Geride Kalan

Biz hanımlar için geveze derler ya!
Başkasını bilmem ama, bazen değil, çok kez gerçekten çok ve gereksiz konuştuğumu farkediyorum. Erkeklerin de çok konuşanı hiç az değil ama, gevezelik her nedense bize yakıştırılmış.

Bir hafta sonu iki arkadaşımla Söke yolunda bir seraya çiçek ve toprak almaya gittik. Seranın sahibi eski öğretmen arkadaşlarımızdan.

Duyduğumuza göre o arkadaşımızın eşi, bir hanımla anlaşıp evden daha doğrusu seradan kaçmış. Günlerdir kendisinden haber alınamıyormuş. Evde yatalak kayınvalide, üç çocuğuyla eşinden ayrılıp baba evine yerleşen bir de kızı var. Hayırsız damat çocuklara nafaka ödemiyor, ilgilenmiyormuş. Çocukların her biri ayrı problem. Sultan, hem şeker, hem tansiyon hastası. Güçlüklerle baş edememiş, serayı satışa çıkartmış. Bize de onun için telefon etti.( Gelin hem biraz dertleşiriz, hem de istediğiniz çiçeği uygun fiyata alırsınız.) dedi sağolsun.

Gitmeden önce çocuklara ufak tefek birşeyler aldık. Biraz da kendimize atıştırmalık . Hediye alırken çocukların sorunlarından söz ettik biraz. Birinin öğretmenini tanıyorum. Sokakta karşılaşmıştık. Sultan’ın büyük torunu, okula içkili gittiği için disipiline verilmiş, devamsızlık yapıyor, hergün bir olay yaratıyormuş. Velisi, baba olduğu için ona bildirmişler. Hiç ilgilenmemiş. Uygun olduğu zaman gidip durumu Sultan’a anlatacakmış. Gideceğimi duyunca, fırsatını bulursan sen söyle biraz ilgilensinler dedi. Ben de ( Şu günlerde arkadaşımın hem sağlığı iyi değil, hem işi başından aşkın. Çocuğun anne veya babasıyla görüşmek iyi olur .) dedim, ayrıldık. Gevezelik bu ya! Nesrin’e de olanları anlattım. Sakın Sultan’a söyleme! Durumu uygun bulusam ben söylerim, diye sıkı sıkı tembihledim. Yok anacığım; ben ona öyle dememişim, görür görmez abarta abarta anlat demişim sanki.

Arabayı, Necla kullanıyor, yeni ehliyet aldı. Kelle koltukta gidiyoruz. Ara sıra yanlışlıkla silecekleri çalıştırıyor. Yerli yersiz korna çalıyor. Duran iki arabanın arasına park etmeyi beceremiyormuş. O denli yani! Sinyal lambasını açık unutmuş, seraya kadar sinyal vere vere gelmişiz. Tevekkeli yolda bize korna çalanlar, el sallayanlar oldu! Biz de üç hanımı arabada görünce bizi genç sanıp iş atıyorlar sandık. Necla tepki olarak onları hışımla solladı, bizim canımız burnumuza geldi. Sarsıntıdan içim dışıma çıktı, midem bulanıyor. Beni zaten araba tutar. Elimde torba, gözümü açamıyorum.

Köy yolunun tozlarını dumana kata kata seraya ulaştık. İner inmez Nesrin bizi, hoşgeldiniz diye karşılayan arkadaşımızın boynuna sarılıp ağlamaya başlamaz mı? Hem ağlıyor, hem konuşuyor; Ah sen bu hallere gelecek kadın mıydın? Kocadan ayrı, kaynanadan ayrı çektin… Kız da üç çocukla senin başına kaldı, canım arkadaşım! Hele torunun yaptıkları tuz biber oldu yaralarına. Okuldan kaçmak ne demek? Okula içkili gitmek ne demek.? Sözün biri ağzında, biri boğazında konuşuyor da konuşuyor….. Allah Allaah! Nesrin, söyleme dediklerimi sayıp dökmekle kalmıyor üstüne de kendi yorumlarını ekliyor. Ben bunları duydukça küçülüyorum. Sultan’ın arkasına geçip Nesrin’e sus anlamında işaret ediyorum, el çırpıyorum, bana baksın, işaretimi görsün diye çırpınıyorum! Ne gezer, nefes almadan anlatıyor . Hayır, birşey değil , kızın yüreğine inecek! Allah’ tan kulakları ağır, söylediklerinin tümünü anlamadı sanırım, belki de konuyu başkasından duymuştur daha önce. Ama duyduklarım bana yetti, ister istemez suratım düştü. Böyle zamanlarda sesim burnumdan hım hım çıkar. O benim suratımdan ve ses tonumdan anladı yaptığı hatayı. Onun da keyfi kaçtı tabii.

Az biraz oturduk. Hatice bahçesine, saksı saksı çiçek aldı. Üç koca çuval da gübreyle dönüşe geçtik. İki büyük saksı arka koltuğa benim yanıma kondu. Ayağımın üstüne de gübre torbalarından biri. Kucağımda çantam. Nesrin ön koltuğa binerken benim gönlümü almak üzere bir çiçek kopartmış, aralıktan uzattı. Bu çiçeği annesi çok severmiş de, çocukluğunda, Ulusal Park’a sırf bu çiçeklerin kokusunu duymak için her akşam giderlermiş… İyi de benim elime tutuşturduğu üç yaprak, ne rengi var ne kokusu. Zaten o şartlarda elimde çiçek taşımak bana eziyet. Yine kibar kadınım da ayıp olmasın diye camdan fırlatıp atmıyorum yani! Ne kadar kızsam da canım arkadaşım işte; saftır, iyi niyetlidir. Severim kendisini. Yol boyunca yanı başımdaki nar fidanı saçımı başımı yoldu, yüzüme çizikler attı. Ayaklarımın üzerindeki gübrenin kokusundan burnumun direği kırıldı. Sağ sağlim döndük neyse.

Önce beni eve bıraktılar. Vedalaşmak biraz da gönlümü almak üzere Nesrin de indi arabadan. Tam boynuma sarılacak; elime çiçek diye tutuştuğu üç yaprağa bakıp; Aaa! Nerde bunun çiçeği demez mi? Daha bana getirirken çiçek kopmuş, sapı kalmış. O da farketmeden bana uzatıp jest yapmış. Ben de çiçeğin aslı bu diye üç yaprağı yol boyu, koruya kollaya elimde taşımışım!

Yakın zamanda; üst üste dostlarımızı kaybettik. İçimizde en küçüğümüz; rahmetli arkadaşım Necla’ydı (Hiç doymayacakmış gibi yemek, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak gerek. ) derdi. Ne kadar haklıydı,bilemeyiz. Tek bildiğimiz; yediği ve yaşadığı kadarıyla gitti. Bize hep gülen yüzü, fıkraları, komik anıları kaldı. Her biri için canımız yandı. Ne yaman bir çaresizlik ki; arkasından dua etmekten başka bir şey gelmiyor. Geride kalanlarının acısını ne kadar paylaşmaya kalksak da ateş düştüğü yeri yakıyor. Kimseyi kırmak ve üzmek için zaman harcamayıp güzel anılar biriktirmek, gidenleri sevgiyle güzel yanlarıyla anmak gerek.

İyisiyle kötüsüyle bir çok sırrımızı paylaştığımız, yok yere darılıp uzaklaştığımız, iyi ve kötü anılar biriktirdiğimiz dostlarımızdan gidenlere rahmet olsun. Kalanlarla, kalan zamanımızda iyi ilişkiler içinde olalım. Fırsatları değerlendirelim. İyi ve kötü günlerde el ele olalım. Hoşgörü ve alçak gönüllü olup her fırsatta sevgimizi belli edelim.
ULVİYE KARA AKCOŞ – 20-03-2019

17
A+
A-
REKLAM ALANI