Bölük pörçük uykularımdan birinden her zamanki gibi yorgun bir şekilde uyandım. Bir iki yudum poğaça yiyip, çayımı söyledim. Küfürle birlikte ilk sigaramı yaktım. Kahve tenhaydı. Sadece, yan masada iki kişi hararetli bir tartışma içindeydi. Kirli sakallı, diğerinden biraz daha genç gösteren adam dönüp, sinirli bir şekilde;
-Ulan ölüp gideceksin hâlâ doğru dürüst bir lokantada kendine 2 duble rakıyla bir balık söyleyemedin. Mezara mı götürücen lan o kadar parayı?..-
Diğeri lafa girdi;
-Niye? Çocuklarım var, ben yemiyorsan onlar yer!
Kirli sakallı adam daha da sinirlendi;
-Ne oğlu lan? Sen varsan oğlun var, sen yoksan hiçbir şey yok. Babamı, annemi ben mi seçtim? Çocuklarımı ben mi seçtim? Yalnız doğduk, yalnız öleceğiz. Ne masalı anlatıyorsun sen?-
Belli ki samimi iki arkadaştı. İstemeden dinlemek zorunda kaldım. Adam sabah sabah hayata dair önemli şeyler söylüyordu.
Dedim ya yorgundum ve anlamsızlık içinde boğuluyordum. Yine de düşünmeden edemedim. Adam filozofların yüzyıllardır kafa yordukları konuda, hem de sert ve acımasız bir şekilde doğruları söylüyordu. -Yalnız doğduk, yalnız öleceğiz-
Kafama takıldı. Sözler, hem Varoluşçuluk hem de Nihilizmi çağrıştırıyordu.
Akşam Sartre’ın Bulantı’sını okumaya çalışıp 15-20 sayfa sonra sıkılıp bırakmıştım. Sartre’ı seviyor ama okuyamıyordum. Ağır, ağdalı, sıkıcı, muğlak bir dili vardı ve insanı gereğinden fazla yoruyordu ve benim de daha fazla yorulacak halim yoktu.
Bu kez SARTRE’ı düşünmeye başladım. Varoluşçuluğu dünyaya yayan adamdı. 20.yüzyılın büyük düşünürlerinden biriydi. Hayatı da düşünceleri gibi aykırıydı.
Nobel edebiyat ödülünü reddetmiş, hayatı boyunca hiç bir ödülü kabul etmemişti. Yazarken damardan uyarıcı aldığı söyleniyordu. sıkı bir Marksistti ve nasıl oluyor da Varoluşçuluğu Marksizmle uzlaştırıyordu ve bu durum benim boyumu aşıyordu. sürekli ALBERT CAMUS ile kıyaslanıylordu, ancak SARTRE’ın popülerliği ve CAMUS’nun erken ölümü O’nu Paris’in idolü yapmıştı. Oysa ALBERT CAMUS (tabi bana göre) çok daha etkileyici bir YAZAR-DÜŞÜNÜR’dü. Daha basit ve anlaşılır bir dille yazarken yaşamın anlamsızlığının, saçmalığının dibine kadar inmesini beceriyordu.
Bir solukta bitireceğinizi -YABANCI-’da her şeyi özetlemişti.
Sartre doğduğunda NiETZSCHE öleli 5 yıl olmuştu. NİETZSCHE Nihilizmin kurucusu, SARTRE varoluşçuluğun simgesi…
NİHİLİZM ve VAROLUŞÇULUK aralarındaki fark ne?
SARTRE’ın NİETZSCHE’den etkilenmemiş olması mümkün mü?
Peki Nietzsche’nin Nihilist, Sartre’ın Varoluşçu olduğu mutlak doğru mu?
Her iki düşünce akımına insanlığın bu kadar rağbet etmesinin sırrı ne?
İnsanı mevcut durumundan çok daha yükseğe taşımaya çalışmış, vasatlığı ve sıradanlığı reddedip -insan değer ürettiği oranda üstün insandır- diyerek, insanı sürekli yüceltme çabası vermiş ve hayatını tüketmiş biri Nihilist olabilir mi?
-Varoluşçuluk, Marksizmin kıyılarında dolaşan bir asalaktır- diyen SARTRE, gerçekten varoluşçu mudur?
Nihilizm ve Varoluşçuluk kardeştir. Birbirinden ayıramazsınız. Biri diğerini etkilemiş, diğeri öbürünü popüler kılmıştır.
-UMUT ETMEK İNSAN İÇİN EN BÜYÜK FELAKETTİR- diyen Nietzsche mi haklıdır,
yoksa -UMUTSUZLUK İNSAN İÇİN İNTİHARDIR- diyen Sartre mı?…
Benim gücüm bütün bu soruları açıklamaya yetmiyor.
İnsanlığın düşünce tarihinde bir yağmur damlasından öte bir şey değiliz çünkü. -Hele böylesine büyülü bir sonsuzluk karşısında- Yine de bir ukalalık yapacak ve Maldoror’un Şarkıları’ndan bir cümle ile yanıt vereceğim;
DENİZİN BÜTÜN SUYU DÜŞÜNSEL BİR KAN LEKESİNİ TEMİZLEMEYE YETMEZ!