Osmanlı İmparatorluğu’nun çağ açıp, çağ kapatan günleri çok gerilerde kalmıştı. Lale devri, kaplumbağalar üzerinde yakılan mumlar gibi erimiş; lüks, safahat ve şatafatlı günlerin ardından çöküş başlamıştı. Ekonomik yaşamın altı üstüne gelmiş, hazine borç batağına saplanmış, bütçenin yarıdan fazlası borç taksitlerine ve bunların faizlerine gidiyordu. Bir yandan borç alınarak savaşa giriliyor(1); diğer yandan Adile sultan(2), Dolmabahçe(3), Beylerbeyi(4) ve Çırağan(5) Sarayları yaptırılıyordu.
Borç alabilmek için aracılara verilen yüklü paralar ve borç faizlerine yapılan ödemeler yüzünden hazine sistemi döndüremiyor; gümrük gelirleri, tuz ve tütün varlıkları ile Mısır’dan alınan vergiler teminat gösterilerek borçların beş yıla yaydığını bildiren Moratoryum(6) (Ramazan Kararnamesi) ilan ediliyordu.
Osmanlı, Balkanlarda siyasi sorunlar ve başkaldırılarla uğraşırken; İngiltere ve Fransa, Moratoryuma karşı “Türkler bizi aldattı, bizim altınlarımızı safahatlarına kullandılar,” kampanyasına girişiyor; Ruslar, Panslavizm politikalarını uygulamak ve Kırım Harbi’nin intikamını almak isteğiyle doğudan Doğubeyazıt’a, batıdan Romanya’ya girerek, 93 Harbini başlatıyordu.
Kasasında parası olmayan, bankerlere bağımlı bir devletin ordusu sınırlarını koruyamıyor, kişisel özveriler ve kahramanlıklar durumu kurtaramıyordu. Tuna Cephesinde Gazi Osman Paşa’nın Plevne direnişi yetmiyor, Doğu Anadolu Cephesinde Nene Hatun’un Aziziye kahramanlığı Erzurum’un düşmesini engel olamıyordu.
Dokuz ay, yedi gün süren savaşın sonunda: Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar gelen Rus orduları Osmanlı İmparatorluğu’nu bir milyon dört yüz otuz bin Ruble savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıyordu.
Hazinede para olmadığı için ödeme: Batum, Kars, Ardahan, Doğubeyazıt ve Kuzey Dobruca ile Tuna deltasındaki adalardan oluşan vatan toprakları ile yapılıyor, üç yüz on milyon da Ruble veriliyordu.(7) 300 bin kişi ölmüştü, bir milyon iki yüz bin insan da ölümden beter göçe zorlanıyordu.
Ayastefanos Antlaşması’nın imzalanması ardından hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını seziyorduk. Kuzey Dobruca’nın Tulça bölgesinde bulunan Türk yerleşimlerinde soğuk kış geceleri baskın yeme ve talan korkusu ile geçmek bilmiyordu. Yaşanan her saat, tedirgin başka saatleri sabaha taşımaya çalışıyordu. Biz de, diğer çiftliklerde olduğu gibi gündüzden baskına karşı tedbirler almaya çalışılıyor, belirli yerlere nöbetçiler bırakıyorduk. Tedirgindik. “Kırk katır mı, kırk satır mı?” seçiminde olduğu gibi gitmekle kalmak arasında bir seçim yapmaya çalışıyorduk.
120 dönümlük çiftliğimiz, Osmanlının yükselme döneminde savaşta kazanılan toprakların elde tutulabilmesi için dedelerimizden birine hizmetlerinin karşılığı olarak verilmişti. O zamanlar, egemenlik altına alınan topraklarda yaşayan insanlar asimile edilmeye çalışılmaz, hoşgörülü ve adil davranılarak insanca yaşamalarına imkan sağlanırdı ki, dört yüz yıldır yaşadığımız toprakların Türkleştirme ve İslamlaştırma politikasının temeli bu anlayıştı. Bu nedenle Rusların yok etme veya
def etme anlayışını kavrayamıyor, ‘kulaklar kirişte’ yaşamaya çalıştığımız bu soğuk, talan ve ölüm kokan gecelerin bitmek bilmez saatlerinde gelecek günlere umutla bakamıyorduk.
Balkan tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşamakta olduğumuzu anlamıştık. Önümüzde iki seçenek vardı. Ya göçecek, Anadolu topraklarına dönecektik ya da açlık ve hastalıklar yanı sıra katliamlara direnecektik.
Kulaktan kulağa yayılan söylentiler hiç iç açıcı değildi. Babam hepimizi bir araya getirdi. Uzun tartışmaların ardından; Ben, karım Zeynep ve kız kardeşim Hanife ile amcazadelerimden Rauf ve Hasan’ın Köstence üzerinden İstanbul’a gitmesine karar verildi. Babam, annem ve iki amcam çiftlikte kalacaklar gerekirse bize zaman kazandıracaklardı. Bir yol ayrımına gelmiştik, yaşanacakların yaşanmasından başka çare yoktu.
Gündüz gözü ile gerekli hazırlıkları yaparak akşamı beklemeye başladık. Erken kararan hava bizleri saklamak için sanki daha erken karardı. Atlar hazırlanmıştı, birbirimize sarılarak vedalaşmaya, helalleşmeye başladık. Kalanlar için de, gidenler için de zor günler başlamak üzereydi. Ailenin bir parçası haline gelmiş Kadriye, tavlanın kapısını açarken ağlıyordu. Köpekler bu olağanüstü anları sezmiş gibi durduk yere havlaşıyorlardı. Babamın ve anamın elini tekrar öperek atıma bindim, kimse atına “deh” diyemiyordu. Zeynep yanıma sokularak başıyla “ilerle” işareti yapınca atı mahmuzladım. Yanaklarımdan dökülen yaşları görmesinler diye arkaya bakamıyordum ancak peşim sıra gelen tırısa kalkmış nal seslerini duyabiliyordum. Araziyi çok iyi bildiğimizden en güvenli patikaları izleyip sabaha karşı Köstence’ye vardık.
Liman, İstanbul’a gitmek isteyenleri taşıyacak ufaklı büyüklü Avusturya, İngiliz, Fransız gemisi ve onlara binmeye çalışan yüzlerce insanla doluydu. Gemiye binecekler için alınan ücretler normalin üç dört katına çıkmış, yolcu kapasitesi diye bir kavram kalmamış, insanlar güverteden ambara kadar balık istifi yapılmıştı. Yolcular da sağlık ve güvenlik düşünecek halde değillerdi. Sadece biran önce İstanbul’a varmak istiyorlardı. Tanıdığım birkaç kişiye danışarak küçük sayılabilecek bir yük gemisinin Avusturyalı kaptanı ile anlaşıp, ödemeyi yaptıktan sonra kafileyi geminin kırlangıç güvertesinin baca eteğinde, kıç tarafa bakan kuytuluk bir yere yerleştirdim. Atlara göz kulak olması için iskelede bıraktığım Hasan’ın yanına döndüm. Etraf fırsatçı doluydu, atları koşumları ile çok düşük bir fiyata elden çıkararak gemiye döndük.
O saatlerde, güneş bile Karadeniz’in soğuk rüzgarlarından kaçmak için bulutların arkasına saklanmıştı. Kaptan köşküne girip çıkan görevlilerden biri bize bir tente verdi, böylece yağabilecek yağmurda altına girebileceğimiz bir çadıra sahip olmuştuk ve durumumuz, güvertede birbirine sokulan diğer ‘yolculardan’ daha iyi bir hale geldi. Gemi öğleden sonra üç sularında hareket etmeye hazırdı. Yolculuğun başlayacağı kulaktan kulağa iletilince herkes sevinir gibi oldu ama çıkılan yolculuğun hüznü daha acı hissedilmeye başladı. Rüzgar durmuş, dalgalar azalmıştı. Umuda yolculuk edenleri İstanbul’a götürmek için palamar çözen gemi, Köstence açıklarına doğru, çırpınan Karadeniz üzerinde ilerlemeye başladı.
2.
Birkaç yaşlı adam, geminin bordasına dayanarak Köstence’nin kaybolmaya yüz tutan binalarına ve geride bıraktıkları anılarına bakıyordu.
Gemi, ilerledikçe denize alışık olmayanlar öğürmeye başlamış, iyi aydınlatılamayan küçük güverte kusmuk içinde kalmıştı. Yürüyerek biraz ısınayım diyenlerle, ambarda yolculuk edip havasızlıktan bunalarak yukarı çıkanların çoğu kayıp düşüyordu. Kolu veya bacağı kırılanlar olmuş, gemi görevlileri yeterli olmayan müdahalelerde bulunmuş, “Karaya çıkınca doktora gidersiniz” deyip geçmişlerdi.
Sabaha karşı saatler, gecenin en soğuk saatleriydi ve güverte yolcularının görüntüsü birbirine sokulmuş hayvan sürüsünü hatırlatıyordu.
Hava aydınlanmaya başladığında İstanbul görünmeye başladı. Ambar yolcularından güverteye dizilenler, güvertede yolculuk edenlerden ayağa kalkanlar, merak ve umutla hem İstanbul’u hem yeni hayatlarını görmeye çalışıyorlardı. Gemi, Rumeli Fenerinin önünden Boğaz sularına girdiğinde kimsenin ağzını bıçak açmıyor, kimi Anadolu, kimi Sarıyer sahilini seyrediyordu. Anadolu Hisarı önünden Üsküdar İskelesine gelindi. Gemiden kolayca çıkamadık. İskelenin arkasındaki meydan, manda arabaları üzerinde hareket eden bir sefalet manzarasıydı.
Gemiden inenleri, Şehremaneti(8) İskan ve İaşe Komisyonu’ndan görevliler karşılıyor tek tek hepsinin kimlik bilgilerini ve yaptıkları işleri yazarak Sevkiyat-ı Muhacirin Komisyonu’na gönderiyor, gelenlerin önceden belirlenen yerlere ulaşmaları sağlanmak isteniyordu. Gelenlere yeteri kadar destek verilemiyor, sevkiyatlar yapılamıyordu. Gemiden inenlerin barınması için camii, tekke, medrese ve okullar yetmediğinden bir kısmı çevre çiftliklere dağıtılıyordu.
İşlemlerimiz bitene kadar birbirimizden ayrılmadık. Geceyi, Mihrimah Sultan Camii bahçesinde geçirmek zorundaydık. Camii görevlisi halktan toplanan birkaç yorgan verdi. Yardımsever insanlar, ellerinden geleni yaparak bu ruhu yaralı insanları teselli etmeye çalışsa da, İstanbul’un zengin Müslümanları yaşanan dramlara ilgi duymuyordu. Akşama doğru ekmek dağıtıldı. Kuru ekmeği şadırvan suyuna katık edip karnımızı doyurduk.
Sabahı olmayan gece olmazdı, olmadı da… Hanife ile birlikte erkenden Sevkiyat-ı Muhacirin Komisyonuna gittik. Kalıcı olarak gideceğimiz yer henüz belli olmamıştı ve en erken yarın öğrenebilecektik. Yerleri belli olanların durumu da hiç iç açıcı değildi. Yeterli taşıt olmadığından insanlar eşyalarından vazgeçmek zorunda kalıyordu. Duyduklarım doğruysa: Soğuk hava, yetersiz beslenme, salgın hastalıklar, barınacak yer yokluğu, giyecek bulunamaması gibi nedenlerle varılacak yere ancak üç kişiden biri ulaşılabiliyordu.
En büyük sorun, tanıdık ve akrabaların ayrı yerlere gönderilmesiydi.
Ertesi gün, Zeynep ve Hanife ile Kocaili Sancağı’nın Benlihoca köyüne gitmemiz gerektiğini, amcazadelerimizin Çatalca’ya yerleştirileceğini öğrendik. Bunca yıl aynı avluda yaşamıştık ama şimdi ayrı şehirlere gitmek zorundaydık.
Geceyi titreşerek ve ağlaşarak geçirdikten sonra aynı yöne gidecek dört aile ile birlikte, parasını kendimizin ödediği iki kağnı arabasına eşyalarımızı yükleyip yola çıktık. Soğuk esen rüzgarın ve bozuk yolların acımasızlığını yene yene Benlihoca köyüne geldik. Köy meydanına girdiğimizde etrafımıza dizilen köy halkı tarafından incelendik. İçlerinden kumral saçları yemenisinden sarkan bir kadın, Hanife’yi elinden sıkıca tutmuş olan karıma doğru yürüdü, kolundan tutarak, “Benimle gelin,” dedi. Sesi sevgi ve acıma doluydu, Zeynep, bana bakıp gözleriyle, “Ne yapayım?” diye sordu. Başımı sallayarak uymasını söyledim. Kadınlar önde ben arkalarında kalabalıktan çıktık. Diğer köylüler de bu aksiyonu bekliyormuş gibi benzer davranışlarla gelenlerin hepsini yedeklerinde evlerine götürdüler.
Köyün sınırındaki bahçeli bir evin önünde durduk. Ağaç dallarından yapılmış çite dayalı kapıyı kenara çeken kadın, Zeynep’in elini avuçlarının arasına alarak:
“Benim adım, Nurten. Kocam neredeyse gelir. Bizim misafirimizsiniz ve bundan böyle benim ahretliğimsin,” dedi. Davranışları ve sözleri sıcacıktı. Hanife, Nurten’in nasırlı elini öptü; Zeynep de kadına sıkıca sarılıp:
“Sağ olun, bundan böyle sen de benim ahretliğimsin,” derken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kadınlar, arkalarından “Selamünaleyküm,”diye yaklaşan sesle duygusallıktan çıkıverdiler. Nurten, sesin geldi yöne dönerek:
“Mahmut, işte misafirlerimiz,” dedi. Adam, karısı kadar sıcak tavırlarla birkaç adım daha atarak bana elini uzattı,
“Geçmiş olsun. Hoş geldiniz,” dedi. Belli etmemeye çalıştım ama gözlerim dolu dolu olmuştu,
“Hoş bulduk,” diyebildim.
Mahmut’un güneşten yanmış teni gülümseyen dudakları arasındaki dişleri daha beyaz gösteriyordu. Eliyle içeri girmemizi işaret ederken, “Buyurun, buyurun içeride uzun uzun konuşuruz,” dedi.
Alt katı koyun ahırı olan bina, arazinin eğiminden ötürü bir taraftan tek, diğer taraftan iki katlı gibi görünüyordu. Mavi boyalı bir kapının önünde çarıklarını çıkarıp içeri girdik. Sağ karşı köşede bir ocak, yanında mutfak malzemelerinin olduğu kapakları telli bir dolap vardı. Eve girdiğimiz kapının hemen solunda uzanan duvardan iki kapı ile iki ayrı küçük odaya geçiliyordu.
Nurten, köy meydanına gitmeden ocağı yakmış olmalıydı ki, ev sıcacıktı. Kısa bir süre sonra tarhananın enfes kokusu, köşesinde ocak olan büyük odayı kapladı.
Yemeğe buyur edildiğimizde, sofra bezinin üzerine konmuş kasnağa yerleştirilmiş sininin üzerinde: İnce kıyılmış soğan ve katı pişirilerek küçük küçük doğranmış birkaç yumurtadan oluşan patates salatası, bir tencere tarhana çorbası ve taze somun ekmek vardı.
Uzun yoldan gelmiştik, bir kaç gündür doğru dürüst yiyecek bulamadığımızdan bir hayli aç tık. İştahla yemeğimizi yedik. Hanife esnemeye Zeynep’in gözleri kapanmaya başladı. Nurten, “Bu gece erkenden yatın, sabah ola hayır ola,” dedi. Yatacağımız odanın uzun duvarı ortasına gömülerek yapılmış külahlı bir ocak yerleştirilmişti, ocağın iki yanında tavana kadar kapakları olan iki gömme dolap vardı. Birine yatak ve yorganlar yığılmış, diğerine banyo yapılabilecek bir niş yapılmıştı. Ocak, yakmamız için hazırlanmış ve köşeye iki kova su ve odunlar bırakılmıştı. Zeynep, Nurten’in banyo yapmamız için gereken hazırlığı yapmış olduğunu görünce:
“İnsanlık en büyük zenginlik” dedi.
Ertesi sabah, Mahmut’la dere boyundaki tarlasına gittik. Mart’ın sonuna gelmiştik, kış sona eriyor, güneş toprağı ısıtmaya başlıyordu.
Bana, Benlihoca’da cin mısırı, ayçiçeği, tütün ekildiğini ve dut ve kiraz yetiştiriciliği yapıldığını, kendilerinin de Kırım’dan göçmen olarak geldiklerini söyledi. Çar’ın, “Kafkasya’yı terk etmeyecek olanlara savaş esiri,” gibi davranılacağını ilan etmesiyle Samsun’a geldiklerini, gemide yol boyunca çok sıkıntı çektiklerini, Samsun iskelesine her gemiden sekiz on ölü çıkarıldığını ve daha pek çok yaşanandan uzun uzun bahsetti. Bu köye geldikleri günden bu yana on dört yıl geçtiğini, kendilerine devlet yardımı yapıldığını ama yeterli olmadığını, köyde yaşayan diğer insanların kendisine el uzattığını, yardımlaşarak pek çok sorunu aştıklarını örnekler vererek anlattı.
Derenin karşısında, Güney Afrika’dan yola çıkmış bir çift leylek sağa sola uçuşuyor, yuvalarını yenilemek için kuru ot arıyordu.
…..
Notlar:
1-Kırım Savaşı, 1853-1856
2-Adile Sultan Sarayı (1856): Abdülmecid’in kızı için mimar Sarkis Balyan’a yaptırılmış, 1916’dan itibaren Kandilli Kız Lisesi olarak kullanılmaya başlanmış, 1986’da çıkan yangında harap olmuş, restore edilerek 2007’den sonra tekrar kullanılmaya başlanmıştır.
3- Dolmabahçe Sarayı (1856):I.Abdülmecit tarafından mimar Garabet Balyan ve Nigagos Baylan’a Barok stilde yaptırılmıştır.
4- Beylerbeyi Sarayı (1865): Abdülaziz tarafından Mimar Sarkis Balyan’a yaptırıldı.
5- Çırağan Sarayı (1871-1876)Abdülmecit tarafından yaptırılmaya başlanmış, Abdülaziz döneminde Nikagos Balyan ve Sarkis Balyan’a yaptırılmıştır.
6- Moratoryum: Devletlerin iflas açıklaması
7- Bu dönem, Osmanlının 1875 yılında Ramazan Kararnamesi ile Moratoryum ilan ettiği zamanlardı. Ülkenin başında 1876 da tahta çıkan 2. Abdülhamit ve 1. Meşruiyetin Meclisi Mebusanı vardı. 1881 yılına gelindiğinde Muharrem kararnamesi ile Osmanlı devletinin bütün gelirleri yabancılara bırakılacak, Düyun-i Umumiye kurulacaktı.
8- Osmanlılar döneminde, İstanbul’un temizliğiyle, güzelleştirilmesiyle, korunmasıyla ilgili işleri yürüten yönetim. Bu yönetimin başındaki kişiye de şehremini denirdi.