Gürcüler , Gürcistan Tarihi ve Acara

GÜRCÜLER    

  Gürcüler, kendilerine Gürcü değil "Kartveli" derler. Ancak bugün belli ölçülerde "Gürcü" adı da kullanılır hale gelmiştir. Ülkemizdeki Gürcüler'de Kartveli ya da Gürcü'den çok da "Çveneburi" sözcüğü kullanılmaktadır. Kelime anlamı "bizden"dir. Kendilerini hem Gürcistan'daki Gürcüler'den hem de diğer Osmanlı toplumlarından ayıran bir tanımlama olarak tercih edilmiştir.  

   Gürcüce; Svanca ve Megrelce-Lazca ile birlikte Kafkas dil ailesinin güney grubunu teşkil eder. Gürcistan devleti ve Gürcü milliyetçileri tarafından Gürcüce, Svanca ve Megrelce –Lazca ‘’Kartveluri’’ denilen ortak bir dil olarak birleştirilmeye çalışılmakta ve Gürcüler, Svanlar ile Megrel-Lazlar ‘’Kartveli’’ denilen ataları ortak bir ulus olarak görülmektedirler. Annesi Gürcü olan Stalin’den itibaren Sovyetler Birliği döneminde de böyle kabul edilmiştir. Sovyet yönetimi tarafından aralarında küçük faklılıklar olan ama aynı dili konuşan  diğer halklar için birer alfabe yapılıp onları farklı halklarmış gibi gösterip bölündükleri halde Svanlar ve Megrelller kendilerini Gürcü hissetmeyip, konuştukları dili Gürcülerin anlayabilmesi mümkün olmamasına rağmen Gürcü sayılmışlardır. Kartveli adını Gürcülerden başkası kullanmamakta ve Svanlar ile Megrel-Lazlar kendilerini Gürcü hissetmemektedirler. Türkiye’deki Gürcü aydınların bir çoğu ‘’Kartveli’’ adının bu üç halkın ortak adı olduğu tezini işlemektedir.  

GÜRCİSTAN  Başkent  : Tiflis  Nüfus      : 5.200.000  Başkent Nüfusu : 1,4 milyon kişi  Yüzölçümü : 69.700 km2 Nüfus Artış Oranı : -% 0,55 Dinler : Ortodoks Gürcü % 65, Müslümanlar %11, Ortodoks  Rus %10, Gregoryen  Ermeni % 8, diğerleri % 6 Resmi Dil  : Gürcüce  Nüfusun Etnik dağılım : Gürcü %71, Ermeni % 8, Rus % 7, Azeri % 6, Abaza % 2,5 ,  Oset %2,  diğerleri % 3,5    

  Ülke nüfusunun % 71’ini Gürcüler (Svanlar ve Megreller dahil), % 8'ini Ermeniler, % 7'unu Ruslar ve geri kalanını da Abazalar, Osetler ve diğer bazı küçük gruplar meydana getirir.  

   Kafkas halklarının güney koluna mensup olan Gürcüler, kendilerini efsanevi ataları Kartlos'tan dolayı ‘’Kartveli’’ şeklinde adlandırırlar ve dillerine ‘’Kartveluri’’ ülkelerine de ‘’Sakartvelo’’ derler. Gürcüler kendi aralarında birçok soya ayrılır; Batum ve çevresinde Acaralar, Kolhit ovasında Güri ve İmeretler, Batı Gürcistan'ın dağlık yöresinde Hevsurlar, güneyde Meshiler Gürcüce konuşan topluluklardır.    

  Üç asır Osmanlı hakimiyetinde kalan Müslüman Acaralar, Gürcistan'a bağlı özerk bir cumhuriyet şeklinde teşkilatlanmış olup merkezleri Doğu Karadeniz kıyısındaki Batum şehridir. Acarlar ve Güriler genellikle çay ve turunçgil tarımı ile uğraşırken dağlık bir bölge olan Svaneti'de yaşayan Svanlar'la Hevsurlar hayvancılık yaparlar. Hevsurlar'ın konuştukları dil modern Gürcüce'den bazı farklılıklar taşır.  Ülkenin en eski halkı güneydeki Meshiler'dir. Güney Osetya özerk bölgesinde yaşayan ve etnik bakımından Gürcüler'le akrabalıkları bulunmayan Osetler, Farsça'ya yakın bir dil konuşan tipik bir Kafkasya halkı olup çiftçilik-hayvancılıkla geçinirler. Etnik bakımından yine Gürcüler'le akrabalıkları bulunmayan Abazalar, ülkenin kuzeybatısındaki merkezi Sohumi olan Abhazya Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamakta olan Kafkas dillerinin kuzeybatı grubunu oluşturan bir dil konuşmaktadırlar. Ülkede yaşayan Ruslar'ın çoğu kamu kurumlarında, Ermeniler ticaret sektöründe, daha küçük topluluklardan Rum ve Yahudiler ise el sanatları ve sanayide etkin konumdadırlar.  

   Gürcülerin Acaralar dışında kalan diğer soyları Hristiyan olup, Acaralar Müslümandır. 1878 Berlin Antlaşması ve 27 ocak 1879 Osmanlı ile Rusya arasında İstanbul’da yapılan anlaşmayla Acara bölgesindeki Müslüman halk 3 yıl içinde ya bölgeyi terk edecek ya da Rusya vatandaşı olacaktı. Batum ve çevresindeki bölgenin dindar halkı Rusya egemenliğinde yaşamaktansa Müslüman Anadolu’ya göç etmiş ve Batum çevresindeki Müslüman nüfus %60 oranında azalmıştır. Boşalan yerlere Hristiyan Gürcüler yerleştirilmiştir. Acara bölgesinde1878 yılında nüfusun %80’ni Müslüman Acaralar oluştururken günümüzde %55 oranla 200.000 Acara yaşamaktadır.  

   Nüfusun % 60'tan çoğu şehirlerde, kalanı köylerde yaşamaktadır. En büyük şehir aynı zamanda başkent olan Tiflis'tir. Diğer önemli şehirler Batum, Kutaisi, Gori, Sohumi, Rustavi, Kaheti ve Poti'dir. Gürcistan'ın resmi dili Gürcüce olmakla beraber Rusça, eski Sovyetler Birliği'nin diğer cumhuriyetleri gibi burada da hemen herkes tarafından bilinen ikinci dildir.  

   Kafkas dil grubunun güney kolunu meydana getiren Gürcüce; beşi ünlü, yirmi sekizi ünsüz toplam otuz üç harften oluşan özel bir alfabe ile yazılır. 

  GÜRCİSTAN TARİHİ    

Gürcistan’a, bugünkü halkın ataları olan toplulukların M.Ö 7.yy.’da Mezopotamya’dan geldiği tahmin edilmektedir. M.S. 4. yy. başlarında Gürcüler Hrıstiyanlığı kabul etmişler ve  5.yy’de Gürcü alfabesi ilk kez kullanılmaya başlanmıştır. 6.yy.’de Gürcistan’da feodal bir yapı oluşmuş, ardından Ülke, 9.yüzyıla kadar Arap hakimiyeti altında kalmıştır. İki yüzyıl süren Müslüman  hakimiyetinden sonra 9.yy’de başlayan özgürlük hareketi sonunda II.David ve Kraliçe Tamara döneminde Gürcistan en görkemli dönemini yaşamıştır. 13. yy’a kadar geçen bu dönem Gürcistan tarihinde “Altın Çağ” olarak adlandırılmaktadır.  

   Ancak, 1220’den itibaren başlayan Moğol istilaları, bunu izleyen Timur istilası (1384-1403) Gürcistan tarihinin sürekliliğini bozmuştur. Bu arada Gürcistan, Kral VIII. Giorgi (1446-1465) yönetiminde tekrar bağımsızlığını kazanmış ama  bağımsızlık sürekli olamamıştır.      1510 yılında Osmanlı orduları Gürcistan’ın büyük bir bölümünü ele geçirmiş, daha sonra bu yüzyılın sonunda İranlı’lar Ülkenin doğusuna hakim olmuştur. Sonraki yıllarda Osmanlı ve İran egemenliği altında kalan Gürcistan, Kral II.Iraklı döneminde 1783 yılında yapılan Georgiyavsk Dostluk Anlaşması ile Rusya’nın himayesi altına girmiştir. 1801 yılında Anlaşmayı tek taraflı olarak fesh eden Rusya, Gürcistan’ı ilhak etmiştir.    

 Bolşevik ihtilalinden sonra 26 Mayıs 1918 tarihinde Gürcistan bağımsızlık ilan etmiş ancak, Kızılordu’nun 1921 yılındaki müdahelesi sonucunda, 1922`de  Transkafkasya Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti’ne (TSFSR) bağlanmıştır. 1936 yılında TSFSR’nin dağılmasıyla SSCB’nin bir üyesi olmuştur.    

  Sovyetler Birliği’nin glastnost ve prestroyka hareketi ile birlikte dağılma sürecine girmesinin ardından, Gürcistan`da 1990 yılı başından itibaren güçlü bir bağımsızlık hareketi başlamıştır. Bu süreç içinde Gürcistan Yüksek Sovyeti`nce, 1921 Gürcistan-SSCB Anlaşması ile 1922 Birlik Anlaşması’nın geçersizliğini ilan eden kararlar alınmış ve 31 Mart 1991 tarihinde Ülke genelinde referanduma gidilmiş, 9 Nisan 1991 tarihinde Gürcistan parlementosu ülkenin bağımsızlığını ilan etmiştir.       Gürcistan bağımsızlık süreciyle birlikte kendisini iç çatışmaların ortasında bulmuştur. Gürcistan’da Acara ve Abhazya Özerk Cumhuriyetleri ile Güney Osetya Özerk Bölgesi mevcuttur.  

    1991 yılı Mayıs ayında Gamsahurdiya halkın %86,5 oyu ile yeni kurulan Cumhuriyetin Başkanı olmuştur. 21 Aralık 1991 tarihinde başlayan iç çatışmalar, 6 Ocak 1992 de Gamsahurdiya’nın ailesi ile birlikte Ülkeyi terk etmesiyle son bulmuştur. Ekim 1992’de yapılan seçimler sonucunda Shevardnadze Devlet ve Parlemento  Başkanı seçilmiştir. 2004 yılında yapılan son seçimler sonucunda Mikhail Saakashvili Devlet Başkanlığı görevini üstlenmiştir.  

TÜRKİYE GÜRCÜLERİ       İşgaller, savaşlar, ayaklanmalar ve sürgünler Gürcüler'i de Asya'nın, Avrupa'nın dört bir yanına dağıtmıştır. Bugün Gürcistan dışında Türkiye, Fransa, ABD, İran, İsrail, Rusya gibi pek çok ülkede Gürcü topluluklar bulunmaktadır. Ancak bu noktada Türkiye'nin özel bir yeri vardır. Gürcistan dışındaki en büyük Gürcü yoğunluğu Türkiye'de yaşamaktadır. Gürcistan'ın  nüfusu 5,2 milyondur. 1965 nüfus sayımına göre anadili Gürcüce olanların nüfusu yoğunluğu dağılımı şöyledir: %20 oranla Artvin, %14 Ordu ve %13 Sakarya, %9 Bursa, %8 Kocaeli, %7 Samsun, %6 Giresun, %4 Bolu, %4 Amasya, % 4 Balıkesir, % 3 Sinop, %2 Tokat’tır. Bu oran üç aşağı beş yukarı günümüzde de aynıdır. Artvin’de 150.000 Gürcü yaşadığını kabul edersek, Türkiye’de en fazla 750.000 civarında Gürcü yaşadığı ortaya çıkmaktadır. Göçmen Gürcülerin en yoğun yaşadığı il Ordu ve Ünye ilçesidir. Gürcülerin nüfus artış hızı düşüktür. Gürcistan'daki Gürcüler büyük çoğunlukla Hıristiyan, Türkiye'dekiler ise Müslümandırlar. Türkiye’de yaşayan Gürcüler, Sovyet Birliği-Türkiye sınırının çizilmesinden sonra Artvin ve çevresi olmak üzere Türkiye sınırı içinde kalanlarla, 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Batum ve çevresinden göç ederek çoğunluğu Ordu, Samsun, Sinop, Tokat, Amasya, Adapazarı, Bolu, Balıkesir ve Bursa yörelerine yerleşen Müslüman Gürcüler'dir. Yerli Gürcüler yoğunluklu olarak Artvin ve Ardahan’ın kuzey ilçelerinde yaşamaktadır. Artvin’in Şavşat ilçesinin nüfusunun tümü Gürcü’dür.    

  Çeşitli kaynaklar Türkiye Gürcüleri'nin tarihini Osmanlıların Gürcistan topraklarına girdiği 1578'den başlatırlar. Osmanlı'nın "Acem Seferi"n de önce o zamanlar "Dehan-ı Gürcistan" (Gürcistan ağzı olarak da bilinen) Ardahan kalesi, ardından Çıldır, ardından da Tiflis ele geçirilir. Osmanlılar ele geçirdikleri yerleri aynı yıl Çıldır Eyaleti olarak merkezi idareye bağladılar. Eyaletin merkezi döneme göre Çıldır ya da Ahıska'ydı. Gürcistan'ın işgal edilen bölgeleri Osmanlı tarihinde zaman zaman Ahıska Paşalığı olarak da geçer.       Gürcistan 1801'de Rusya tarafından ilhak edildi. Bu tarihten sonra Gürcistan'ın Osmanlı işgali altındaki kesimi İran-Rusya-Osmanlı arasında çeşitli savaşların ve anlaşmaların konusu oldu. İşgalciler zaman zaman değişti. 1800'lerin ikinci yarısında Gürcülerin birbiri peşi sıra Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmalarına tanık olundu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlılar yenilince Batum, Kars, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Borçka ve de Hopa'nın bir kesimi Rusya'ya bırakıldı. Müslüman Gürcülerin çoğu Rusya'ya bırakılan yerlerden kaçarak Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, İstanbul gibi kıyı kentlerine, bir kısmı da daha içlerde Amasya, Adapazarı, Bursa ve Balıkesir'in köylerine yerleştiler.        19. yüzyıl boyunca gerek Kafkaslardan, gerekse de Balkanlardan Anadolu'ya yapılan göçler, hemen her göç gibi Gürcüler için de tam bir kıyımdır. Ama bugün ne kaç kişinin göç yollarına döküldüğü, ne de göç yollarında kaç on bin, ki yüz bin Gürcünün öldüğü ne yazık ki bilinmemektedir.  

    Osmanlı toprakları sınırları içindeki Gürcülerin Müslümanlaşmasıyla yaşam biçimleri de farklılaştı. Gürcüler bu dönemde esas olarak dil ve de yiyecek, giyecek gibi kültürlerini korudular. Gürcüler de köy geleneklerini koruyan bir halktır. Çeşitli işlerin yardımlaşma, dayanışma yoluyla yapılması Gürcüler'de de köklü geleneklerden biridir. Gürcülerde buna imece'ye çok benzer bir kelimeyle meci ya da nadi deniliyordu. Türkiye'deki Gürcüler Gürcüceyi hemen hemen baştan beri yalnız konuşma dili olarak kullanmışlardır. Bu yüzden Gürcüce okuma yazma bilen yok denecek kadar azdır. Zaten belli bir süre sonra dış dünyayla olan ilişkilerinde de Türkçe hakim bir dil haline gelmiş ve Gürcüce daha çok aile içerisinde kullanılan bir dile dönüşmüştür. Günümüzde Türkiye Gürcülerinin ancak %25’i Gürcüce konuşabilmektedir. Gürcülerin kimliklerini belli ölçülerde korumaları, ağırlıklı olarak bütünüyle Gürcü nüfusundan oluşan köy ve kasabalarda yerleşmiş olmaları sayesindedir. Keza buna bağlı olarak Gürcülerin uzun süre bir gelenek olarak sürdürdükleri "içten evlenme" geleneği de kimliğin korunmasında önemli olmuştur. Ancak bunun son zamanlarda büyük ölçüde kırılan bir gelenek olduğunu da belirtmeliyiz.  

      1977'de Türkiye'deki Gürcüler İsveç'de Çveneburi adlı bir dergi yayınlamaya başladılar. Dergi daha sonra Türkiye'de yayınlanmaya başlandı. 1979'da son sayısı basıldı. Çveneburi hem Türkçe, hem Gürcüce'ydi. 1980'lerin sonuna doğru ise Türkiye'yle Gürcistan arasındaki ilişkilerin gelişmesiyle Gürcülerin kültürel faaliyetleri de yaygınlaşmıştır. Bursa, İnegöl, Ankara, İstanbul, İzmit gibi Gürcü nüfusun belli ölçülerde yoğun olduğu yerlerde Gürcü dernekleri kuruldu. Türkiye Gürcüleri 1993'de Çveneburi dergisini yeniden yayınlamaya başladılar.   
Tarihsel Gürcistan'ın güneybatı kesimindeki Gürcüler'in, Osmanlı yönetimi altında kalması ve 17-18. yüzyıllarda Müslüman'laşmasıyla birlikte Hıristiyan Gürcüler'den yaşam biçimi açısından büyük ölçüde farklılaştığı söylenebilir. Her şeyden önce bu, İslam'ın kurallarını benimsemenin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan siyasal gelişmeler ve savaşlar da etnik olarak aynı, ama dinsel bakımından farklı olan bu toplulukları birbirinden koparmıştır. O tarihsel koşullarda Müslüman Gürcüler, Hıristiyan Gürcüler için yalnızca birer Tatar (Osmanlı,Türk, Müslüman) idi. Hiç kuşkusuz Müslüman'laşan Gürcüler, ulusal kültürü ve yaşam biçimini tümden yadsımış ya da unutmuş değillerdi. Gürcüce konuşmak başta olmak üzere, Müslümanlık'la açık bir şekilde çelişmeyen (hatta zaman zaman çelişen), Müslümanlığa uyarlanabilen gelenek ve göreneklerini korudular. Geleneksel yemeklerini pişirmeyi göç sonrasına değin taşıdılar. Osmanlı döneminde Osmanlı toplumuna özgü sayılabilecek giyinmenin yanında ulusal giysilerini de kullandılar.    

     Batı- Orta Karadeniz kıyılarına gelen Gürcüler, özellikle bataklık alanların bulunduğu yörelerde sıtma ile karşılaştılar. Bu nedenle bir çoğu kıyı bölgeyi aşarak yüksek yerlere yerleştiler. Yüksek yerlerde geldikleri bölgeninkine benzer bir iklim buldular. Bu arada sıtmaya yakalananlar ve ölenler oldu. Ama göç eden nüfusun ne kadar olduğu bilinmediği gibi göç sırasında ve sonrasında ne kadar insanın olduğu da bilinmemektedir. 19. yüzyılda Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan Anadolu'ya yapılan göçler, içinde kitlesel ölümleri taşıdığından Osmanlı tarihinin en trajik yanını oluşturmaktadır. Özelikle Gürcüler'in Rus askerlerinden kaçışı her ailede kötü anılarla saklıdır, hemen hemen her aile bu göç sırasında başta çocuk ve yaşlılar olmak üzere kayıplar vermişlerdir.      

    Osmanlı yönetimi her şeyi yeniden kurmak zorunda olan Gürcüler'i göçlerinden sonra 5-6 yıl her türlü yükümlülük, vergi ve askerlikten muaf tuttu. Gürcüler kısa süre içinde o dönem için mükemmel denebilecek evler yaptılar. Evlerini kestane kerestesinden yapmayı tercih ediyorlar ve çatılarını kiremit yerine "kavari" dedikleri küçük tahtalarla örtüyorlardı. Rüzgarın etkisiyle çatıdan uçan bu tahtalar kiremit gibi kırılmadığından yeniden yerine konabiliyordu. Birbirine geçme yoluyla kestane ağacının tahtalarından yapılan evler genellikle bir-iki oda ve bir mutfaktan oluşuyordu. Bu dönemde aynı yöredeki yerli halkla, Gürcüler'den yaklaşık 15 yıl önce göç etmiş olan Çerkesler ise baraka benzeri  evlerde yaşıyorlardı. Gürcüler evlerini birbirine belirli uzaklıkta yapıyorlardı. Evlerinin genellikle yakınında hasat edilen mısırı korumaya yarayan anbar (nalia) ve serenler (begeli) bulunuyordu. Bunlar dört direk ve her direğin üzerine farelerin çıkmasını önlemek için konan tekerlek biçimindeki tahtalar üstünde inşa ediliyor, çatıları saz, mısır sapı ya da tahta ile örtülüyordu. Son derece dindar olan Gürcüler'in (bu durum göç etmelerinin önemli nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir) kurduğu köylerde o döneme göre mükemmel sayılabilecek cami ve mektepler vardı. Mekteplerde kız ve erkek çocuklarına din bilgileri öğretiliyordu. Gürcüler düzenli olarak Cuma namazlarından sonra, köy ve cami ile ilgili sorunlar üzerine görüşmelerde bulunuyorlardı. Gürcüler'in bu yerleşme biçiminden hareketle geldikleri yerleri benimsedikleri ve geri dönmeyi düşünmedikleri sonucuna varılabilir.      

   Gürcüler 5-10 kişilik aileler halinde göç etmişlerdi. Geldiklerinde "30 kuruş gibi bir para" dışında hiçbir şeyleri yoktu. Ama birkaç yıl içinde ihtiyaç fazlası oluşturacak kadar tarla va hayvan edinmeyi, yerli halka göre daha iyi bir yaşam düzeyine ulaşmayı başardılar. Her Gürcü evinin kendine ait "havli"si ve bahçesi vardı. Buralarda mısır başta olmak üzere hıyar, fasulye, kabak, pancar, lahana, patates gibi ürünler yetiştiriyorlardı. Gürcüler'de meyve yetiştirmek bir tür gelenekti ve yerleştikleri her yerde mutlaka dut, elma, armut, incir, erik gibi neredeyse her tür meyve ağacı bulunuyordu. Ayrıca havlilerinde tavuk besliyor, ormanlık alanlarda arıcılık yapıyorlardı. Gürcüler mısır tarlalarını yaban domuzlarından korumak için buralarda "sayvan" denen kuleler yapıyor, köpek ve silahlarıyla birlikte geceyi bu kulelerde geçiriyor, gece boyunca bağrışıyor, teneke çalıyor ve silah atıyorlardı.  Gürcüler tarım için gerekli her türlü araç ve gereci, araba, ev, anbar ve serenlerini kendileri yapıyor, keten ve kendir yetiştirerek ip, iplik, elbise gibi ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. İpek kozası yetiştirerek ipekli kuşak dokuyor, fındık ağacı kabuklarından sepet yapıyorlardı. Hasat ettikleri mısırı, dere kenarlarında yaptıkları ve ortaklaşa kullandıkları su değirmenlerinde (tziskvili) öğütüyorlardı. Mısır unundan yapılan ekmeği (cadı) taştan oyularak yapılmış ve pileki (ketsi) denen bir kap içinde pişiriyorlardı. Mısır ekmeğini genellikle sıcak ve henüz pişmiş yiyorlardı. Lahana yemeği, fasulye ve mısır çorbası Gürcüler'in başta gelen yemeklerindendi. Yemek evin mutfak işlevini gören bir odasında, ya da evin ayrı bir bölümünde bulunan ocakta pişiriliyordu. Türkiye'ye göç etmiş olan Gürcüler geldiklerinde oldukça sağlıklıydılar ve aralarında torununun torununu görebilen yaşlılar vardı. Oysa yerleştikleri bölgelerdeki yerli halk arasında 60 yaşın üzerinde çok az insana rastlanıyordu. Ama kısa süre sonra Gürcüler'in sağlığı da bozulmaya başladı. Gürcüler hastalarını genellikle kendi yöntemleriyle tedavi ediyorlardı. Başta gelen tedavi yöntemi de hastayı terletmekti. Hastanın üzerine yatak yorgan gibi eşyayı yığıyor ve bu yolla terlemesini sağlıyorlardı.  

   Gürcüler birbirleriyle dayanışarak ve yardımlaşarak birçok işi beraber yapıyorlardı. Buna "meci" ya da imece (nadi) deniyordu. Örneğin köylüler araba ve hayvanlarıyla meciye katılıyor ve hanenin bir yıllık odununu bir günde çekebiliyorlardı. Meci eden kişi önceden yemek pişiriyor ve meciye katılanlara ziyafet veriyordu.  

    Gürcü köylüler arasında İstanbul'a gidip öğrenim görenler de vardı. Bunlar devlet hizmetinde bulunuyor, ama sonunda yeniden köylerine dönüyorlardı.    

  Gürcü kadınları "fistan" denen uzun etekli elbise ile kısa ve oldukça dar bir tür yelek giyiyorlardı. Başka bir yere giderken köydeki ekonomik durumlarına göre bazıları adi basmadan, bazıları ipekten ve bellerine kadar kısa "büzgüler" giyiyorlardı. Kadınlar zamanını daha çok yemek pişirerek geçiriyorlardı. Gürcü kadınları kocalarına saygı gösteriyor ve itaat ediyorlardı. Doğurmayan kadın toplumda itibarını yitiriyor, çok doğuranlardan ise övgüyle söz ediliyordu. Kadınlar erkek çocuk dünyaya getirdiğinde bu olay silahlar atılarak kutlanıyordu. Gürcü erkekleri başlarına sargı sarıyor ve "zikva" denen sarı şalvar giyiyorlardı. Giysileri genellikle aba ve çuhadandı. Abayı kendileri dokuyor, elbiselerini kendileri dikiyorlardı.  

    Kafkaslar'daki Gürcüler'de klan dışında evlenme (egzogami) uygulanıyordu. Bu uygulama, aynı babasoylu kişiler arasında ve aynı klanı oluşturan farklı babasoylu kişiler arasında evliliği yasaklıyordu. Türkiye'ye göç eden Müslüman Gürcüler'de egzogami kuralı bozulmuştu ve baba tarafından akrabaları sınırlamıyordu. Müslüman Gürcüler'de akrabalar arasında evlilikler (içten evlenme) yapılıyor, Gürcü olmayanlara kız verilmiyor, ama seyrek olsa da Gürcü olmayanlardan kız alınıyordu. Gürcüler çocuklarını 20-25 yaşları arasında evlendiriyorlardı. Kız verilirken karşılığında para alınıyordu. Gelin evden çıkarken gerek gelinin arkadaşı, gerek en yakın erkek akrabası kapının önünde duruyor, bir "atiye" armağan istiyordu. Oğlan tarafı bunu karşılamadan gelin evden çıkmıyordu. Gelin evden çıktıktan sonra ata bindiriliyor, kadın ve erkeklerden oluşan atlı-yaya bir topluluk eşliğinde damat evine gidiliyordu. Gelin, damadın evinde kadınlar tarafından karşılanıyordu. Damat kadınların arasında gelinin başındaki örtüyü kamasıyla açıyor ve henüz evlenmemiş olan bir kızın üzerine atıyordu.

       Gürcüler düğün ve özel toplantılarında "horoni" (horon) dedikleri bir oyun oynuyorlardı. Bu oyunda oldukça çevik ve çabuk hareket etmek esastı. Horon, genellikle üç kişiyle oynanıyor ve silahlar atılıyordu. Sonra konuklara evin içinde kurulan sofralarda yemek yediriliyordu. Sıra pilava gelince herkes kaşığını bırakıyor ve geri çekiliyordu. Sofra, ileri gelen biri tarafından "tutuluyordu". "Sofra tutmak", kız tarafından bu önde gelen kişinin ev sahibinden tavuk, koyun, meyve gibi şeyler istemesiydi. Bu sırada bütün düğün halkı tabancalarını evin her yanına doğru ateşliyor ve evi "delik- deşik" ediyorlardı. Sonunda istedikleri yerine getiriliyordu. Bunları ya sofrada yiyorlar, ya da ev sahibine iade ediyorlardı. Gürcüler altın, ya da gümüş ziynete büyük önem veriyorlardı. Her erkeğin karısına beşi bir yerde, gümüş kemer gibi takılar alması neredeyse zorunluluk sayılabilecek türden bir gelenekti.  Türkiye'ye göç eden Müslüman Gürcüler, Gürcüce'yi yalnızca konuşma dili olarak kullanıyorlardı. Çoğunluğu Gürcüce okuma-yazma bilmiyordu. Gürcüce okuma-yazma bilen az sayıdaki Gürcüler'in hemen hepsi Cürüksu (Kabuleti) Gürcüleri'ydi.  Türkiye Gürcüleri arasında, Osmanlı Dönemi'nde ve Cumhuriyet Dönemi'nin ilk kırk yılı içinde hiçbir kültürel ve siyasal örgütlenmeye, etkinliğe rastlanmaz. Buna karşın Gürcüler daha çok kasabalarda, bütünüyle Gürcü nüfusundan oluşan köylerde yerleşmiş olmaları sayesinde belirli ölçüde kimliğini korumuşlardır. 1960'larda Gürcü kimliğini öne çıkaran girişimler görülür. Bu da neredeyse bütünüyle kültürel alanda gerçekleşmiştir. Bu türden kültürel etkinliklerde Gürcüce yapıtların Türkçe'ye çevrilmesi başta gelen çalışmalar olmuştur.       Ahmet Özkan (Melasvili), 1960'larda Gürcü kimliğini öne çıkaran çalışmalara yöneldi. İnegöl'ün Hayriye Köyü'nde bir kültür evi yapımına girişti.  Aleksandre Kazbegi'nin Elguca'sı 1973'te Ahmet Özkan (Melasvili) tarafından Gürcüce'den çevrilerek Elguca ile Mzago adıyla yeniden yayımlandı. Türkiye'deki Gürcüler'in yayın alanında belkide en önemli girişimi Cveneburi Dergisi'ydi. Gürcüce'den Türkçe'ye çeviri yapan bir başka çevirmenden biri olan Hayri Hayrioğlu, Tembel Adam (1983) ve Güneşin Kızı (1986) adı altında bazı Gürcü masallarını Türkçe'ye kazandırdı.  

Kaynaklar:  1. www.chveneburi.org  2. www.chveneburi.net 3. www.muslimgeorgia.org        

****

 

               
  GÜRCİSTAN TARİHİ    

Gürcistan’a, bugünkü halkın ataları olan toplulukların M.Ö 7.yy.’da Mezopotamya’dan geldiği tahmin edilmektedir. M.S. 4. yy. başlarında Gürcüler Hrıstiyanlığı kabul etmişler ve  5.yy’de Gürcü alfabesi ilk kez kullanılmaya başlanmıştır. 6.yy.’de Gürcistan’da feodal bir yapı oluşmuş, ardından Ülke, 9.yüzyıla kadar Arap hakimiyeti altında kalmıştır. İki yüzyıl süren Müslüman  hakimiyetinden sonra 9.yy’de başlayan özgürlük hareketi sonunda II.David ve Kraliçe Tamara döneminde Gürcistan en görkemli dönemini yaşamıştır. 13. yy’a kadar geçen bu dönem Gürcistan tarihinde “Altın Çağ” olarak adlandırılmaktadır.      Ancak, 1220’den itibaren başlayan Moğol istilaları, bunu izleyen Timur istilası (1384-1403) Gürcistan tarihinin sürekliliğini bozmuştur. Bu arada Gürcistan, Kral VIII. Giorgi (1446-1465) yönetiminde tekrar bağımsızlığını kazanmış ama  bağımsızlık sürekli olamamıştır.      1510 yılında Osmanlı orduları Gürcistan’ın büyük bir bölümünü ele geçirmiş, daha sonra bu yüzyılın sonunda İranlı’lar Ülkenin doğusuna hakim olmuştur. Sonraki yıllarda Osmanlı ve İran egemenliği altında kalan Gürcistan, Kral II.Iraklı döneminde 1783 yılında yapılan Georgiyavsk Dostluk Anlaşması ile Rusya’nın himayesi altına girmiştir. 1801 yılında Anlaşmayı tek taraflı olarak fesh eden Rusya, Gürcistan’ı ilhak etmiştir.      Bolşevik ihtilalinden sonra 26 Mayıs 1918 tarihinde Gürcistan bağımsızlık ilan etmiş ancak, Kızılordu’nun 1921 yılındaki müdahelesi sonucunda, 1922`de  Transkafkasya Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti’ne (TSFSR) bağlanmıştır. 1936 yılında TSFSR’nin dağılmasıyla SSCB’nin bir üyesi olmuştur.       Sovyetler Birliği’nin glastnost ve prestroyka hareketi ile birlikte dağılma sürecine girmesinin ardından, Gürcistan`da 1990 yılı başından itibaren güçlü bir bağımsızlık hareketi başlamıştır. Bu süreç içinde Gürcistan Yüksek Sovyeti`nce, 1921 Gürcistan-SSCB Anlaşması ile 1922 Birlik Anlaşması’nın geçersizliğini ilan eden kararlar alınmış ve 31 Mart 1991 tarihinde Ülke genelinde referanduma gidilmiş, 9 Nisan 1991 tarihinde Gürcistan parlementosu ülkenin bağımsızlığını ilan etmiştir.       Gürcistan bağımsızlık süreciyle birlikte kendisini iç çatışmaların ortasında bulmuştur. Gürcistan’da Acara ve Abhazya Özerk Cumhuriyetleri ile Güney Osetya Özerk Bölgesi mevcuttur.       1991 yılı Mayıs ayında Gamsahurdiya halkın %86,5 oyu ile yeni kurulan Cumhuriyetin Başkanı olmuştur. 21 Aralık 1991 tarihinde başlayan iç çatışmalar, 6 Ocak 1992 de Gamsahurdiya’nın ailesi ile birlikte Ülkeyi terk etmesiyle son bulmuştur. Ekim 1992’de yapılan seçimler sonucunda Shevardnadze Devlet ve Parlemento  Başkanı seçilmiştir. 2004 yılında yapılan son seçimler sonucunda Mikhail Saakashvili Devlet Başkanlığı görevini üstlenmiştir.  TÜRKİYE GÜRCÜLERİ       İşgaller, savaşlar, ayaklanmalar ve sürgünler Gürcüler'i de Asya'nın, Avrupa'nın dört bir yanına dağıtmıştır. Bugün Gürcistan dışında Türkiye, Fransa, ABD, İran, İsrail, Rusya gibi pek çok ülkede Gürcü topluluklar bulunmaktadır. Ancak bu noktada Türkiye'nin özel bir yeri vardır. Gürcistan dışındaki en büyük Gürcü yoğunluğu Türkiye'de yaşamaktadır. Gürcistan'ın  nüfusu 5,2 milyondur. 1965 nüfus sayımına göre anadili Gürcüce olanların nüfusu yoğunluğu dağılımı şöyledir: %20 oranla Artvin, %14 Ordu ve %13 Sakarya, %9 Bursa, %8 Kocaeli, %7 Samsun, %6 Giresun, %4 Bolu, %4 Amasya, % 4 Balıkesir, % 3 Sinop, %2 Tokat’tır. Bu oran üç aşağı beş yukarı günümüzde de aynıdır. Artvin’de 150.000 Gürcü yaşadığını kabul edersek, Türkiye’de en fazla 750.000 civarında Gürcü yaşadığı ortaya çıkmaktadır. Göçmen Gürcülerin en yoğun yaşadığı il Ordu ve Ünye ilçesidir. Gürcülerin nüfus artış hızı düşüktür. Gürcistan'daki Gürcüler büyük çoğunlukla Hıristiyan, Türkiye'dekiler ise Müslümandırlar. Türkiye’de yaşayan Gürcüler, Sovyet Birliği-Türkiye sınırının çizilmesinden sonra Artvin ve çevresi olmak üzere Türkiye sınırı içinde kalanlarla, 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Batum ve çevresinden göç ederek çoğunluğu Ordu, Samsun, Sinop, Tokat, Amasya, Adapazarı, Bolu, Balıkesir ve Bursa yörelerine yerleşen Müslüman Gürcüler'dir. Yerli Gürcüler yoğunluklu olarak Artvin ve Ardahan’ın kuzey ilçelerinde yaşamaktadır. Artvin’in Şavşat ilçesinin nüfusunun tümü Gürcü’dür.    

  Çeşitli kaynaklar Türkiye Gürcüleri'nin tarihini Osmanlıların Gürcistan topraklarına girdiği 1578'den başlatırlar. Osmanlı'nın "Acem Seferi"n de önce o zamanlar "Dehan-ı Gürcistan" (Gürcistan ağzı olarak da bilinen) Ardahan kalesi, ardından Çıldır, ardından da Tiflis ele geçirilir. Osmanlılar ele geçirdikleri yerleri aynı yıl Çıldır Eyaleti olarak merkezi idareye bağladılar. Eyaletin merkezi döneme göre Çıldır ya da Ahıska'ydı. Gürcistan'ın işgal edilen bölgeleri Osmanlı tarihinde zaman zaman Ahıska Paşalığı olarak da geçer.       Gürcistan 1801'de Rusya tarafından ilhak edildi. Bu tarihten sonra Gürcistan'ın Osmanlı işgali altındaki kesimi İran-Rusya-Osmanlı arasında çeşitli savaşların ve anlaşmaların konusu oldu. İşgalciler zaman zaman değişti. 1800'lerin ikinci yarısında Gürcülerin birbiri peşi sıra Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmalarına tanık olundu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlılar yenilince Batum, Kars, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Borçka ve de Hopa'nın bir kesimi Rusya'ya bırakıldı. Müslüman Gürcülerin çoğu Rusya'ya bırakılan yerlerden kaçarak Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, İstanbul gibi kıyı kentlerine, bir kısmı da daha içlerde Amasya, Adapazarı, Bursa ve Balıkesir'in köylerine yerleştiler.   

   19. yüzyıl boyunca gerek Kafkaslardan, gerekse de Balkanlardan Anadolu'ya yapılan göçler, hemen her göç gibi Gürcüler için de tam bir kıyımdır. Ama bugün ne kaç kişinin göç yollarına döküldüğü, ne de göç yollarında kaç on bin, ki yüz bin Gürcünün öldüğü ne yazık ki bilinmemektedir.    

  Osmanlı toprakları sınırları içindeki Gürcülerin Müslümanlaşmasıyla yaşam biçimleri de farklılaştı. Gürcüler bu dönemde esas olarak dil ve de yiyecek, giyecek gibi kültürlerini korudular. Gürcüler de köy geleneklerini koruyan bir halktır. Çeşitli işlerin yardımlaşma, dayanışma yoluyla yapılması Gürcüler'de de köklü geleneklerden biridir. Gürcülerde buna imece'ye çok benzer bir kelimeyle meci ya da nadi deniliyordu. Türkiye'deki Gürcüler Gürcüceyi hemen hemen baştan beri yalnız konuşma dili olarak kullanmışlardır. Bu yüzden Gürcüce okuma yazma bilen yok denecek kadar azdır. Zaten belli bir süre sonra dış dünyayla olan ilişkilerinde de Türkçe hakim bir dil haline gelmiş ve Gürcüce daha çok aile içerisinde kullanılan bir dile dönüşmüştür. Günümüzde Türkiye Gürcülerinin ancak %25’i Gürcüce konuşabilmektedir. Gürcülerin kimliklerini belli ölçülerde korumaları, ağırlıklı olarak bütünüyle Gürcü nüfusundan oluşan köy ve kasabalarda yerleşmiş olmaları sayesindedir. Keza buna bağlı olarak Gürcülerin uzun süre bir gelenek olarak sürdürdükleri "içten evlenme" geleneği de kimliğin korunmasında önemli olmuştur. Ancak bunun son zamanlarda büyük ölçüde kırılan bir gelenek olduğunu da belirtmeliyiz.  

    1977'de Türkiye'deki Gürcüler İsveç'de Çveneburi adlı bir dergi yayınlamaya başladılar. Dergi daha sonra Türkiye'de yayınlanmaya başlandı. 1979'da son sayısı basıldı. Çveneburi hem Türkçe, hem Gürcüce'ydi. 1980'lerin sonuna doğru ise Türkiye'yle Gürcistan arasındaki ilişkilerin gelişmesiyle Gürcülerin kültürel faaliyetleri de yaygınlaşmıştır. Bursa, İnegöl, Ankara, İstanbul, İzmit gibi Gürcü nüfusun belli ölçülerde yoğun olduğu yerlerde Gürcü dernekleri kuruldu. Türkiye Gürcüleri 1993'de Çveneburi dergisini yeniden yayınlamaya başladılar.   
Tarihsel Gürcistan'ın güneybatı kesimindeki Gürcüler'in, Osmanlı yönetimi altında kalması ve 17-18. yüzyıllarda Müslüman'laşmasıyla birlikte Hıristiyan Gürcüler'den yaşam biçimi açısından büyük ölçüde farklılaştığı söylenebilir. Her şeyden önce bu, İslam'ın kurallarını benimsemenin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan siyasal gelişmeler ve savaşlar da etnik olarak aynı, ama dinsel bakımından farklı olan bu toplulukları birbirinden koparmıştır. O tarihsel koşullarda Müslüman Gürcüler, Hıristiyan Gürcüler için yalnızca birer Tatar (Osmanlı,Türk, Müslüman) idi. Hiç kuşkusuz Müslüman'laşan Gürcüler, ulusal kültürü ve yaşam biçimini tümden yadsımış ya da unutmuş değillerdi. Gürcüce konuşmak başta olmak üzere, Müslümanlık'la açık bir şekilde çelişmeyen (hatta zaman zaman çelişen), Müslümanlığa uyarlanabilen gelenek ve göreneklerini korudular. Geleneksel yemeklerini pişirmeyi göç sonrasına değin taşıdılar. Osmanlı döneminde Osmanlı toplumuna özgü sayılabilecek giyinmenin yanında ulusal giysilerini de kullandılar.      

   Batı- Orta Karadeniz kıyılarına gelen Gürcüler, özellikle bataklık alanların bulunduğu yörelerde sıtma ile karşılaştılar. Bu nedenle bir çoğu kıyı bölgeyi aşarak yüksek yerlere yerleştiler. Yüksek yerlerde geldikleri bölgeninkine benzer bir iklim buldular. Bu arada sıtmaya yakalananlar ve ölenler oldu. Ama göç eden nüfusun ne kadar olduğu bilinmediği gibi göç sırasında ve sonrasında ne kadar insanın olduğu da bilinmemektedir. 19. yüzyılda Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan Anadolu'ya yapılan göçler, içinde kitlesel ölümleri taşıdığından Osmanlı tarihinin en trajik yanını oluşturmaktadır. Özelikle Gürcüler'in Rus askerlerinden kaçışı her ailede kötü anılarla saklıdır, hemen hemen her aile bu göç sırasında başta çocuk ve yaşlılar olmak üzere kayıplar vermişlerdir.      

    Osmanlı yönetimi her şeyi yeniden kurmak zorunda olan Gürcüler'i göçlerinden sonra 5-6 yıl her türlü yükümlülük, vergi ve askerlikten muaf tuttu. Gürcüler kısa süre içinde o dönem için mükemmel denebilecek evler yaptılar. Evlerini kestane kerestesinden yapmayı tercih ediyorlar ve çatılarını kiremit yerine "kavari" dedikleri küçük tahtalarla örtüyorlardı. Rüzgarın etkisiyle çatıdan uçan bu tahtalar kiremit gibi kırılmadığından yeniden yerine konabiliyordu. Birbirine geçme yoluyla kestane ağacının tahtalarından yapılan evler genellikle bir-iki oda ve bir mutfaktan oluşuyordu. Bu dönemde aynı yöredeki yerli halkla, Gürcüler'den yaklaşık 15 yıl önce göç etmiş olan Çerkesler ise baraka benzeri  evlerde yaşıyorlardı. Gürcüler evlerini birbirine belirli uzaklıkta yapıyorlardı. Evlerinin genellikle yakınında hasat edilen mısırı korumaya yarayan anbar (nalia) ve serenler (begeli) bulunuyordu. Bunlar dört direk ve her direğin üzerine farelerin çıkmasını önlemek için konan tekerlek biçimindeki tahtalar üstünde inşa ediliyor, çatıları saz, mısır sapı ya da tahta ile örtülüyordu. Son derece dindar olan Gürcüler'in (bu durum göç etmelerinin önemli nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir) kurduğu köylerde o döneme göre mükemmel sayılabilecek cami ve mektepler vardı. Mekteplerde kız ve erkek çocuklarına din bilgileri öğretiliyordu. Gürcüler düzenli olarak Cuma namazlarından sonra, köy ve cami ile ilgili sorunlar üzerine görüşmelerde bulunuyorlardı. Gürcüler'in bu yerleşme biçiminden hareketle geldikleri yerleri benimsedikleri ve geri dönmeyi düşünmedikleri sonucuna varılabilir.  

       Gürcüler 5-10 kişilik aileler halinde göç etmişlerdi. Geldiklerinde "30 kuruş gibi bir para" dışında hiçbir şeyleri yoktu. Ama birkaç yıl içinde ihtiyaç fazlası oluşturacak kadar tarla va hayvan edinmeyi, yerli halka göre daha iyi bir yaşam düzeyine ulaşmayı başardılar. Her Gürcü evinin kendine ait "havli"si ve bahçesi vardı. Buralarda mısır başta olmak üzere hıyar, fasulye, kabak, pancar, lahana, patates gibi ürünler yetiştiriyorlardı. Gürcüler'de meyve yetiştirmek bir tür gelenekti ve yerleştikleri her yerde mutlaka dut, elma, armut, incir, erik gibi neredeyse her tür meyve ağacı bulunuyordu. Ayrıca havlilerinde tavuk besliyor, ormanlık alanlarda arıcılık yapıyorlardı. Gürcüler mısır tarlalarını yaban domuzlarından korumak için buralarda "sayvan" denen kuleler yapıyor, köpek ve silahlarıyla birlikte geceyi bu kulelerde geçiriyor, gece boyunca bağrışıyor, teneke çalıyor ve silah atıyorlardı.  Gürcüler tarım için gerekli her türlü araç ve gereci, araba, ev, anbar ve serenlerini kendileri yapıyor, keten ve kendir yetiştirerek ip, iplik, elbise gibi ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. İpek kozası yetiştirerek ipekli kuşak dokuyor, fındık ağacı kabuklarından sepet yapıyorlardı. Hasat ettikleri mısırı, dere kenarlarında yaptıkları ve ortaklaşa kullandıkları su değirmenlerinde (tziskvili) öğütüyorlardı. Mısır unundan yapılan ekmeği (cadı) taştan oyularak yapılmış ve pileki (ketsi) denen bir kap içinde pişiriyorlardı. Mısır ekmeğini genellikle sıcak ve henüz pişmiş yiyorlardı. Lahana yemeği, fasulye ve mısır çorbası Gürcüler'in başta gelen yemeklerindendi. Yemek evin mutfak işlevini gören bir odasında, ya da evin ayrı bir bölümünde bulunan ocakta pişiriliyordu. Türkiye'ye göç etmiş olan Gürcüler geldiklerinde oldukça sağlıklıydılar ve aralarında torununun torununu görebilen yaşlılar vardı. Oysa yerleştikleri bölgelerdeki yerli halk arasında 60 yaşın üzerinde çok az insana rastlanıyordu. Ama kısa süre sonra Gürcüler'in sağlığı da bozulmaya başladı. Gürcüler hastalarını genellikle kendi yöntemleriyle tedavi ediyorlardı. Başta gelen tedavi yöntemi de hastayı terletmekti. Hastanın üzerine yatak yorgan gibi eşyayı yığıyor ve bu yolla terlemesini sağlıyorlardı.  

   Gürcüler birbirleriyle dayanışarak ve yardımlaşarak birçok işi beraber yapıyorlardı. Buna "meci" ya da imece (nadi) deniyordu. Örneğin köylüler araba ve hayvanlarıyla meciye katılıyor ve hanenin bir yıllık odununu bir günde çekebiliyorlardı. Meci eden kişi önceden yemek pişiriyor ve meciye katılanlara ziyafet veriyordu.  

    Gürcü köylüler arasında İstanbul'a gidip öğrenim görenler de vardı. Bunlar devlet hizmetinde bulunuyor, ama sonunda yeniden köylerine dönüyorlardı.    

  Gürcü kadınları "fistan" denen uzun etekli elbise ile kısa ve oldukça dar bir tür yelek giyiyorlardı. Başka bir yere giderken köydeki ekonomik durumlarına göre bazıları adi basmadan, bazıları ipekten ve bellerine kadar kısa "büzgüler" giyiyorlardı. Kadınlar zamanını daha çok yemek pişirerek geçiriyorlardı. Gürcü kadınları kocalarına saygı gösteriyor ve itaat ediyorlardı. Doğurmayan kadın toplumda itibarını yitiriyor, çok doğuranlardan ise övgüyle söz ediliyordu. Kadınlar erkek çocuk dünyaya getirdiğinde bu olay silahlar atılarak kutlanıyordu. Gürcü erkekleri başlarına sargı sarıyor ve "zikva" denen sarı şalvar giyiyorlardı. Giysileri genellikle aba ve çuhadandı. Abayı kendileri dokuyor, elbiselerini kendileri dikiyorlardı.

      Kafkaslar'daki Gürcüler'de klan dışında evlenme (egzogami) uygulanıyordu. Bu uygulama, aynı babasoylu kişiler arasında ve aynı klanı oluşturan farklı babasoylu kişiler arasında evliliği yasaklıyordu. Türkiye'ye göç eden Müslüman Gürcüler'de egzogami kuralı bozulmuştu ve baba tarafından akrabaları sınırlamıyordu. Müslüman Gürcüler'de akrabalar arasında evlilikler (içten evlenme) yapılıyor, Gürcü olmayanlara kız verilmiyor, ama seyrek olsa da Gürcü olmayanlardan kız alınıyordu. Gürcüler çocuklarını 20-25 yaşları arasında evlendiriyorlardı. Kız verilirken karşılığında para alınıyordu. Gelin evden çıkarken gerek gelinin arkadaşı, gerek en yakın erkek akrabası kapının önünde duruyor, bir "atiye" armağan istiyordu. Oğlan tarafı bunu karşılamadan gelin evden çıkmıyordu. Gelin evden çıktıktan sonra ata bindiriliyor, kadın ve erkeklerden oluşan atlı-yaya bir topluluk eşliğinde damat evine gidiliyordu. Gelin, damadın evinde kadınlar tarafından karşılanıyordu. Damat kadınların arasında gelinin başındaki örtüyü kamasıyla açıyor ve henüz evlenmemiş olan bir kızın üzerine atıyordu.    

   Gürcüler düğün ve özel toplantılarında "horoni" (horon) dedikleri bir oyun oynuyorlardı. Bu oyunda oldukça çevik ve çabuk hareket etmek esastı. Horon, genellikle üç kişiyle oynanıyor ve silahlar atılıyordu. Sonra konuklara evin içinde kurulan sofralarda yemek yediriliyordu. Sıra pilava gelince herkes kaşığını bırakıyor ve geri çekiliyordu. Sofra, ileri gelen biri tarafından "tutuluyordu". "Sofra 
137 
tutmak", kız tarafından bu önde gelen kişinin ev sahibinden tavuk, koyun, meyve gibi şeyler istemesiydi. Bu sırada bütün düğün halkı tabancalarını evin her yanına doğru ateşliyor ve evi "delik- deşik" ediyorlardı. Sonunda istedikleri yerine getiriliyordu. Bunları ya sofrada yiyorlar, ya da ev sahibine iade ediyorlardı. Gürcüler altın, ya da gümüş ziynete büyük önem veriyorlardı. Her erkeğin karısına beşi bir yerde, gümüş kemer gibi takılar alması neredeyse zorunluluk sayılabilecek türden bir gelenekti.  Türkiye'ye göç eden Müslüman Gürcüler, Gürcüce'yi yalnızca konuşma dili olarak kullanıyorlardı. Çoğunluğu Gürcüce okuma-yazma bilmiyordu. Gürcüce okuma-yazma bilen az sayıdaki Gürcüler'in hemen hepsi Cürüksu (Kabuleti) Gürcüleri'ydi.  Türkiye Gürcüleri arasında, Osmanlı Dönemi'nde ve Cumhuriyet Dönemi'nin ilk kırk yılı içinde hiçbir kültürel ve siyasal örgütlenmeye, etkinliğe rastlanmaz. Buna karşın Gürcüler daha çok kasabalarda, bütünüyle Gürcü nüfusundan oluşan köylerde yerleşmiş olmaları sayesinde belirli ölçüde kimliğini korumuşlardır. 1960'larda Gürcü kimliğini öne çıkaran girişimler görülür. Bu da neredeyse bütünüyle kültürel alanda gerçekleşmiştir. Bu türden kültürel etkinliklerde Gürcüce yapıtların Türkçe'ye çevrilmesi başta gelen çalışmalar olmuştur.       Ahmet Özkan (Melasvili), 1960'larda Gürcü kimliğini öne çıkaran çalışmalara yöneldi. İnegöl'ün Hayriye Köyü'nde bir kültür evi yapımına girişti.  Aleksandre Kazbegi'nin Elguca'sı 1973'te Ahmet Özkan (Melasvili) tarafından Gürcüce'den çevrilerek Elguca ile Mzago adıyla yeniden yayımlandı. Türkiye'deki Gürcüler'in yayın alanında belkide en önemli girişimi Cveneburi Dergisi'ydi. Gürcüce'den Türkçe'ye çeviri yapan bir başka çevirmenden biri olan Hayri Hayrioğlu, Tembel Adam (1983) ve Güneşin Kızı (1986) adı altında bazı Gürcü masallarını Türkçe'ye kazandırdı.  
Kaynaklar:  1. www.chveneburi.org  2. www.chveneburi.net 3. www.muslimgeorgia.org      

*****

FARKLI BİR GÖRÜŞLE MÜSLÜMAN ACARA KİMLİĞİ    

    Acaristan denilen bölgedeki Türk varlığı XI. yüzyılda Kıpçak askerlerinin Selçuklular'a karşı Batı Gürcistan'a konuşlandırılmasıyla başlamıştır. Bölge yakın zamana kadar Gürcü (Kartvel) haritalarında dahi bu nedenle "Sa Atabego - Atabek Yurdu" olarak gösterilmiştir. Acara bölgesi müslüman halkı, göçten önce kendilerini asla "gürcü" olarak tanımlamamışlardır. Gürcistanın hakim unsuru olan "Kartveller" ise onlara "Tatar" diyorlardı. 1877'ye kadar Osmanlı toprağı olan bölge, 1878-1918 yılları arasında Rus ve Gürcü Kartveller elinde kalmış, 1918 halk oylamasıyla yeniden Türklere bırakılmıştır. 1921 Kars anlaşmasıyla, Acaristan Muhtar Cumhuriyeti adıyla yeniden yapılanan bölge üzerindeki egemenlik haklarından, Türkiye, halkın dini ve kültürel haklarının korunmasının garantörlüğünü üstlenerek ve Batum limanından istediği gibi yararlanma hakkı alarak vazgeçti.      

Türkiye'deki Gürcüler Neden Kendilerini Gürcü (Kartvel) Değil de Daha Çok Türk Hissediyorlar?  

      93 Harbi de denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının ardından, Güney Batı Kafkasya’nın Batum merkezli Acara ve Çürüksu bölgelerinden Türkiye’ye göç eden Müslüman halka ülkemizde “Gürcü” denilmektedir. Ancak, Gürcü kavramı, zannedildiği gibi bir ırkı nitelememektedir ve Gürcistan denilen coğrafyada kendilerini “gürcü” olarak tanımlayan hiç kimse yoktur. Öyleyse, Gürcistan’ın sakinleri kimlerdir ve kendilerini nasıl adlandırmaktadırlar?  

    Resmi adı olan Sa-Kartvelo (Kartvel Yurdu)’dan da anlaşılacağı gibi, Gürcistan’da hakim unsur Ortodoks Hıristiyan Kartvellerdir ve kendilerini Kartvel olarak tanımlayan çeşitli boylardan oluşmaktadır. Türkiye’ye gelenler ise “Kartvel” kimliğini şiddetle reddederler ve dillerinde bu sözcük hakaret içerir. Bunu, Türkiye’ye gelen Acara ve Çürüksulular’ın Müslümanlığı ile izah etmek de mümkün değildir. Zira bir Kartvel Müslüman olursa, bu, “Müslüman Kartvel” olur. Soyunu reddetmesi için hiçbir sebep yoktur. Kaldı ki, Osmanlı’nın, Müslümanlaşanları Türkleştirme gibi bir niyeti asla olmamıştır. Peki, Kartvel kimliğinin reddi nereden kaynaklanmaktadır?  Mesele şudur: Tarihsel olarak bakıldığında, Gürcistan topraklarının bir “Türk Antropoloji Müzesi” niteliği taşıdığı anlaşılır. Henüz MÖ. 4. yüzyılda, Büyük İskender Kafkasya’ya ulaştığında, karşısına kendisiyle alay eden Türkler çıkar. Resmi Kartvel Gürcü Kroniğinde “Bun Turki”, yani “Proto Türkler” olarak adlandırılan bu Türk boyunun Kafkas coğrafyasına yerleşimlerinin MÖ. 6. Yüzyıl olduğu artık bilinmektedir. Anılan tarihte, kardeşler arası bir mücadele sonucu Çin sınırındaki Uygur bölgesinden (Bazı kaynaklara göre “Çenastan”) halkıyla Batıya doğru harekete geçen “Çene-Bakur”, Kartvel Yurdu’na geldiğinde, Pers saldırılarıyla yıpranan ve güç durumda olan Kartvel Kralına, ülkelerini korumaları karşılığında kendilerine yurt verilmesini teklif eder ve kalırlar. “Çene-vuli”, yani “Çene Halkı” olarak tanınan ve sevilen halk, kısa zamanda askeri ve yönetsel becerileriyle ön plana çıkar ve Kartvel Krallığının, kralın ardından gelen en yüksek ikinci rütbesinin “İnağ” sıfatıyla Çeneler’e verilmesi gelenek haline gelir. Kartvel toplumsal, siyasi ve askeri hayatına MS. XI. Yüzyıla kadar, yaklaşık 1600 yıl süren bir etkide bulunan ve aşırı nüfuz kazanan Çenelerin iç hakimiyetlerine bir son verme kararı alan Kartvel kralı, savunmasının yeniden zayıflayacağını düşünerek bu sefer, Kıpçak Türkleriyle anlaşır; Çenelerin hükümdar ailesini, Orbelyanları ülkeden sürer. Kral, Kartvel kültüründe Çeneler’e ait ne varsa kayıtlardan silinmesini emreder.  

      Ermenistan’a geçen hükümdar ailesi soyundan Stephanos Orbelian, XIII. Yüzyılda, kökenlerine dair izlerin yok edildiğini anladığında, halkının Çenastan’dan kalkışından, Ermenistan’a sürülüşüne kadar olan 1600 yıllık sürecin tarihini “Orbelianlar Tarihi” adıyla yazar. Eser, birkaç yüzyıl sonra bulunduğunda Fransızca’ya çevrilir. Orijinali Fransızca olan İslam Ansiklopedisi’nde ve Türkçe çevirisinde, “Gürcü” maddesi içinde Çene Halkının tarihi uzunca bir özet halinde yer alır.  

     Adları ve kültürel varlıkları yasaklanan Çene halkının Kartvel yurdunda kalan kısmı, kendileriyle aynı fonksiyonu üstlenen Kıpçak Türkleri ile karışır ve kaynaşırlar. Kıpçaklar da kısa sürede bölgede hakim unsur haline gelirler ve yayıldıkları coğrafya kendi adlarıyla anılmaya başlar: “Sa Atabego” (Atabekler Yurdu). MS. 4. yüzyıldan itibaren Kartvellerin dini olan Hıristiyanlığı benimseyen eski Uygur Çene-Bakur’un soydaşları ile yeni Kıpçaklar, 1500’lü yıllardan itibaren Osmanlı etkisiyle Müslümanlığı seçerler. Osmanlı’dan önceki dönemde, Hristiyan Gürcü krallarının Türk kimliklerini yasaklanması sonucunda, Kıpçak Türkçesi de yerini Gürcüce’ye bırakmıştır. Ancak, Çene halkı, yasaklanan asıl kimliğinin zarfını, içeriği yüzyıllar süren süreçte anlamını kaybetmişse de korumayı bilir. “Çene-vuli” olan adını, kendi aralarında bir gizli kod olarak “Çene-buri” (Çene halkına has, Çenece) biçiminde yaşatırlar. Adın taşıdığı anlam zaman içerisinde unutulmuşsa da, Kartvelliğe karşı bir duruşu ifade ettiği her Acara’lı ve Çürüksu’lu tarafından bilinir. “Çene” kelimesi sonraları Gürcücede harflerin dizilişi bakımından en yakın kelime ile yeniden anlamlandırılmış ve “ç(v)ene-buri” (bize has, bizce") şeklinde söylenmeye başlanmıştır.      
139 
      O halde, Gürcistan’ın asli unsuru “Kartvel” kimliğini reddeden Türkiye’deki Acara ve Çürüksuluların, Kartvel kavramını da kapsayan “Gürcü” adıyla anılmaları tarihi bir hatadır. Zira Gürcü adı Hristiyan azizi ‘’Giorgi’’ den gelmektedir.1921 yılında Moskova dönüşü Batum'a uğrayan Dr. Rıza Nur, "Bizde Acaralılara Gürcü derler. Burada bunlara Gürcü deseniz size kurşun atarlar" demiştir.  
Kaynaklar: 1. Ali İhsan AKSAMAZ .Doğu Karadeniz’de Resmi İdeolojiler Kuşatması. 2. www.karadenizliler.org