Cumhuriyet Gazetesi Söyleşisi

Türkiye'de sol hareketin ve yakın tarih devrimci  gençlik hareketleriyle ilgili kitaplarıyla tanınan ünlü yazar  Turhan Feyizoğlu'nun Cumhuriyet gazetesi Kitap eki,  12 Eylül 2002, sayı:656 da yayınlanan  ve çok ilginç bilgiler içeren Röportajını  yeniden sunuyoruz. 

-Şimdiye kadar kaç tane kitabınız yayınlandı?

-Yedi tane kitabım yayınlandı. Sırasıyla şöyledir: “Deniz-Bir İsyancının İzleri”, “Türkiye’de Devrimci Gençlik Hareketleri Tarihi”, “Mahir/ On’ların Öyküsü”, “İbo-İbrahim Kaypakkaya”, “Sinan-Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa”, “Fırtınalı Yıllarda Ülkücü Hareket” ile “Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) / Demokrasi Mücadelesinde Sosyalist Bir Öğrenci Hareketi”. İlk yayınlanan kitabım “Deniz-Bir İsyancının İzleri” 18 baskı, “Mahir/ On’ların Öyküsü”  altı baskı, diğerleri birer baskı yaptı. “İbo-İbrahim Kaypakkaya” kitabım ise çıkar çıkmaz İstanbul DGM tarafından toplatıldı ve hakkımda dava açıldı. Mahkeme devam ediyor. Kitaplarımın ayrıca korsan baskıları yasal baskılarından çok daha fazla yapılıyor ve hemen her yerde korsan baskıları satılıyor. Sadece telif ücretiyle yaşamını sürdüren yazarın hayatı, korsan baskılar nedeniyle çok zor durumda kalıyor. Kötü koşullar içinde yaşadığı gibi yeni kitap çalışmalarıda yapamamaktadır. “Mahir/ On’ların” adlı kitabın önsözünde belirttim. Buradan da belirtiyorum: “Lütfen korsan baskı kitap almayın.”

-Kitaplarınızda yakın tarih olan 1961-1971 dönemi konu ediliyor. Bunun özel bir nedeni var mı?

-Çok özel bir nedeni yok. Hatta kitap yazma diye bir düşüncem de yoktu. Çocukluğum ve gençliğim herkesin çok hızlı politize olduğu bir dönemde geçti. Herkes bir şeyleri tartışıyor, konuşuyor, yeni teoriler üretiyordu. Bu tartışılan, konuşulan ve teori üretilen süreç içinde toplumsal tarihi bilmek önemli olmasına rağmen Türkiye’nin toplumsal tarihi hakkında yayınlanmış yayınlar hemen hemen hiç yoktu dersem abartmış sayılmam. Kendinden önce yaşanmış toplumsal tarihi her yönüyle aktaran yayınlara gereksinim olduğu için yayınlanmış kitaplarım bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır.

-Kitaplarınız da yoruma hiç yer verilmiyor. Daha çok belgelere dayanıyor.

-Alçakça bir suikast sonucu öldürülen gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun çok hoşuma giden ve sürekli vurguladığım bir sözü var: “Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunamaz”, diye. Önemli olan yaşanmış olayları olduğu gibi aktarmaktı benim için. Bunun bir çok nedeni var. Üzerinde çok konuşulan bir dönem olmasına rağmen olayların kendisi dahi bilinmiyordu. İçinde yeralalım veya almayalım bunlar diğer dönemler gibi bir dönem yaşanmış toplumsal olaylardı. Bu konuda daha önce yayınlanmış belgesel kitaplar, ya da yayınlanmış anılar olmuş olsaydı buralardan yola çıkarak daha farklı bir yöntem uygulayabilirdim kitaplarımda. Ama, böyle bir materyal yoktu önümde. Hiç bilinmeyen bir şeyi anlatmak, aktarmak olduğu için olayı en doğru biçimde sunmaya çalışmak bence en doğru, en gerçekçi bir işti. Ayrıca, olduğu gibi aktarıldığında bile bazı çevreler, bunun belgesel bir eser olduğunu kabul etmek istemiyor. Hatta bu kitapları sen yazamazsın diye tuhaf tepkiler oluyor. Bunun dışında kitabım toplatıldı ve hakkımda dava açıldı. Suçlamalardan bir tanesini hukuk ve adalet açısından ilginç olduğu için açıklamak istiyorum. Açıklamaktanda öte düşünce ve ifade özgürlüğü açısından belgelenmesi de gerekir kanısındayım. 1948 yılında doğmuş 17 Mayıs 1973’te ölmüş olan İbrahim Kaypakkaya, ölmeden iki sene önce 1971 yılında “Milli Mesele” başlıklı bir yazı yazmış. Günümüzden tam otuzbir sene önce yazılmış bir yazı. Günümüzden otuzbir sene önce birini öldürmüş olan bir katil, eğer yakalanmamış olsaydı zaman aşımı nedeniyle bugün elini kolunu sallayarak dışarda dolaşıyor olacaktı. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın büyük bir çelişki değil mi? Bir taraftan insan hayatını ortadan kaldıran bir olay, bir tarafta otuzbir sene önce yazılmış ve yayınlanmış bir belge. Belge suç unsuru olarak görülüyor. Böyle bir çelişki hangi gerekçeler öne sürülerek açıklanabilir bilmiyorum.  Kitap bütünüyle belgelerden oluşturulmuştur. Bu belgelerin kaynakları kitabın ekler bölümünde belirtilmiştir. İddia makamı, “İbo-İbrahim Kaypakkaya” adlı biyografi kitabında yeralan 31 sene önceki belge nedeniyle dava açtı. Yargılamalar sonunda 4 Nolu DGM heyeti, beraat kararı verdi ama iddia makamı, Yargıtay’a başvurarak beraat kararını bozdurdu. Yargıtay’da karara bağlanan dava dosyaları ile ilgili İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nin günlük olarak yayınladığı “Bizim Gazete” adlı yayın organının 14 Şubat 2002 tarihli nüshasında “Yargıtay’dan Büyük Rekor” başlığıyla bir haber yayınlandı. Bu habere göre, 2001 yılında Yargıtay’a 650 bin 218 dosya gitmiş. Yargıtay’daki 32 daire ve Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan çıkan dosya sayısı ise 645 bin 266 olarak gerçekleşmiş. Hafta sonları olan Cumartesi ve Pazar günleri düşüldükten sonra kalan diğer çalışma günlerine bölündüğünde günde ortalama 2472 dosya, Yargıtay’da karara bağlanmış. Bu sayı, çalışma saatleri içinde saatte 309, dakikada 5.15 dosyanın karara bağlandığı anlamına geliyor. Sonuçta, Yargıtay’daki bir dosyanın ortalama karara bağlanma hızının, 11.65 saniye olduğu ortaya çıkmaktadır. “Bizim Gazete”nin 14 Şubat 2002 tarihli nüshasında “Yargıtay’da Büyük rekor” başlığıyla yayınlanan haber özetle yukarıda aktardığım gibidir. Mahkemeye duruşmalar boyunca sunduğumuz savunmalar, duruşma tutanakları, mahkemeye savunmalarımızı destekleyen belgeler ile mahkemenin dosyada yer alan iddianamesi, Emniyet’çe mahkemeye sunulan belgeler vs.’nin (Belge olarak mahkemeye sunulan kitaplar hariç) toplamı en az 1000 (Bin) sayfadır. 11.65 saniye içinde bu kadar belge okunup ta karar verilebilir mi? Dosyadaki belgeler değil bu durumda sadece iddia makamının itirazı okunarak karar verildiğini sanıyorum. Ben Hukuk eğitimi almadım. Hukuk eğitimi hem ÖSS’ye girip kazanmak, hem okumak açısından zor bir eğitimdir. Hukuk açısından alınacak bir karar hem kişiyi, hem de onunla ilişkili olan herkesi etkileyecektir hayat boyunca. Bir deyim vardır: “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” diye. Hukuk ve adalette bunun daha çok işlemesi gerekir diye düşünüyorum. Bu nedenle, Mahkeme heyetinin verdiği beraat kararını hem hukuk açısından, hem de ifade özgürlüğü ve kitap yayınlanması açısından önemli buluyorum. Hukuksal olarak dava sonuçlandığında bütün bunları tarihe bir belge bırakmak açısından kitap olarak belgeleştireceğim. 1973 yılında ölmüş olan İbrahim Kaypakkaya’nın yaşarken yazmış olduğu yazılarının yayınlandığı kitaplar açıkça kitapçılarda satılıyor. Altı ayrı yayınevi tarafından yayınlanmış olan kitap, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kültür Bakanlığı’na bağlı Ankara’da Milli Kütüphane ile İstanbul’da Beyazıt Kütüphanesi’nde okuyuculara sunulmaktadır. “Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) Demokrasi Mücadelesinde Sosyalist Bir Öğrenci Hareketi” adlı kitabımda bir şey belirttim. İlk fikir kulübü, “Fikir hürriyeti” ilkelerini savunmak amacıyla, 14 Kasım 1952’de kurulan, “Ankara Üniversitesi Hukuk Mensupları Fikir Kulübü” dür. 17 Kasım 1952’de yayınladıkları bildirilerinde amaçlarını şöyle açıklamışlardı: “Fikir, insanlık hayatının ve gelişmesinin ana unsurudur. Fikrin insan ve cemiyet bakımından gerçek değerini kazanması ve kendisinden beklenilen vazifeyi layıkiyle yapabilmesi ancak fikir hürriyeti anlayışının varlığı ile mümkündür. Politikadan ve her türlü ideolojik propagandadan uzak olarak fikirlerin tam bir hoşggörürlük ve mevcut kanunlar sınırı içinde münakaşasını amaç edinmiş bulunuyoruz.” Fikir kulüplerinin tarihi bir anlamda Türkiye’nin demokrasi mücadelesinin tarihidir. Aradan yarım yüzyıl geçmiş Türkiye’de. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün neresindeyiz acaba? Otuz bir sene önce yayınlanmış bir yazı nedeniyle kitap toplatılıp, bu yazıya kitabında yer verdiği için yazarı mahkum edilmek isteniyorsa nerede olduğumuz belli değil mi? Binlerce kişi birbirinden farklı düşünüyor diye hayatını yitirdi. Binlercesi sakat kaldı. Bu acı olayların şu süreçte yaşanmaması önemli bir olaydır. Bunun ifade ve düşünce özgürlüğü haklarında da yaşanması gerekmez mi? Ne yazık ki yaşanmıyor. Kitap toplatmalarının ve kitap yasaklamalarının, yazarların mahkum edildiği bir süreçte “UNESCO’nun Kültür Bakanları Üçüncü Yuvarlak Masa Toplantısı” 16-17 Eylül 2002 tarihlerinde Türkiye’de yapılacakmış. Konu: “Somut Olmayan Kültürel Miras/ Kültürel Çeşitliliğin Başlığı”. Kültürel çeşitlilik konusunda 189 ülkenin üye olduğu “Eğitim-Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)” nun bir toplantısına hem ev sahipliği yapacaksın hem de yazarları mahkum edeceksin, kitapları yasaklayacaksın. Bu iki yüzlülük değil mi? Bu iki yüzlülüğün vurgulanması, açığa çıkartılması gerekmez mi? Yazarlar, kütüphanede olması gerekirken zamanlarını mahkeme salonlarında geçiyor. Tarihte görülmüştür ki, kitap toplatanlar ve yazarları mahkum edenlerin adı hiç anılmazken kitaplar yine kütüphanelerde yerlerini almaktadır. Toplumsal tarih yadsınıyor, yok sayılıyor, bilinmiyor. Mahkum edilmeye çalışılıyor. Oysa, çok zengin bir toplumsal tarih birikimimiz var. Yazılanlar bu tarihin sadece milyonda biri gibi bir şey. Bu tarihin yazılması yabancı araştırmacılara bırakılmış. Kendi tarihimiz hakkında araştırma yapılmıyor. Yapanlar da engellenmeye çalışılıyor. Bu tarihin yazılması ve yazanların desteklenmesi, yardımcı olunması gerekmez mi? Gelişmiş, demokrasisi yerleşmiş, hukuk ve adalet sistemi kurumsallaşmış bir ülke olmanın kıstaslarından birisidir bu. Oysa demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin hukuksal güvence altında olmadığı bir ülkede belgesel çalışmalar desteklenmediği gibi engelleniyor, yasaklanıyor, mahkum edilmeye çalışılıyor. Böyle yapılarak gerçekler gizlenmeye çalışılabilir mi? Toplumların gelişme koşulları, değişme yasaları, her zaman siyasi baskılara ve öznel niyetlere rağmen kendi gerçekliğiyle yürür ve onları aşar. Tarih çalışması sabır isteyen bir iş. On yılları alıyor bir kitap çalışması. Riskleri var. En başta yasaklar geliyor. Kitap çıkar çıkmaz toplatılıyor ve hakkınızda dava açılıyor. Yıllarca çalıştığınız ve ortaya koyduğunuz bir eser bu baskılar nedeniyle bir daha yayınlanmama tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor. Yıllarca verdiğiniz emek mahkum edildiği gibi ayrıca siz de mahkum ediliyorsunuz. İki kere mahkumiyet açıkçası. Hem kendiniz, hem kitabınız mahkum ediliyor. Belgesel çalışmalar yaptığım için resmi kurumlarda olan arşivlere ulaşılamıyor. Yasal açıdan engeller söz konusu. Yasaları kendi açısından yorumlayarak keyfi uygulamalar yapılmaktadır. Bu yasakları gözönüne alıp kitabı hazırladığınızda basılmama olanağı önünüze bir diğer engel çıkıyor. Her yayınevi bu kitapları basmaz. Baskıları göze alamadığı için yayın politikasına ters düştüğünü öne sürerek dosyayı basmaz. Dosya basılsa bu kez dağıtım sorunu gündeme gelir. Tanıtım olmadığı için kitap kendi kendini satar. Benim açımdan kitaplarımın okunması daha önemli olduğu için bütün kitaplarımda belgelere ağırlık verdim. Bunun birçok nedeni var elbette. Birincisi, bu konuda belgelerin tasnif edilmiş olduğu merkez veya merkezler yok. Belgelerin hangi kurum ve kişilerde olduğunu sora sora, araya araya buluyorsunuz. Bütün belgelere ulaşmanız da mümkün değil. Belgeler, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir tarafına dağılmış durumda. Ulaşabildiğiniz belgeleri önce tasnif ediyorsunuz. Kullanmanıza izin verilen belgeleri aktarabiliyoruz. Herkesin ulaşamayacağı, elde edemeyeceği belgeler elde ettiğim zaman veya bana ulaştırılan bütün belgeleri kitaplarımda okuyucuya aktarmayı bir sorumluluk olarak görüyorum. Bu nedenle kitapların hacmi biraz genişliyor ister istemez. Belge bulmak çok yorucu bir iş. Yıllarca iz sürüyorsunuz bir belge bulmak için. Olayı aktardığınızda geriye bunları değerlendirmek ve yorumunu yapmak kalıyor. Zaten belgeler ile belgeleri destekleyen tanık açıklamaları veya bunların birbirini tamamlamaları, ipuclarını okuyucuya sunuyor. Olaylara ilişkin verilen bilgilerle okuyucunun bir sonuca ulaşması çok kolay.  Ayrıca, siz ne söylerseniz söyleyin, hangi değerlendirmeyi yaparsanız yapın eninde sonunda belirleyici olan okuyucunun kendi iradesi oluyor.

-Kitaplarınız bazı okuyucularınız tarafından hacimli bulunuyor. En küçüğü 500 sayfa civarında. Birincisi her yayınevi bu kitapları basma riskine girmeyebilir. Ayrıca bu kadar hacimli kitaplar okuyucunun gözünü  korkutabilir. 

– Herkesin beklentisine göre kitap yazılamaz. Bir dönem, bazı kişilerin metre ile kitap aldığı yönünde kara-mizah yapılıyordu. Kitapların hacimli olmasının bir çok nedeni var.  Belge bulmak kolay değildir. Bu zorluğu çok yaşadım. Yıllarca bir belgeyi bulabilmek için uğraş verdim.  Gazeteci-yazar Uğur Mumcu, hazırladığı bir kitapta kullanabilmek amacıyla istediği belgeyi bulabilmek için çalıştığı bir sırada uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Herkes her belgeyi bulamayacağı için bulabildiğim ve ulaşabildiğim bütün belgeleri herkesle paylaşmak istedim. Bence önemli olan kitabı okuyanın o alandaki bilgilere ulaşabilmesidir. Elde edebildiğim bütün bilgileri yayınlayarak bunu sağladığımı sanıyorum. Bu konularda çalışma yapanlardan bir çok kişi gelip benden belge istiyor. Sanıyor ki, bu belgelerin asılları bende bulunuyor. Oysa bende hiç bir asıl belge yok. Yayınladığım belgeleri kimden, hangi özel arşivden, kuruluştan aldığımı kitaplarımda belirtiyorum. Bir şeyi belirtmek istiyorum. Kitaplarımı hazırlarken bana belge verenler ile olaylara tanıklık edip benimle söyleşi yapanların hepsine buradan bir kere daha teşekkür etmek istiyorum. Zamanım kütüphanelerde ile belge ve bilgi peşinde koşmakla geçiyor ama bana en küçük bir belge ve bilgi verenlerin de bu kitaplara zenginlik kattığını unutmamak gerekiyor. Bulduğum belge ve edinebildiğim bilgileri herkesle paylaşıyorum. Ben de varolan belgeleri isteyene veriyorum. Örneğin, Yılmaz Güney’in hiç bir kitabında yer almayan hikayelerini tesadüfen bulmuştum. Bu hikayeleri başta “Yılmaz Güney Vakfı” olmak üzere isteyene yayınlaması için verdim. Buna benzer yüzlerce fotoğraf ve belge verdim isteyenlere.  Herhangi bir belgenin sadece ben de bulunmasının bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Bir belge veya fotoğraf yayınlandıktan sonra o belgenin veya fotoğrafın esas yerinin arşivler ve kütüphaneler olduğuna inanıyorum. Bu nedenle bir belgeyi veya fotoğrafı kullandıktan sonra arşivimde tutmuyor onları mutlaka gereken vakıflara veriyorum. Okuyucunun şunu da bilmesi gerekir diye düşünüyorum: Belgesel çalışmalarda bütün belgelere ulaşmak bir anda kolay değil. Hazırladığım kitapların her biri yaklaşık olarak en az beş yıllık bir çalışmanın ürünü. Fakat bazı belgelere ulaşmak otuz, kırk, elli yılı bulabiliyor. Bazı belgelere de ulaşmak hiç mümkün olmayabilir de.  Belgelere ulaşmak ve onları okuyucuya sunmak sadece kitabı yazanın iradesine bağlı değildir. Bunun bilinmesi gerekir.  Anlaşılması için bir örnek vermek istiyorum. İsrail Başkonsolosu Ephraim Elrom’un 1971’de öldürülmesi hakkında belge bulmak imkânsızdır. “Mahir/ On’ların Hikayesi” adlı kitabımda açıklamasına yer verdiğim ve verdiği bazı belgeleri kitapta kullanmama izin veren Avukat Nebil Varuy, bu konu hakkında, “Şahsi kanaatimce, bu davada bütün çabalara rağmen birçok noktalarda gerçek gün ışığına çıkamayacaktır” değerlendirmesini yapmıştır. Bu açıklamanın normal bir vatandaş olarak bizler için bazı gerçekleri vurguladığını düşünüyorum. Bazı belgelere ulaşmak belki o konuyu zenginleştirir ama eksiklik taşımaz. Çünkü o konu hakkında zaten yeterli bilgi ve belgeler mevcuttur. Bütün bunlara rağmen eğer konu hakkında eksiklik duygusu okuyucuda yer alıyorsa bunu varolan bilgi ve belgeler üzerinden düşünce yürüterek tamamlaması gerekiyor.

-Belgeleri kullanırken nelere dikkat ediyorsunuz?

-Kitaplarımı yazarken tamamiyle roman biçiminde yazmak isterdim. Fakat üzerinde çalıştığım konular nedeniyle bu zor. Bir olayı çok değişik biçimlerde anlatabilirsiniz. Sorun sadece belge aktarmak değil. Kitaplarımın teması yakın dönem tarihi olduğu için olaya tanık olanlara da başvuruyorum. Burada da bazı sorunlarla karşılaşıyorsunuz. İlk başka, olayın tanığını ikna etmek gerekir. İkna olan tanıkla üç dört kere görüşmek zorunda kalıyorsun. Anılarını anlatmaya çalışanın belleğinde ne kalmışsa, olaydan nasıl etkilenmişse ve olayı kendi bakış açısını katarak anlatır. Eksik anlatabilir, yanlış hatırlayabilir. Yanılmalar olabiliyor. Anılarını aktaran kişi, aynı olayı her seferinde farklı anlatabiliyor. Bu kez belgeler devreye girer. Anılarla belgeler birbirini destekler, tamamlarsa sorun en aza indirilmiş olur. Çelişkili görünen noktalar çelişkileriyle birlikte belirtilerek aktarılır. Bunun dışında böyle bir olayı ben yaşarsam ne yaparım, ne düşünürüm gibi yaşanan olayı kendin yaşarmış gibi doğal bir havaya giriyorsun. Bu nedenle toplumbilim, siyasetbilim, ruhbilim gibi birçok bilim anlayışı devreye giriyor. Ayakların yere basacak, gerçekçi olacaksın. Kitaplarımı, her türlü bilgi ve belgeyi aktarabilecek şekilde çalışır, hazırlar ve okuyucuya sunarım. Kendime duyduğum sevgi ve saygıyı okuyucu da duyarım. Her kitabım konusunda başvuru kaynağı gibidir. Geniş bir kaynakça vardır.

-Kitaplarınızdan dört tanesi “Deniz/ Bir İsyancının İzleri”, “Mahir/ On’ların Öyküsü”, “İbo/ İbrahim Kaypakkaya” ve “Sinan/ Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa” adlı kitaplarınız biyografi kitabı. Ve bu kişiler hayatta değiller. Bu tür kitapları hazırlarken hangi zorluklarla karşılaşıyorsunuz? 

-“Kendine yapılmasını istemediğin bir hareketi başkasına yapma” veya, “Benim için ne istiyorsan milyonlarcası senin olsun” gibi halkın kullandığı deyimler vardır. Biyografilerini yazdığım insanlar zaten bilinen isimlerdi. Hepsi genç ve dürüsttü. Yaşları ortalama 24’tü. Düşüncelerine katılırız, katılmayız fakat hiç bir kişisel çıkar gözetmeden düşünceleri uğruna hayatlarını terreddüt etmeden feda ettiler. Bu bir dönemin gençliğinin özelliğiydi. Gerçeğin bir yönü bu.  Fakat bazılarının anladığı gibi ne yazık ki gerçek tek yönlü değil ve tek yönlü olarak açıklanamıyor. Ben çocukluğumdaki efsaneleri, kahramanları bu dört biyografi kitabında bütün yönleriyle anlattım. Kitaplarımın öznesi insan. Karl Marks, kendisi ile yapılan bir söyleşide, “İnsanıl olan hiç bir şey bana yabancı değildir” diyor. Kitaplarımda , okuyan insanın anlamak istediği şekildeki insan değil o insanın kendisi anlatılmıştır. Bazı konularda önyargılı davranıldığı için kitaplarımda daha çok belgeler ve tanıklar ağırlıklı olmuştur. Belgeler ağırlıklı olmasına rağmen okuyucu belgelerin ağırlığı altında ezilmesin diye kitapları roman biçimiyle yazmaya çalıştım. Bunu bir anlamda başardım diye söyleyebilirim. Kitapları okumaya başladığınızda uzun bir tarih yolculuğuna çıkıyorsunuz. Yüzlerce kişi. Yüzlerce olay. Kitapta kullandığım belgelerden yola çıkılarak onlarca roman, onlarca senaryo yazılabilir. Her konuda yüzlerce ayrıntı. Hiç bir kitabımda yorum ve değerlendirme yapmadığım için bu ayrıntıların okuyucuyu düşünmeye yönelttiğini sanıyorum. Kitaplarda aktarılan olaylar bir dönemin gündemini belirleyen olaylar. Toplum adına eylem yapıyorsanız toplum bundan kısa veya uzun vadede etkileniyor. Örneğin 27 Mayıs 1960’ta başlayan süreçte yaşanan bazı olayların  etkileri 12 Eylül 1980’de sonuçlanabildi. Bunun bedelini daha çok emekçi kesimler ödedi. Bireyler karşılaştığı sorunları çözmek için o sorunların nelerden kaynaklandığını bilmek ister.  Sorunlar bazı kişilerden değil kişilerin biraya getirip oluşturduğu bir sistemden kaynaklandığı bilindiği zaman herhalde sorunların çözümü daha kolay olacaktır. Çözemezse bile bildiği için rahatlayacaktır. Ortam uygunsa bazı kişilerin bazı toplumsal güçlerin adına ön plana çıkması doğaldır. Dönemin toplumsal olayları içinde eğer ismi yeterince vurgulanmamışsa, ortaya çıkmamışsa, hatta yaşıyorsa diğerleri önemli değildir anlamı çıkmamalı. İsmi bilinmeyen nice değerli kişiler vardır. Sol’un ilkelere ihtiyacı vardır ama tabulara ihtiyacı olmadığının artık yaşanan bu kadar acı olaylara rağmen bilinmesi gerekir sanıyorum. Sol akılcılıktır, bilimdir. Bir dönemin anlaşılması ve bütün yönleriyle kavranabilmesi o konu üzerinde en azından yeterince bilgi sahibi olmakla olanaklıdır. Bazı şeyler tabulaştırılır ve kutsallaştırılırsa, orada gizlenmek, saklanmak istenen bir şeyler var demektir. Tabularla politika yapılmak isteniyorsa orda kitleler uyutulmaya çalışılıyordur. Toplumbilim açısından baktığınızda tabular din olgusunda daha çok kullanılıyor. Bilimsellik adına politika yaptığını söyleyenler neden dinsel motifler kullanır acaba? Bir düşünce sistematiği içinde politika yapılır. Bunun adı şu veya bu olabilir. Bir düşünce adına politika yapılmasını anlıyorum. Fakat, kişileri tabulaştırarak, kişilere tapınarak politika yaptığını iddia edenler bu hakkı kendilerinde görmeleri doğru değil kanısındayım. Kendi kendilerine böyle bir şey yapmalarını ortak değerleri çıkarları adına kullanma olarak görüyorum. Bunları belirtmemin nedeni şudur: isimleri ön plana çıkartılan kişiler bir düşünce sistematiği adına hareket ettiler, bu düşünce nedeniyle hayatlarını feda ettiler. Deniz Gezmiş, 6 Mayıs 1972 günü, idam edilirken, ailesine yazdığı son mektupta, “Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki bilimle uğraşmak da biryerde insanlığa hizmettir” diyordu. Ayrıca, yazdıkları yazılar var. Bunları daha sonra kitaplaştırıp yayınladılar. Teori, düşünceden düşünce üretmek demektir. Bazı sorunlar hakkında kitap yazmanız sizin teorisyen olduğunuz anlamını taşıyabilir mi? Siz öyle olmadığınız halde size bu anlamı yüklemek isterlerse orada yanlışlıklar başlamaz mı? Bu yanlışların nerede, nasıl sonuçlanacağını iyi niyetle bu işe başlayanların bile kestiremediği olaylar ortaya çıkmıştır. Bazı kişileri lider kabul etmek ayrı bir şeydir, kişiye tapınmak ayrı şeydir. Türkiye’de bazı sağ ve sol hareketlerde kişiye tapınmanın bir sosyal olgu olduğu bilinen bir gerçekliktir. Sosyal gerçeklik kişilerin iradesinden üstündür. Düşünce sistematiği içinde yapılan yanlışları vurgulamak için bir örnek vermek istiyorum. Gazeteci Nadir Nadi, Atatürkçülük adına yapılan yanlışları vurgulamak için, “Ben Atatürkçü Değilim” diye bir kitap yazmıştı. Doğrular kimsenin tekelinde değildir. Matematik, kimya, biyoloji, edebiyat gibi her toplumun kabul ettiği ortak eğitim sistemleri vardır. Sorun, bu bilimleri tüm insanlığın yararına mı yoksa bazı birkaç kişiye hizmet eden sistemin çıkarına mı kullanılacağı sorunudur. Buna yanıt verdiğiniz zaman tercihinizi belirlemiş oluyorsunuz. Bana göre, her bireyin hayatı önemli ve değerlidir. Nâzım Hikmet’in bir şiirinde yazdığı gibi, “Kırılan her çiçeğin acısını yüreğimizde hissediyoruz”. Dönemler arasında kıyaslama yaptığınızda daha sonraki dönem için daha çok “teorisyen” ortaya çıktığı değerlendirmesi yapılması gerekmez mi? Bir ara 49 sol gruptan bahsediliyordu çünkü. Politikanın öznesi insandır. İnsanı eksen alarak politika yapılmaktadır. 1974-1980 döneminde 1961-1971 döneminden çok daha fazla olaylar yaşandı. Aynı olaylar içinde yeralan ve aynı siyasi birikime, hatta daha fazla siyasi birikime sahip binlerce kişi öldü, yüzlerce kişi sakat kaldı, işinden, okulundan oldu. Olaylar içinde yeralanların bir çoğu tesadüfen yaşamaktadır. Bu dört biyografi kitabını sadece biyografi kitabı olarak değerlendirmek yanlışlık olur sanıyorum. Biyografi bağlamında bir anlayışı, bir dönemi belgeleriyle, tanıklarıyla aktarmaya çalıştım. Bir karakterin yansıtılmasıyla o dönemin yaşayan kişilerinin ortak yanlarını görmek mümkündür. Bir diğer yönü görmek gerekir diye düşünüyorum. Toplumsal mücadeleler tarihini bir kişinin varlığıyla açıklamak, bir kişiye bağlamak mümkün olabilir mi? Bazı isimlere ve olaylara takılarak politika yapılırsa sonuçları ne olur diye düşünmek gerektiği kanısındayım. Kitapların konu edindiği dönemi ele alırsak işçi sınıfı hareketi var, köylü hareketi var, gençlik hareketi var, memur hareketi var. Bu toplumsal güçlerin ortak hareketleri var. Kişiler, tarihsel olayları yorumlayabilirler, açıklamaya çalışabilirler, yazı yazabilirler. Fakat sonra ne oluyor, sanki sadece o kişi o konu hakkında yazmış, başka hiç kimse o konu hakkında yazı yazmamış gibi bakılıyor konuya. Değişik toplumsal güçlerin yarattığı dinamizmi bir tarafa iterek, yadsıyarak sadece bir kişiye tapınarak toplumsal tarihin açıklanması özgür düşünce açısından mümkün müdür? Yapılmak isteniyorsa gerçekle bir bağı olabilir mi?. 1961-1971 dönemini ele aldığımızda, bir çok şeyin çok kısa sürede yaşandığı bir dönem. Bazı şeyler neredeyse iki yıl içinde olup bitiyor. Aynı kişinin yazdığı ve teorik olduğu kabul edilen yazılara baktığınızda birbirini yalanlayan yazılar bile bulabilirsiniz. Örneğin, daha önce, Türkiye’de işçi sınıfı yoktur diye yazan kişi, 15-16 Haziran 1970’te meydana gelen olaylardan sonra, Türkiye’de işçi sınıfı vardır diye yazmıştır. Daha önce var mı yok mu diye tartışan bazı kesimler, işçileri kendi başına iş yapamayacak bir güç olarak görüyorlardı. Aktif güç olarak üniversiteli gençlik görülüyordu. Bu nedenle, üzerinde oyun oynanabilecek, güç gösterilebilecek, el altında bulundurulabilecek potansiyel bir güç olarak görülen gençlik üzerinde bazı kesimler tarafından değişik provokasyonlar yapıldı. Gençlik bir çok kişiyle, bazı güçlerle işbirliğine gitti. Veya bazı kişi veya güçler, gençlikle bağ kurdu. Sizinle bağ kuran kişi sol adına hareket ettiğini söyleyebilir. Fakat gerçekten onun sol olup olmadığı veya neye, kime hizmet ettiğini nasıl bilebilirsiniz. Sol adına sizin yanınıza gelirde başka birine hizmet ediyor olabilir. Aynı soruları sağ olarak nitelenen hareketler içinde sormak gerekir. Bu soruları sorduğu için 12 Eylül 1980’den sonra “Ülkücü Hareket” olarak nitelenen kesim ikiye ayrıldı. 12 Mart 1971 ile başlayan dönemde, ve daha sonraki dönemlerde provokatif hareketler de olmuştur. Kitaplarda aktardığım olaylar nedenleri, sonuçları, etkileri ile belgeler ve tanıklarla aktarılmıştır.

-İşçiler, köylüler, memurlar diyorsunuz. 1961-1971 dönemini aktarırken çalışmalarınızda esas anlamda belirtmek istediğiniz, vurgulamak istediğiniz, yoğunlaşmak istediğiniz kesimler oldu mu?

-27 Mayıs 1960 anayasasının sağladığı yasal olanaklarla 1961-1971 döneminde toplumun her kesimi ayaktadır. Hak arama mücadelesi vermektedir. Üniversitelere adımını attığınızda politikaya adım atıyorsunuz demekti. Her konu tartışılıyordu. Yayınlanan her kitap okunuyordu. Çıkan dergilerin satışı 10 binlerle ifade ediliyordu. Yoğun bir hareketlilik söz konusudur. Toplumun her kesiminin verdiği mücadele ayrı birer kitap olabilecek kadar yoğun ve önemlidir. Fakat, 1961-1971 döneminde özellikle gençlik ve ordu içinde meydana gelen olayları ayrıca ele alıp değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Gençlik kendisini iktidarın ortağı olarak görüyordu. İşçiler ile gençlik, köylüler ile gençlik, hayatın her alanında ortak mücadele vermeye başlamışlardı. Toplumun en aktif ve gündemini belirleyen eylemleri gençlik yapıyordu. Bu nedenle diğer kesimler gençlikten bir şeyler bekler hale geldi. Gençlik içindeki bazı kesimler kendilerine bazı misyonlar yükledi ve bu misyona göre hareket etti. Zaten buna uygun örnekler hem dünyada hem de Türkiye’de vardı. 28-29 Nisan 1960 eylemleri sonucu 27 Mayıs 1960 ihtilali olmuştu. Küba, Vietnam, Filistin, Latin Amerika örnekleri vardı. Arkadaşı Hasan Ataol, Deniz Gezmiş için, “Latin Amerika’nın Che’si varsa, Türkiye’nin Deniz’i vardır” demişti. Yüzlerce genç, Filistin gerilla örgütlerinin kamplarında gerilla eğitimi almaya gitti. Geri gelirken bir kısmı romantizmle geldi. Gerilla romantizmi giyime, yemeye, içmeye yansıdığı gibi bir çok kişinin bu uğurda ölmesine de yolaçtı. Anti-emperyalist gösteriler, eylemler 1961-1971 döneminin başlıca karakteristiği idi. Anti-Amerikan hareketler sonucu Türkiye’ye gelemeyen ABD 6. Filosu toplumsal hareketler 1971’de şiddetle bastırıldıktan sonra ancak yeniden Türkiye’ye gelebildi. Vedat Demircioğlu, Ali Turgut Aytaç, Duran Erdoğan, Mustafa Taylan Özgür, Necmettin Giritlioğlu, Şerafettin Atalay gibi devrimci-sosyalist insanlar toplum daha iyi bir yere gelsin, insanlar daha iyi yaşam içinde olsunlar diye hayatlarını yitirdiler. Herkesin kendine göre iktidar planları yaptığı bir dönemdi. Kimi parlamenter sistem yoluyla, kimi gerilla mücadelesiyle, kimi “cunta” ilişkileri ile iktidar olmak istiyordu. “İkinci Kurtuluş Savaşı” verdikleri şiarıyla hareket eden gençlik kesiminde meydana gelen olayları bütün yönleriyle kitaplarımda aktarmaya çalıştım. Silahlı Kuvvetler içinde bazı subaylar ikinci bir 27 Mayıs örneğini amaçlıyordu. Bu subaylarla ilişkide olan bazı siviller de vardı. TİP, “cunta” olarak nitelendirilen hareketlere karşıydı. TİP, bu nedenle, “devrime engel olmakla” suçlanıyordu. TİP yönetimi de, “faşizm gelir” diyordu. Sonuçta da faşizm geldi. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. Olağanüstü koşullarda yargılanmanın sonuçlarını bu yargılamalarda görmek mümkün. “Deniz / Bir İsyancının İzleri” kitabında ayrıntıları var. Tercüman Gazetesi’nin yazarı Rauf Tamer, 8 Nisan 1972 günü yayınlanan yazısında, “idam tartışmaları” yapılırken özetle şunları yazmıştı: “İPTAL. İdamlara dair kanun iptal edildi. Ne demek iptal? İsterseniz gelin kelimenin menşeini arayalım:  İptal. İpta. İpt. İp. Gördünüz mü, sonunda yine ip çıkıyor.” Aynı zamanda bir hukukçu olan gazeteci Rauf Tamer, onbeş sene sonra 6.11.1987 tarihli Tercüman gazetesinde yayınlanan yazısında ise şunları belirtmektedir: “Gezmiş, bugün yaşasaydı infaz kanunu sayesinde belki de hapisten çıkmış bile olacaktı… 70’li yılların şartlarına göre belki çok çabuk ve şiddetli cezalandırılmıştır. Şimdi, ondan daha büyük suç işleyenlerin idamını hâlâ onaylayamıyor Meclis.” İdam cezası Temmuz 2002 tarihinde kaldırıldı. O dönem yaşanmış ve yeterince açıklanmamış başka bazı olayları var. İlyas Aydın olayı ortaya tam çıkmış değil. Mahir Çayan ile İlyas Aydın arasında geçmiş bazı konuşmalar var. Mesut Erdinç’in ölümü tam çözümlenebilmiş değil. Yusuf Küpeli’nin 8 Kasım 1969 günü yakalanmadan önce Filistin’den geldikten sonra kaldığı evlerde görüştüğü kişiler ile onlarla yaptığı konuşmalar polis tarafından gizlice kayda alınmış. “Mahir / On’ların Öyküsü” isimli kitabımda bu konular hakkında tanıkların anlattığı bazı bilgiler yer alıyor. Kitap bir bütünlük içinde okunmalıdır sanıyorum. Kitapta sadece bazı tartışmaları görüp, diğer olayları görmezseniz olmaz. Biyografisi yazılan kişi her iki  olayıda yaşamış. Onu da, ötekini de. Hiç bir şey es geçilmemiştir. Biyografisi yazılan kişilerin hayatları her yönüyle aktarılmıştır. “İbo /İbrahim Kaypakkaya” kitabında “işkence ile öldürüldüğüne dair” belgelerde vardır, “intihar” ettiğine dair belgelerde. Bu belgelerin birisini koyup, diğerini koymamak olmazdı. Bu konuda çeşitli söylentiler de mevcut. Örneğin, bir genç anlatmıştı. Annesinin kendisine, “Konuşması için İbrahim Kaypakkaya’nın beynine elektrik verildiğini ama konuşmadığını, yine Ali Haydar’a öldükten sonra konuşması için beynine elektrik verildiğini” anlatırmış. Deniz Gezmiş’in de idam edildiği halde idam edilmediğine hatta Deniz’in yerine başka birisinin idam edildiğine dair inançlar oluşmuş bazı kesimlerde. Kişileri tapacak kadar severseniz, tabulaştırırsanız bu tür söylenceler ortaya çıkar. Bu tür söylenceler sadece o döneme özgü değil. Tarihin her döneminde olmuş. Olmazsa bile kendi kahramanını yaratmış. 12 Mart 1971 dönemi olarak adlandırılan süreç içerisinde yaşanan bazı olayları daha iyi açıklayabilmek, anlayabilmek için silahlı mücadele verdiğini söyleyen kesimler ile bunlarla bağ kurmak isteyen, veya kurmuş kesimler arasındaki ne tür ilişkiler oldu? Bu tür ilişkileri ve arkasındaki güçler kimdi bilmek gereklidir. Yoksa eksik değerlendirilebilir olaylar. 9 Mart 1971 günü gecesi kimler nerede sabaha kadar niçin bekledi?. 16 Mart 1971 günü ordudan emekli edilen üst düzey subaylar vardı. Kamuoyunda “Bomba Davası” olarak bilinen davada yer aldı bu emekli edilen subaylardan bazıları. Bu konuda bazı kitaplar yayınlandı. 1961-1971 döneminin açığa çıkartılması için bu konu üzerinde yoğunlaşmak gerektiğini düşünüyorum. Fakat bu konuya yoğunlaşmak kolay değildir. Uzun yıllar geçmesi gerekebilir. Her şeye rağmen aktardığım bütün olaylar belgelere ve tanıklara dayandığı gibi iç ve dış toplumsal etkileri de vurgulanmıştır. Bunlar yaşanmış bitmiş, tarihe malolmuş olaylar. Bu olaylar daha çok tarihçileri ilgilendirir hale gelmiş. Fakat işin bir başka yönü şöyle. Bunlardan tecrübe çıkartanlar var, bir de bu olaylar nedeniyle kamuoyunu yanıltmaya çalışanlar var. Eğer birileri o dönem ortaya çıkan bazı isimler ile siyasi adlandırmalara dayanarak bugün siyaset yaptığını söylüyor, ama yukarıda vurguladığım olaylardan bazılarını yok sayıyorsa bunların kim olduğunu kamuoyunun bilmesinde yarar var. Çünkü, yine yanlışların üzerinde politika yapılıyor demektir ve sonunda kaybeden yine emekçi kesim olacaktır.

-Olayları aktarırken bütün yönler vurgulanıyor mu, yoksa seçerek mi anlatılıyor?

-Tarih karşıtların mücadelesinden ortaya çıkar. Bu mücadelenin içinde eksiler, artılar, güç dengeleri, kahramanlıklar, dürüstlükler, hainlikler, döneklikler, provokasyonlar, kazanma veya kaybetme herşey sözkonusu. Siyasi mücadele, iktidar mücadelesi demektir. Tarih seçerek anlatılmaz. Bütün yönleriyle aktarılır. 1966’da TİPüyesi olan bazı gençler, 1970’te TİPGenel Merkezini bastılar ve bazı TİP’liler saldırı sonucu yaralandı, TİP Genel Merkezindeki bazı eşyalar alıp götürüldü. Götürenler, buna “el koyduk” dendi, “devrimci terör” dendi. Daha önce sağcıların yaptığı saldırıların yerini bu kez kendini MDD’ci olarak adlandıran bazı solcu gençlerin yaptığı saldırılar almıştı. Sol içindeki çatışmalar daha sonra kötü olaylara neden oldu. Sol gruplardan bazıları, sol hareket içinde bazı kişilere silahlı saldırı düzenledi. Bu saldırılar sonucu birçok insan öldürüldü.  Oysa, TİP ne zorluklar, özveriler sonucu kurulmuş ve yaşatılmıştı. 15 tane milletvekili vardı TBMM’de. Herkes kendini TİP’in söylediklerine göre ayarlamaya, çeki düzen vermeye başlamıştı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel bile, “TİP nedeniyle Parlamentoya düzey geldi” demişti. Kurulduğundan itibaren TİP’e yönelik saldırılar hakkında bir çalışma yapılsa kalın bir kitap olabilecek kadar çoktur. Bireylerin kendini “sosyalist” demeye korktuğu, “toplumcuyum”, “sosyal adaletçiyim” dediği bir dönemde yasal anlamda kendini sol diye tanımlayan bir parti yaşatılmaya çalışılıyordu. Yaşatılmasının önemi görülemedi. Şadi Alkılıç ismini şimdi kaç kişi hatırlar mı acaba? Şadi Alkılıç 12 Aralık 1962 günü, Cumhuriyet Gazetesi’nde “Türkiye’nin Tek Kurtuluş Yolu: Sosyalizm” başlıklı yazısını yazdı diye 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, 27 Mayıs 1967 günü, “27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramı”nda yaptığı konuşmada, “Anayasa sosyalizme kapalıdır” diye bir açıklama yapmıştı. “Anayasa sosyalizme açık mıdır, kapalı mıdır?” diye günlerce süren bir tartışma yaşanmıştı. Bugün için gülünç ama o gün için çok ciddi sayılan tartışmalar yaşanmıştı. O günler tarihin tozlu belgelerinde kaldığı için bugün bir çok kimse hatırlamaz bunları. 2002 yılında, Türkiye Komünist Partisi (TKP) adı ile kurulmuş yasal bir parti var ve seçimlere girip oy isteyecek. TİP yönetiminin de haklı tarafları olmasına rağmen bazı olaylarda yanlışlar yapmıştır. TİP içindeki tasfiyede daha olgun davaranılabilirdi diye düşünüyorum. Ama yaşanmış bitmiş olaylar. 1961-1971 dönemi çok önemli tecrübeler çıkartabileceğimiz olaylarla doludur. Bu olaylardan tecrübeler edinilmelidir. Toplumsal mücadeleler tarihi içinde her konu hakkında bilgi sahibi olmak, açıklayabilmek mümkün değildir. Bazı olaylar vardır ki, sadece olayı belgelerle aktarabilir veya bazı değerlendirmelerde bulunabilirsiniz, ama olayı bütünüyle bilmeniz mümkün değildir. Örneğin ABD Başkanı Kennedy’in öldürülmesi olayı, İtalyan siyasetçi Aldo Moro’nun öldürülmesi olayı, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi olayı gibi. Kapitalist sistem için insanın hayatının hiç önemi yoktur. Egemen güçler için sistemin yürümesi önemlidir. Bu sistemin yürütülmesi için bazı kesimlerce o dönem yaratılmış bazı olaylar bu kitaplarda belgelerle aktarılmıştır. Provokasyonlar, sağ adına da sol adına da yaptırılmıştır. Türkiye bu konuda yabancı istihbarat servislerinin deney alanı olmuştur. Yabancı istihbarat servislerinin sağladığı olanaklarla yıllarca yurtdışında korunup kollananlar olmuştur. Bu destekler devam etmektedir. Acaba neden destekleniyor bu kişiler? Lider olarak bilinen bu kişilerin kimler olduğu belgelerle kamuoyuna açıklandı. Ayrıca, gittikleri ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından bu kişiler çeşitli olaylarda kullanıldığı açığa çıkmıştır. Bu provokasyonlar, bu provokasyonların arkasında kimler olduğunu bilinmeden anlaşılmadan politika yapılırsa her zaman aynı açmazlara düşülür. Deyim yerindeyse, sonuçta, “Gidersin gidersin bir arpa boyu yol alamazsın.”

-Bu olayları aktarırken tehdid ediliyor musunuz? 

-Bazı şeyleri bahsetmekten hoşlanmıyorum ama yaşadığım bazı olaylar var. Bunların bilinmesi ve belgelenmesi gerekir diye düşünüyorum. Bazen korkunç baskı altında yaşadığım anlar oluyor. Kitaplarımda konu edilen olaylar bundan en az otuz, kırk sene önce yaşanmış olaylar. Benim dışımda yaşanmış olaylar. Ben sadece daha önce yaşanmış bu olayları belge ve tanıklarla aktarmaya çalışıyorum. Eskiden “Vak’anüis” denilen zamanın olaylarını saptamakla uğraşan kimseler vardı. Ben de onlar gibi olay aktarıyorum. Yorum ve değerlendirmem yok. Buna rağmen, siz bu olaylar içinde yaşamamış olduğunuz halde kendinizi birden bu olayların tarafları içinde buluyorsunuz. Çünkü, bu olayların açıklanmasından rahatsız olan kesimler var. Bu rahatsızlıkları dolaylı veya doğrudan size bir şekilde yansıyor, yansıtılıyor. Spekülasyon değil bir gerçekten bahsediyorum. Türkiye’de yaşanmış olaylar var. “Osmanlı’da oyun çoktur” gibi bir deyim vardır. Hiç ummadığınız bir olay nedeniyle başınızı belaya sokabilirler. Artık ömür boyu bazı olayla uğraşır durursunuz. Kardeşin kardeşi boğdurttuğu bir anlayışın devam ettiği sistemde ifade özgürlüğünün hiç bir anlamının olmadığı bazı yaşanan olaylar nedeniyle gün ışığına çıkmıştır. Bazı şeyleri hafife almak mümkün değil. Kapitalist sistemin insanlık dışı uygulamaları var. Bunlar gözardı edilemez. Bizim dayanacağımız tek şey sistemin hukukudur. Hukuk seni koruyamazsa, bilhassa senin karşında yeralırsa ben ne yapabilirim ki? Kitapları hazırlarken ve yayınlandıktan sonra ölüm tehdidi dahil bir çok tehdit yapıldı. Bu tehditlere karşı yazarın kaleminden yani bilincinden başka hiç bir gücünün olmadığı üzücü bazı olaylar sonucu ortaya çıkmıştır. Gazeteci-yazarlardan Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Turan Dursun suikast sonucu öldürüldüler. Bu yazarların kaleminden, düşüncesinden başka güçleri yoktu. Oysa karşıdaki kişilerin her türlü legal-illegal gücü vardı.  Yazarlara yönelik baskılar nedense belli kesimler tarafından gözardı edilmektedir. Bu konuda bir çifte standart var. Amerikalı yazar Noam Chomsky, bir kitabı toplatıldığı için Türkiye’ye geldi. Noam Chomsky, Türkiye’ye gelmeden bir ay öncesinden bütün köşe yazarları bu konu hakkında yazı yazmaya başladı. Suçlayan savcı bile beraat istedi. Oysa, Türkiye’de kitapları ve yazıları nedeniyle yargılanan onlarca yazar-gazeteci daha vardı ve var. Onlar ABD’li ve isimleri Noam Chomsky olmadığı için hiç kimse onlardan tek satır dahi bahsetmiyor.

-“Türkiye’de Devrimci Gençlik Hareketleri Tarihi (1960/1968)”, “Fırtınalı Yıllarda Ülkücü Hareket” ile “Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)/ Demokrasi Mücadelesinde Sosyalist Bir Öğrenci Hareketi” adlı üç tane dökümanter çalışmanız var. “Türkiye’de Devrimci Gençlik Hareketleri Tarihi (1960/1968” adlı çalışmanız birinci ciltte kaldı. Kitap kaç ciltti, diğer ciltler neden yayınlanmadı, yayınlanacak mı?

– “Türkiye’de Devrimci Gençlik Hareketleri Tarihi (1960/1968)” adlı çalışmam toplam dört ciltti. 1974 yılına kadar olaylar kronolojik sıralama içinde aktarılıyor ve bulunan belgeler ekler bölümünde veriliyordu. Kitabın birinci cildi Nisan 1993’te yayınlanmıştı. Aradan dokuz yıl geçti. Ticari bulunmadığı için diğer ciltler basılmadı. Şimdi kitabı yeniden düzenliyorum. Dört cilt halinde yeniden yayınlanacak. “Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)/ Demokrasi Mücadelesinde Sosyalist Bir Öğrenci Hareketi” adlı kitabım 1961-1971 döneminde toplumun gündemini belirleyen en önemli örgütlerden birisini konu edinmektedir. Daha sonraki dönemlerde kendisini FKF’ye dayandırmayan hemen hiçbir sol hareket yoktur. Bu hareket, öncesi ve sonrasıyla bilinmesi, aktarılması gerekiyordu. Kurulan ilk fikir kulübünün Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü olduğu ve kuruluş tarihinin 4 Aralık 1954 olduğu söylenirdi. Oysa, bulduğum belgeler bunun tersi olduğunu ortaya koydu. Kurulan ilk fikir kulübü, 14 Kasım 1952’de kurulan “Ankara Üniversitesi Hukuk Mensupları Fikir Kulübü” idi. Okuyucu, “Ankara Üniversitesi Hukuk Mensupları Fikir Kulübü”nü kimler kurdu diye kitabı alıp bakmalı. Eğer merak edip bakmazsa yakın dönem siyasi hareketleri anlaması mümkün değildir. SBF Fikir Kulübü de 3 Ocak 1956 günü kurulmuştur. Bunun belgeleri kitapta verilmiştir. SBF Fikir Kulübü’nün çok önemli belgeleri olan karar defterlerinden iki tanesi olduğu gibi kitabın ekler bölümünde okuyucuya ve araştırmacılara sunulmuştur.  Karar defterlerine kimlerin üye olduğuna bakmak gerekli diye düşünüyorum. Okuyucu bunu merak edip bakmalı. Bir diğer kitabım “Fırtınalı Yıllarda Ülkücü Hareket” isimli kitabımdır. Yaptığım iş “araştırmacı-yazar” olarak tanımlanmaktadır. Her konu “araştırmacı-yazar” olarak tanımlanan kişinin ilgi alanına girer. 1961-1971 döneminde hem sol ile sağ, hem de sağ ile sağ ve sol ile sol arasında çatışma ve tartışmalar yaşanıyordu. Politikada taraflar vardır. Bunun bir tarafını sol hareketler oluştururken, diğer tarafını sağ hareketler oluşturmuştur. Her iki tarafta birbirleri hakkında bilgi sahibi değillerdi. Değil haklarında kitap okumak, dergilerini bile okumuyorlardı. Karşı taraf için bilgi sahibi olabilmeleri ancak içinde yeraldıkları siyasi hareketin yayınladığı dergilerdeki yazıların çerçevesi kadardı. Böyle politika yapılabilir mi? Yapılırsa ne olur? Sonuç ortada. 1974-1980 arasında her iki taraftan da en az beşbin kişi ölmüştür. Kahramanlık edebiyatına ve sadece bazı bilinen odaklara  maletmeden bu kadar insan niye öldü acaba diye düşünen, bazı değerlendirmelere varan siyasi hareketler olmuşsa hangi sonuçlara varmışsa, bir araştırmacı-yazar olarak merak ediyorum. Geçmişte yapılan hatalar nedeniyle yüzlerce insanın hayatına neden olanlar özeleştiri yapmadan bugün halen daha siyaset yapıyorlar. Bu siyasi hareketlere, ayrıca, eğer yazma cesaretleri varsa, bu konuda mutlaka kitap yazmalılar diye buradan sesleniyorum. Başka kitaplarda yazılmalıdır. Sol hareketler arasında yaşanan şiddet konusunda da kitap yazılmalıdır. Politika ciddi bir iştir. İnsanın hayatına maloluyor. Bu hayatların bir değeri olmalıdır. Sadece ölen kişileri değil her kişiyi imkânlar ölçüsünde belgelemeye çalışıyorum. Belki o tarih yaptığının farkında değil ama tarih yapmıştır. Elde edebildiğim belge ve tanıklara dayanarak yaşanan toplumsal olaylar içinde yeralan kim varsa hepsini kitaplarımda aktarmaya çalıştım. Hangi şekilde olursa olsun ödenen bedelin değerinin verilmesi, korunması gerekir diye düşünüyorum. Tarih bir bütündür. Seçilerek değil, bütün yönleriyle ve bütün taraflarıyla yazılır. Yazmak istediğim binlerce konudan birisi de “ülkücü hareket” idi. “Fırtınalı Yıllarda Ülkücü Hareket” adlı kitabımı, ülkücü olarak adlandırılan hareketin yayınladığı dergilerden, gazetelerden, broşürlerden derleyerek oluşturdum. 1966’da ilk kurulan Ülkü Ocağı’ndan 1972’de kapatılan Ülkü Ocaklarına kadar geçen süre içinde yer aldıkları bütün eylemler kendi belgeleriyle aktarılmıştır.

-Yeni kitap çalışmalarınız var mı?

-Yazmak istediğim binlerce konu var. Sinemalaştırılmasını istediğim bazı kitaplarım ile ilgili olarak senaryo çalışmalarım var. Yaşanmış bazı olayları kapsayan bir roman çalışmam söz konusu. Hayatın en önemli yanlarından biri de cinselliktir. Yaşanmış ilginç cinsel olaylar hakkında bir kitap hazırlıyorum. Ayrıca, yıllardan beri belge topladığım bazı konular var. Onları kitaplaştırmaya çalışıyorum. Kısa adı Dev-Genç olan Türkiye Devrimci Gençlik Hareketleri Tarihi hakkında bir kitap hazırlıyorum. Yılmaz Güney hakkında biyografik bir çalışma yapıyorum. 9 Mart 1971’de yapılmak istenen hareket hakkında yıllardır süren bir çalışma hazırlıyorum ve belge topluyorum. Bu konularda eğer katkıda bulunmak isteyen ve belge vermek isteyenler varsa beni aramalarını rica ediyorum.