Hocalık Nedir? Neşter İzleri'nden (3)

( 3. ) HOCALIK NEDİR?

Yaşarken bazen hiç geçmeyecek sandığım günler su gibi akıp geçmiş, asistanlıkta üçüncü ayımı doldurmuştum.

Üç haftalık servisi tanıma, görev, sorumluluk ve olmayan yetkilerimi öğrenme refakat nöbetlerinden sonra temmuzun başında tek nöbete yazılmıştım. Ayda yedi sekiz nöbet tutuyordum. Koskoca Haseki Hastanesi’nde 16-16.30’dan sonra tüm cerrahi vakalara ilk kararı ben, son kararı nöbetçi başasistan veriyordu. Çömezdim, tecrübesizdim. Vakaları ilk ben görüyordum ama gördüklerimin %80’ini atlamamak (yanlış teşhis, tedavi) için uzmana danışıyor, danıştıkça da haliyle onu rahatsız etmiş oluyordum. Sonuç mu? Nadiren hoşgörü, genelde fırça... “Bunun için mi beni çağırdın? Nasıl cerrahi asistanısın sen? Taşrada tek başına kalınca kime danışacaksın ha?” gibi hafifleterek yazdığım azarları, alı al moru mor susarak dinliyor, bunlar da eğitimin bir parçası diye kendi kendimi teselli ediyordum.

Sabah, en geç yedide servisteydim. Sorumluluğumdaki sekiz on hastanın pansumanlarının değiştirilip günlük bulgularının not alınması, tedavilerinin düzenlenmesi, gerek gördüğüm tahlil ve tetkiklerin istenmesi, sekizde başasistana takdim ve ameliyathane... Artık kaçta biterse ameliyatlar... Ardından bürokratik işlemler kaçta biterse... Dur durak bilmeyen koşuşturmaca... Dört kıdemlimin üzerime yıktığı angaryaları da eklenince on yedi, on sekizden önce bitmese de bitiriyordum işlerimi, geçiyordu zaman. Devlet memurlarında günlük sekiz saat olduğu söylenen mesaim bitiyordu, tabi nöbetçi değilsem... Hastaneden ayrılınca ayakta, insan kalabalığında tost gibi sıkışık, iki büklüm de olsa yer bulduğuma şükrettiğim, sol dirsekleri pencerede, bıçkın ve bitirim karayağız şoförlerin delice kullandığı minibüs dolmuşlarda, arabesk müzik eşliğinde yarım saatlik yolculuktan sonra Güngören’e ulaşıyordum. Saray yavrusu evime girmeden önce lokantada bir şeyler atıştırıyor, o yorgunlukla kedinin doyacağı kadar yemek sonrası nihayet sarayımda oluyordum. Birkaç saatlik dinlenme, titreyip kendime gelme süresi ve kitaplar... Roman, hikaye, şiir, aşk meşk, siyaset kitapları değil tabi! Ameliyat tekniklerinin çizili, açıklamalı anlatıldığı cerrahi teknik atlas, başasistanların günlük, hocamızın Cuma günkü büyük vizitte soracağı sorulara cevap verebilmek adına okuduğum cerrahi kitapları sevgilim gibi olmuştu. Yaşıtlarım, sabahları sevgili veya karısına sarılmış uyanırken gariban ben, koynumda

kitaplarla uyanıyordum. Asla şikayetçi değildim. “Gülü seven dikenine katlanır” atasözünü, “ Dikenini bilerek gülü sevmek, sevgidir” diye değiştirmiştim. Dikenine katlanmıyor, gülü seviyordum. Ayrıca sevgime karşılık almaya başlamıştım. İkinci ayın sonundan itibaren apandisit, fıtık ameliyatlarını kıdemlilerim nezaretinde yapıyordum artık. Neşteri elime aldığımda, ameliyat bitene kadar sevgilisine kavuşmuş, yârinden başkasını görmeyen, düşünmeyen aşık oluyordum. İlk iki ay acemiliğimi çabuk atlatmak, üçüncü aydan itibaren de bir tane daha apandisit, fıtık ameliyatı yapabilmek hevesiyle nöbetlerim dışında da çoğu gecelerim serviste geçiyordu. Bu arada lakabım “Kuyruk” olmuştu. Dert etmiyordum, nasılsa çömezlerim gelince onlar kuyruk olacaktı.

Üç ayım bu halde su gibi akmış, rüzgar gibi geçmişti işte! O gece kel kafalı, pos bıyıklı, ihtisasa biraz geç girmiş, kalender, “Baba” lakaplı, en sevdiğim, aramızda iki sene kıdem farkı olan Sabit nöbetçi idi. Her zamanki gibi kapıyı küt diye çarpıp asistan odasına girdiğinde, çekyatta uzun oturmuş dinlenmeye çalışıyordum.

-Oooo! Dört bacak serilmişsin len kuyruk!

-Süpermen değilim be Sabit Hocam, serildim.

-Öyle deme len! Süpermen senin yanında yaya kalır. Süper güçlerin yok ama tempoya iyi dayanıyorsun.

-Sağolasın.

-Eve gidecek misin?

-Hayır.

-İyi. O zaman ver bi marlboro, apandisit çıkarsa senin, söz.

Yerimden doğruldum. Yandaki çekyata oturmuş kıdemlime, doktor olunca Samsun sigarası yerine başladığım marlboro paketimi uzattım. Tek dal aldı, yaktı, keyifle derin bir nefes çekip nikotinin ciğerlerinden damarlarındaki nikotine kavuşmasını bekledi günde üç paket sigara içen kıdemlim. Fabrika bacası gibi nefesini geri verdi.

-Sinan be! Gece gündüz servistesin. Başka işin gücün yok mu senin?

-Karı yok, çoluk yok, çocuk yok. Ne işim olsun ki şefim?

-Cerrahi asistanlığında bunların olmaması daha iyi... Bu kadar stres, yorgunluktan sonra karı dır dırı, çocuk vır vırı zor çekiliyor. Aman ha! İhtisas bitene kadar evleneyim demeyesin. Zaten saçların dökülmeye başladı, evlenirsen seneyi doldurmadan bana benzer, bu yaşta kel kalırsın valla! Demedi deme.

-Eyvallah şefim, hem ekonomik olarak evlenmem mümkün değil ki! Her ay babama yardım ediyorum. Ev kirası, yeme içme, elektrik su, sigara kitap parası... Aybaşını zor getiriyorum, inan.

-Doğrudur, inanırım. Şimdi beni iyi dinle. Akıl hocan Muzo iyidir, hasdır ama tek derdi cerrahidir. Amacı seni iyi bir cerrahi asistanı, başarılı cerrah yapmak, kabul ancak unutma ki hayat sadece cerrahlık değildir.

-Nasıl yani? Anlamadım.

-Anlatayım anlarsan. Hastane, cerrahi dışında da hayatın, hobilerin olsun. Gençsin, yakışıklısın, doktorsun ve en önemlisi bekarsın. Gez toz, sinemaya tiyatroya git, roman oku, hopla zıpla... Asistan Sinan’dan başka biraz da Sinan ol. Anlatabildim mi?

Sustu, söylediklerinin etkisini görmek, tepkimi ölçmek için suratıma baktı. Paketimden iki dal sigara daha çıkardım. Birini dudağıma yerleştirip diğerini ona uzattım. İtirazsız alıp sigarasını yeniledi. Gözleri gözlerimdeydi.

-Anladım Sabit Hocam. Muzo’nun sözü; “Kıdemlinin tavsiyesi emirdir.” Emrine uyacağım.

-Haber kutsal, yorum hür... Yorumlamak, uyup uymamak sana kalıyor kuyruk.

Çocukluğumda, babamın Pazar günleri 25 kuruş vererek aldırıp okuduğu Tercüman Gazetesinin logosunun altındaki sözdü: Haber kutsal yorum hür. Yorum bana bırakılmıştı. Acilden aranmıyorduk. Konuyu değiştirmek istedim.

-Şefim, bir şey sorsam...

-Sor bakalım. Zor olmasın ha!

-Onat Hoca, şefimiz... Bırak beni, siz kıdemlilere bile karşısına alıp ameliyat yaptırmıyor. Arada girdiği ameliyatlarda da birinci asistan hep uzmanlar oluyor. Hocalık bu mu ya hu? Hocadan ne öğreneceğiz?

-Ne bekliyorsun? Sana bana apandisit, fıtık ameliyatı yaptırmasını mı? Hocalık bu mu sanıyorsun?

-Ne peki?

Sigarasından peşpeşe iki derin nefes sonrası dumanı geri verirken sorumu cevapladı.

-Bazı şeyler okuyarak, dinleyerek öğrenilmez. Yaşaman, görmen gerekir Sinan. Acele etme. Her şey üç ayda öğrenilmez, sabreeet!

Acil nöbetçi doktorundan gelen telefonla muhabbetimiz bitti. İkaza gerek kalmadan acile inip hastayı muayene ettim. Hastayı bilmem ama ben şanslıydım. Vaka dört dörtlük apandisitti. Sabit ve nöbetçi uzman teşhisimi onayladı, bürokratik işlemleri tamamladım. Söz aldığım gibi Sabit’in nezaretinde ameliyatı yaptım.

Gece rahat geçti! En son beşte baktığım hastadan sonra iki saat kestirdim. Kalktım, nöbetçi hemşireden tırtıkladığım dört beş zeytin ve çaydan oluşan kahvaltımı yaptım. Olağan görevler, başasistana hastaların takdimi bitimi, safra kesesi taşı tanısıyla ameliyat edeceğimiz 55 yaşındaki kadın hastayı ameliyathaneye indirip hazırladım. Önce Sabit gelip karşıma, ardından başasistan gelip hastanın sağına geçerek sağımdaki yerini aldı. “Bismillah” deyip ciltteki kesiyi yaptıktan beş dakika sonra batındaydık. Ekartörü elime tutuşturup eksplorasyon (genel gözlem) için elini karına daldırdı.

-Nejat, hasta kazık gibi, kasıyor. Biraz gevşetsen...

-Tamam Sedat. İki dakika bekleyiver.

Anestezi uzmanı Nejat abi, cerrahın ameliyatta rahat çalışmasını sağlayan, hastanın kaslarını gevşeten iğneyi yaptı, bir dakika dolmadan da telaşla bağırdı.

-Kardiyak arrest (Kalp durması). Durun, kimse dokunmasın hastaya.

Heykelleştim. Koltuk altlarım, sırtımdan soğuk terler boşaldı bir anda. Sedat abi ve Sabit, çıt çıkarmadan, elleri hastanın üzerinde kımıldamadan, şaşkınlıkla narkozculara bakıyordu. Gözlerimi monitör (hastanın nabız, tansiyon, kan gazları seviyesini gösteren cihaz) ekranına çevirdim. Ekrandaki yeşil çizgi minicik bir zik zak dahi yapmadan dümdüz, sürekli kayıyordu. Kalp durmuş, hasta

gidiyordu öbür tarafa... Azraille rekabet edebileceğimiz sayılı, on bilemedin on beş dakikamız vardı önümüzde. Ameliyathanede Nejat abinin peşpeşe verdiği talimatlardan başka ses yok; bir de arada kırılan iğne ampullerinin çıt sesi... Yan masadaki ekip dahi sus pus... Narkoz teknisyeni hemşireler, Nejat abinin talimatlarını saniye geçirmeksizin uygulama telaşında... Cerrahi ekip, hepimiz başlarını narkozculara çevirmiş, robot gibi müjde verilmesini bekleyerek onları izliyoruz. Bir asır gibi gelen dört beş dakika boyunca monitördeki düz çizginin kavisler, zik zaklar yapmasını bekledik, bekledim; umutla, aklıma gelen dualar eşliğinde, Allah’a yalvararak...

-Sabit, kalp masajıııı!

Sabit, uzun boyunun avantajıyla hastanın göğsüne sıkı bir yumruk atıp kalp masajına başladı. Kel kafasındaki kepin altından yanaklarına süzülen ter damlacıklarına aldırmadan göğüs duvarına ritmik olarak bastırdı bıraktı... Bastırdı bıraktı durmamacasına... Hala düz çizgi!

-Kalp içi adrenalin yap Sabit, çabuuukk!

Sabit, yeşil örtüleri sıyırdı, narkoz hemşiresinin verdiği enjektörü sol meme altından diklemesine bastırıp pistonu geri çekti. Kan geldiğini görünce de adrenalini hızla kalp içine puşe etti. Son barutumuzu kullanmıştık. Gözlerimiz monitörde... Çizgide en ufak kıpırtı yok.

-N’oluyor gençler?

Onat Hocanın sesiydi. Haber uçurulmuş, gelmişti. O gergin, geçmek bilmeyen dakikalar, saniyeler esnasında geldiğinin farkına varmamıştık. Nejat abi, bitmiş, tükenmiş, çaresiz cevap verdi.

-Hocam, listenon alerjisine bağlı kalp durması... Her şeyi denedik. Hastayı döndüremiyoruz.

İstanbul beyefendisi Onat Hoca anında gürledi.

-Steril eldiven giydirin bana, acele, sallanmayııınn!

Eldivenler giydirildi.

-Sabit, çekil kenara...

Sabit kenara çekildi. Onat Hoca neşteri aldı. Ameliyat kesisinin üst kenarından başlayıp sol meme dışına uzanan yatay tek bir hamle yaptı, tek bir kez salladı neşteri (Torakotomi). Kaburgalar arası kaslar gözümüzün önünde belirdi. Sonra kesi boyunca ikinci kez tek bir hamle yaptığında zarının altındaki kalp, kuzu sessizliğinde hareketsiz karşımızdaydı. Kalbi avuçladı; elindeki balonu patlatmamaya çalışarak oynayan çocuk gibi sıktı bıraktı, sıktı bıraktı birbiri ardına... Ve kuzu kıpırdadı, “lup dup, lup dup” diye melemeye başladı. Hepimiz sanki İstiklal Marşımızı dinliyorduk şimdi; hareketsiz, mutlu, gururlu...

-Hocam, hasta döndü. Sağolun... Sağolun, ellerinize sağlık.

-Teşekkür ederim Nejat. Hepimize geçmiş olsun.

Dakika tutmadım ama Onat Hoca, gözleri monitörde bir süre daha bekledi.

-Sedat, kolay gelsin. Kapatırken toraks tüpü koymayı unutmayın.

-Unutmayız Hocam. Elinize sağlık. Sağolun.

Şefimiz dinlenme odasına geçti. Nejat abi, monitörü takip etmeyi bırakmadan kendini arkasındaki döner sandalyeye bıraktı. Apartmanın beşinci katına sırtında çıkardığı buzdolabından kurtulmuş hamal gibiydi; yorgun, bitkin, rahatlamış... Bizler de rahatlamıştık. Terlerimizi sildik, ameliyat gömlekleri ve eldivenlerimizi yeniledik. Hasta üstündeki örtüleri de... Ekip yerini aldı. Ameliyat devam edecekti. Diğer ameliyatlar da devam edecekti. Bir gün son durağa geleceğimiz, biteceğini bilmemize rağmen nerede, ne zaman, nasıl biteceğini bilmediğimiz, bahtımızın rüzgarına kapılıp koştururken biteceğini unuttuğumuz hayat devam ediyordu. Hastamızın hayatı da devam edecekti, biteceği güne kadar...

Sabit ile göz göze geldik, göz kırptı bana. Anladım. Dün gece sorduğum sorunun cevabını görerek, yaşayarak, asistanlığımda ilk kez almıştım. Hocalık-asistanlık, hayat-ölüm... Öğreneceğim, öğrendikçe yaşlanırken büyütecek, büyürken kişiliğime kişilik katacak çok şey vardı. Kıdemlim haklıydı. Sabredecektim; okuyarak, dinleyerek öğrendiklerimden hariç yaşayarak öğrenmek için...

*NEŞTER İZLERİ kitabımdaki 3. Hikayemdir*

25-04-2021