göre öğrenmek vardır. Neden mi? Çünkü; insan, kendini geliştirmek ve iyileştirmek ister.
Bunun için değil midir zaten, insanoğlunun müspet ve pozitif ilimlere dört elle sarılması ve neticede en amansız durum ve hastalıklara ilerlemeler kaydetmesi. Bugün; teknolojiden tutunda, diğer tüm ilim dallarında dev adımlar atılması, insanlığın hayrı için iyileşmelerde bulunması, kendini insanlığa adanmasından başka ne olabilir ki… Lakin beş parmağın hepsi bir değil. İnsanın doğasında var olan gelişmeyi tamamlayan kimi insanlar kendilerini insanlığa ve iyiliğe adarken, bazıları bu gelişmeyi kendi şahsi çıkarına adar, neticesinde de en acımasız ve zalim birine dönüşür. Çünkü, kendi şahsi çıkarları uğruna gidilen her yol, yapılan her eylem ve icraat; mubahtır onlar için.
Örneğin; kendini her bakımdan geliştiren bu insan türü, ilmi ve bilimi kendi çıkarları uğruna kullanarak, bulduğu (veya satın aldığı) en öldürücü silahları, kendi şahsi ikbali için yapılacak veya çıkarılacak savaşları kazanmak için kullanır. Bunun için; çocuk, kadın, genç, baba, anne, yaşlı, hatta hastalar ölmüş; umurunda dahi olmaz. Önemli olan şahsi çıkardır.Bu durumda yok edilmeye uğrayan o kitlenin müdafaası tabi ki meşru ve en doğal haktır. Tıpkı KURTULUŞ SAVAŞIMIZ gibi. O savaşın muzaffer başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, savaş sonunda; ‘’meşru müdafaa dışında yapılan tüm savaşlar cinayettir’’ diyecek kadar açık yürekli olup, tarihe ismini altın harflerle yazdırmıştır…
Nerden nereye geldik değil mi? Neyse… Gelelim bizim çocuğa. Tabletin karşısında oyun oynayan o çocukta, sonunda öğreniyor; vuracağı veya düşüreceği her bir balık, meyve veya kuşun, kendi zaferi olacağını. Çocuk, sayı kazanmak için, an geliyor hırslanıyor, an geliyor öfkeleniyor, o minnacık kaşlarını bile çatıyor. Çünkü çocuk şunu öğrendi.
‘’Oyunu kazanamam ama; çok sayı yaparak kendimi geliştirebilirim…’’
Bizlere (bana) gelince. Bizim oyun alanlarımız tablet veya akıllı telefonların, oyun veya çizgi filmleri değildi tabi. Bizler, bomboş arsalarda, oldukça iddialı (gazozuna) mahalleler arası maçlar yapardık. Arsaların yanında sokaklar, bizimdi. Arabaların bugünkü gibi çoğunlukta olmadığı bir çağda bizler, sokağın bir köşesine iki taşla bir kale, öteki köşesine de iki taşla diğer kaleyi yapar, aramızdan yaşça büyük iki abi, karpuz seçer gibi; ‘’Sen benim takıma…’’ diğeri bir başkamızı; ‘’sen benim takıma…’’ diyerek bizleri seçer, takımı kurar, görev dağılımını gerçekleştirirdi.
Abi? O belli. Forvet. Gol atacak abimiz. Sıkıysa konuş; ‘’abi bende yanında oynayıp, gol atayım mı’’ diye. Abi önce babamız gibi kaşlarını çatarak bakar bize, sonrada; ‘’sen çık, (dışarıda kalmış bir başka çocuğa) sen gel’’ derdi ki; biz anında hıçkırık, baş eğik, buz gibi soğuk kaldırım taşına otur. Bekle ki, bir başkası hata yapsın da, bir takıma girelim. Takıma giren çocukların sevinciniyse; sorma gitsin. Hani derler ya, ‘’ağzı kulağa varıyor’’ diye, aynı öyle bir sevinç. Anlayacağınız, sokak maçlarında dahi takıma girmek, öyle kolay bir iş değildi. Varın gidin düşünün mahalle maçlarını… (Not: Akşamına ben, tabi ki cırcır; hele kirlettiysek bir yerlerimizi, yandı gülüm keten helva, canım annem beni daha sert yıkar, arada popo ya şaplağı eksik etmezdi, nurlar içinde uyusun…)
Beni soracak olursanız, takıma girdiğimde, o günlerde de tombulcuk olduğumdan, genellikle hep kaleye koyarlardı (hoş kaleye koysalar ne yazar, gelen her top içerde, kumbara Pepo). Neden, biliyor musunuz? Kale dışında olur ya, yanlışlıkla topu aldım. Allahhh! topu aldım mı; tutmayın beni. Sadece koşar, kimseye vermezdim. Çünkü top kıymetli. (Bu arada yazılı olmayan bir kuralda, topun maddi olarak sahibi kimse, o kesin takımda yer bulurdu. Bizim zamanımızdaki torpilde anca bu kadar…). Neyse, nerde kaldım, hah hatırladım. Şimdi; ben topu aldım veya kazandım; öylesine koşardım ki tombulcuk halimle, önce herkesi devirir, sonrada iki taş gördüğüm yerin tam ortasına, Allah ne verdiyse topa vururdum ki, zavallı kaleci çocuk! Korkudan kaleyi terk ederdi. Topta tabi ki içerde. Gol. Golü attım ya; abilerimin gol sevincini taklit eder ve sevinçle bağırırdım ‘’golllllll…’’ diye. Ama o’da ne! Takım arkadaşlarım bir tuhaf. Suratlar mahkeme duvarı. Asık ve asabi. Abiyse değişik. Kızgın. Hırçın. Babam gibi kaşları çatık. Yanıma gelir, sonrada Allah ne verdiyse, 10 veya 12 yaşındaki bir çocuğun atabileceği tokadı bir güzel yanağıma nakşederdi. Sonrada bilinen son. ‘’Sen çık, sen gel’’…
Merak ederdim tabi, abinin bana neden vurduğunu. Sonradan öğrendim ki, meğer topu alıp herkesi göbeğimle yere serdikten sonra kendi kaleme gol atarmışım. Ben bunu öğrendim ya, çocuk saflığıyla anında biterdim yine, abinin yanında; ‘’Ya abi be, ha bu kale, ha o kale, ne fark eder ki…’’ derdim. Derdim demesine de abi yine kaşlarını çatıp, belli ki bir tokat daha atacak ya; ‘’Pepo Vınnnn! Kaç kaçabildiğin yere kadar…’’. Ama abi de durmazdı ki mübarek. Kovala babam kovala. Ama ben! O göbekli halimle hemen bir alt sokaktaki babamın terzi dükkanında alırdım soluğu. Abi görünce ki babamın dükkanındayım, işaret parmağını bana öyle bir sallardı ki ben anlardım ne dediğini;
‘’Pepo! Bu takımda artık yoksun oğlum…’’. O gün bugün maçları hep tribünlerde izledim. Sonra televizyon geldi, koltuklarda, çekirdek çitleyerek…
Çocukluğumuzdan kalan bu anının bana göre en güzel yanı, o yaşlarda dahi yediğimiz tokadı, anne ve babamız dahil, kimselere anlatmamızdı. İnan olsun, gıkımız bile çıkmazdı. Çünkü ta o yaşlarda, sokak kültüründe öğrenmiştik; asla jurnalci olmayacağımızı ve tabi ki olamayacağımızı…
Bugünlük bu kadar.
Çocukluklarımız her devirde, dünde, bugünde çocuktu. Çünkü her doğan çocuğun ailesini, çevresini, doğduğu coğrafyayı, hatta dinini ve mezhebini sorma şansı yoktur. Çünkü her çocuk dünyaya ağlayarak gelir ki, bu aslında o çocuğun sağlıklı olmasına delalettir. Dolayısıyla her biri masum, kanatsız birer melektirler. Teknoloji gelişiyor ve maddenin tabiatına uygun daha da gelişecek. Bu kaçınılmaz. Lakin tüm mesele İnsan Olduğumuzun Farkında Olmaktır. Bu’da İYİ İNSAN olmaktan geçer naçizane fikrim olarak…
Çocukluklarımızın devamı olacak, ben içimdeki çocuğu öldürmedikçe…
Sağlıcakla kalın ve unutmayın, umudunuzu asla yitirmeyin sevgili can dostlarım…
Pepo / Erdek/ 12. Haziran. 2022 Pazar