Burada anlatılan, insanlık tarihinin dünü ve bugünüdür; dolayısıyla senin hikâyenin özetidir.
Her ne kadar, “İnsan, doğanın efendisidir!” denilse de yaşanan bunca afetlerde yitip giden canlar; depremler, su baskınları, orman yangınları, heyelanlar, maden facialarındaki toplu can kayıpları, henüz insanlığın doğaya sahip olamadığını ve teknolojinin bugün için ulaşmış bulunduğu seviyesinde, doğaya hükmetmekten uzak olduğunu göstermektedir.
İnsan, özgür doğanın efendisi, yöneticisi konumunda olamadığı gibi, tam aksine nesneler dünyasının kölesi durumundadır, çünkü paraya karşı dayanılmaz bağımlılık içindedir ve çağımızda meta-fetişizmi yaşanmaktadır.
Eskiler, “Mal canın yongasıdır!” demişse de, bizim durumumuz, bu atasözünü aşmış durumdadır. Orada söylenmek istenen, mal canın bir parçasıdır, kırıntısıdır. Ancak mal, kırıntılığın ötesine geçmiş, hayatımızın öznesi durumuna gelmiştir. Kısaca söylemek gerekirse, metaların yönetimine bağlı yaşam sürdürmekteyiz.
*
Ekonomi bilimi der ki;” Doğa ve insan emeği, üretimin ayrılmaz iki parçasıdır.” 1875 yılında Alman Sosyal Demokratlarının söylemi olan; “Emek, en kutsal değerdir!” sloganına, Marx karşı çıkmıştır ve Gotha Programı’nı eleştirirken; “Sadece emek, en kutsal değer değildir; üretilen değerin anası doğa ise, harcanan emek de babasıdır!” diye, 17. yüzyılın Klasik İktisatçılarından W. Petty’nin sözünü hatırlatmıştır.
Aynı zamanda doğanın ayrılmaz bir parçası da olan insanın, bir şey yapmak üzere emeğini ortaya koymadan önce, neyi üreteceğine dair tasarımda bulunur. Ve daha öncesinde insanlar tarafından üretilmiş olan makinelerle, malzemeleri temin ederek, her türlü ham maddeyi ve üretim için gereken, enerji gibi yardımcı maddeleri –ki ekonomi dilinde hepsinin toplamına üretim araçları denmektedir- doğadan elde ederek işe koyulur. Üretim süreci sonucunda kullanım değeri ve değişim değerini birlikte içeren metalar ortaya çıkar. Pazarda satışa sunulan metaların değişim değerine tekabül eden bir fiyatı vardır. Metaların bu “piyasa fiyatları”, maliyet fiyatlarının artışlarına bağlı olarak sürekli yukarı doğru tırmanma eğilimindedir.
Enflasyonun da kamçılamasıyla şaha kalkan metaların fiyatları, insan emeğinin değerini her geçen gün baskılamakta ve ücretlerin yerinde saymasıyla, çalışanların yaşam haklarını daraltmaktadır. Hiç şüphesiz nesnelerin, metaların ve değerin ölçü birimi olan para, toplumsal ilişkilerin mutlak belirleyicisidir ve damarlarda dolaşan kan gibi ekonominin demiurgosu konumundadır. Para, modern dünyanın efendisidir.
*
Para sahipliğinin vermiş olduğu güç; sermaye ya da toprak mülkiyeti gibi servet birikimi, sonuç itibariyle insanları, çalışan-çalıştıran ve de yöneten-yönetilen diye saflara ayrıştırmaktadır. “İnsan, insanın kurdudur!” – Homo homini lupus- demiş, “Leviathan”ın yazarı T.Hobbes. Ne yazıktır ki, paranın sağlamış olduğu güç ile insan, insanın hem kurdu olmuştur, hem de yüce efendisi! Bu sayede kapital sahibi, çalışan insanların emek-gücünü ve çalışma saatleri boyunca özgürlüklerini, kendi namı hesabına satın alabilmektedir.
*
İlkel-komünal toplumlardan, sınıflı toplumlara geçilmesiyle başlayan, kadın-erkek arasındaki fiziksel ayrım ile “efendi-köle” ayrımı, tarihsel süreçte toplumsal üretim tarzının temel belirleyeni olmuştur. Ekonomik gücü ele geçirme, yani “erk” sahipliği, zamanla hâkimiyeti, “hegemonya” yı yaratmış, yöneten kesimler de, sahip olunanla yetinmeyerek, genişlemeye, büyümeye yönelmiştir.
Klan topraklarını genişletmek için yapılan savaşlar ve bu savaşlarda kaybedenlerin köle durumuna düşmesi, köle emeğini doğururken, klan topraklarını da, Vatan topraklarına dönüştürmüştür… Köleci toplumlarda kurulan köle-efendi arasındaki ilişki, yüz yıllar boyunca sürüp gitmiş ve ardından Avrupa’da Feodal düzene geçilmesiyle feodal bey- serf arasındaki ilişki doğmuştur. Ve 600 yıl gibi bir süre feodal yapı devam ettikten sonra çözülmeye uğramış, yerine yeni bir toplumsal yapı kurulmuştur; kapitalizm.
*
Kapitalist üretim tarzının, feodalizmden de köleci toplumdan da insanlık adına belirgin bir üstünlüğü vardır şüphesiz. En azından, çalışan kişi, yegâne varlığı olan emek-gücü metasını kime satacağı konusunda özgürdür, buna kendisi karar verebilmektedir. Eğer kendisine ait, üretim yapabilecek araçlara sahipse, ya da ticaret yapabilecek bir finans gücüne erişmişse, ücret karşılığında çalışan olmadan da hayatını sürdürebilir. Nitekim, esnaf, tüccar kesimi kendi kazançlarıyla geçinirken, toprak sahibi, dükkan sahibi ve ikametgahından fazla konut sahibi olanlar rant gelirleriyle geçinip gitmektedir. Sırf bu yüzden, mal sahibi, mülk sahibi, servet ve sermaye sahibi olanlar için kapitalist sistem, en güzel, en tercih edilecek sistemdir.
*
Ancak büyük çoğunluğun durumu için aynı imkânlardan bahsedebilmek mümkün değildir. Emeğiyle geçinmek zorunda olanların yaşam planları, sabahın alacakaranlığında yollara düşüp, akşamın geç saatlerinde evlerine dönmeleri üzerine kurgulanmıştır. Eğer hafta sonu izini varsa ve yıllık tatil izni kullanabiliyorsa ne ala. Bunun dışında kalan günlerde, seneler boyunca, yaz-kış demeden, trafik sıkıntısı çekerek evi ile iş yeri arasında mekik dokumak zorundadır. Bu kadar çabanın sonunda, çalışan kişi eline geçen parayla, mutfak masraflarının dışında, elektrik faturası, ısınma parası, ulaşım ve iletişim giderleri, sağlık harcamaları, çocukların eğitim masraflarını karşılayabiliyorsa mutluluk duymalıdır. Kira giderlerini masraf olarak saymıyorum bile, zira yaşadığı konut kendisine ait değilse, zaten hiçbir şekilde bu ailenin gelir-gider dengesinin sağlanması mümkün değildir. O zaman “eller havaya!” deyip, yaşam anahtarını “efendi”sine teslim etmesi ve çağlar ötesinde kalan köleliğe geri dönmesi
gerekir.
Sedat Pamuk, 18.11. 2022, İzmir