İlker Belek Yazdı...Neden Kimlik siyaseti değil ,neden sosyalist mücadele

1-SINIF HALEN GEÇERLİLİĞİNİ KORUYOR
Burjuva dünyasında sınıfın ortadan kalktığına ilişkin iddianın tarihi hiç de yeni değil. Daha 1960’larda Nisbet isimli Amerikan sosyoloğu bunu ileri sürmüştü.
 
Ancak bu görüşün esas yaygınlaşması 1990’da Sovyetlerin yıkılmasına rastlar. Burjuva sosyal bilimcileri, bu gelişmenin sınıfın ve sınıf mücadelelerinin bittiğinin de göstergesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Pratik bir gelişmeden yeni bir teori üretmeye kalkmışlardı ve esas niyetleri sosyalizmi de, onu yaşama geçirecek olan sınıf mücadelesini de gözden düşürmek, emekçi sınıfları umutsuz, geleceksiz bırakmaktı.
 
Bu propagandaya 1990’larda, akademisyenler de dahil, çok geniş bir çevrenin itibar ettiğini gördük. Sosyalizmin yıkılışı sonrasında ortaya çıkan yeni dönem bu çevrelerce Yeni Dünya Düzeni olarak nitelendi. Varsayıma göre, sosyalizmin yıkılışı bütün çatışmaları da geri gelmemek üzere tarihin çöplüğüne gönderecek, kapitalizm dengeli, çalkantısız, herkesi mutlu edecek bir uyumlu gelişme sürecine girecekti, sanki bütün olumsuzlukların nedeni sosyalist sistemin varlığıymış gibi.
Sonradan, bizde ve bütün dünyada sınıf dışı toplumsal hareketlerin kutsanmasına, sosyalizm dışı yeni düzen aranışlarına, farklı bir sosyalizm ve insancıl kapitalizm arayışına zemin teşkil eden düşünceler bunlar oldu.
 
Toffler, Drucker gibi popüler Amerikan sosyal bilimcileri, bu varsayımla uyumlu biçimde proletaryanın ortadan kalktığını vaaz ederek, artık çalışan sınıfların “cogniterya” olarak tanımlanması gerektiğini ileri sürmüşlerdi.
Bunun nedeni, 1980’lerden itibaren üretim ortamını belirleyen unsurun bilgisayarlaşma olduğu gerçeğiydi. Bilgisayarlaşma üretimin entelektüel niteliğini, işin kalitesini, iş ile çalışan uyumunu artırıyor, böylece klasik işçi sınıfı ortadan kalkıyor, onun yerine tamamen entelektüel yeteneklerini kullanan ve bu yeteneklerini doyumsuzca geliştirerek, yaptığı işten tatmin olan “cogniterya” alıyordu.
Görüldüğü gibi sosyalizmin yıkılışına denk gelen bu tezin kapsamı yalnızca sınıf yapısıyla sınırlı değildi, bütün toplumsal organizasyonun, kapitalizmin pürüzsüz biçimde gelişimine dayalı olarak tamamen değiştiğini ilan ediyordu.
Bu nedenle bu yeni döneme “kapitalizm sonrası toplum”, “endüstri ötesi toplum”, “bilim toplumu” gibi isimler de verildi.
Sınıfların, sınıf çatışmalarının olmadığı bir kapitalizm.
İlginçtir bütün bu kavramları üretenlerin görmezden geldiği ve hemen izleyen yıllarda yalanlarını,  burjuvaziye uşaklıklarını yüzlerine vuracak olan yalın bir gerçek vardı: Kapitalist sistemin 1970’lerde içine girmiş bulunduğu uzun dönemli daralma dönemi ile 1990’ların ortasında Uzakdoğu’dan başlayarak Rusya ve Latin Amerika’yı pençesine alan ve sonraki yıllarda da yineleyen mali krizler. Daralma-kriz sürekliliği toplumsal çelişkileri, eşitsizlikleri, siyasal kaosu o denli belirgin kılıyordu ki, bu varsayımların hiçbir gerçekliğinin bulunmadığı, tamamen ideolojik amaçla üretildikleri daha ortaya atıldıkları anda anlaşılmaya başlanmıştı.
Neresinden bakılırsa bakılsın, bugün halen sınıfsal yapı, eşitsizlikler ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal sorunlar varlığını koruyor.
Bütün veriler ve yaşamın kendisi sınıf olgusunun varlığını net ve apaçık biçimde ortaya koyuyor. Ama zaten sınıf gerçekliği hiçbir zaman yok olmadı ki. Mesele onu görmek istemekte. Dünyada değişik sosyalist çevrelerin de bunu başaramadığını, sınıfın sınıf olmaktan çıktığı, sınıf mücadelesinin önemini yitirdiği, artık başka tür bir sosyalizmi düşünmek gerektiği yönündeki propagandalara teslim olduğunu hatırlamamız gerekir.
Oysa sınıfsal çelişkiler varsa mücadele gerekliliği de, sosyalizm hedefi de gerekli ve günceldir.
 
2- GÜNÜMÜZDE İŞÇİ SINIFI MANZARALARI
 
Veriler sınıfsal çelişkilerin bugün de aynı netlikte varlığını koruduğunu gösteriyor. Örnekleyelim:
1-Sosyalizm çöktükten bir süre sonra, 2002 yılında 21 Avrupa ülkesinde hem yeni Weberci (Goldthorpe) hem de yeni Marksist (Wright) teknikleri kullanılarak yapılan karşılaştırmalı bir analize göre; yanında başka birisini istihdam eden (burjuvazi) sınıfın toplamdaki oranı %4.8-8.2, proletarya olarak tanımlayabileceğimiz değişik nitelikteki el emeğiyle geçinen sınıfın oranı %42-54 ve hizmet türü işlerde çalışan emekçilerin oranı da %45-29 olarak saptanıyor. Türkiye’de ise TÜİK’in son açıkladığı veriler gayet Marksist bir zemine oturuyor. Buna göre gelir sahiplerinin %71’i ücretli-maaşlı olarak çalışıyor, %20’si kendisini bir şekilde girişimci olarak tanımlıyor (bunların içinde muhtemelen yalnızca kendi hesabına çalışan statüsündeki küçük esnaf da yer alıyor), %9’u ise rant geliri elde ediyor. Yalnızca bu veriler bile kapitalizmin sınıfsız, çatışmasız bir aşamaya ulaştığına ve sınıf olgusunun gerçekliğini yitirdiğine ilişkin iddiaların tümüyle gerçek dışı olduğunu kanıtlamaya yeter. Ama biraz daha görüntü alalım.
 
2-Yedek işçi sınıfı olarak nitelediğimiz işsizlerin 2011 yılındaki toplam sayısı 2008 krizi öncesine göre dünyada tam 50 milyon fazlalık arz ediyor. İşsizlik daha çok gençleri vuruyor ve genç işsizlik oranı merkez kapitalist ülkelerde dahi %80’e ulaşıyor. 2010 yılında Danimarka ve Lüksemburg’da bile çalışanların %20’si son 6 ay içinde işini kaybetme korkusu yaşamıştı.
 
3-İşçi sınıfının sınıfsal yapısı-bileşimi yıllar içinde değişmiş durumda. Artık el emeğiyle geçinen proleterlerin yerini hizmet işlerinde üretim yapan emekçi sınıflar alıyor. Örneğin, İngiltere’de 1950’lerde el emeği dışında kalan işlerden geçinenlerin oranı %25 iken, daha 2004’te %50’yi geçti. Profesyoneller olarak nitelenen, yüksek eğitimlilerden oluşan grubun oranı ise %22’den %32’ çıktı. Artık zamanımızın fabrikaları hastaneler ve eğitim kurumları. Buralarda çalışan nitelikli emekgücü ise kendi hesabına çalışma olanaklarının ortadan kalkmasının (özellikle hekimler için geçerli olan durum) ve gelirdeki aşınmanın yarattığı proleterleşmenin sonucunda işçi sınıfına intikal etmiş durumda.
 
4-İşçi sınıfının yeni istihdam biçimi yarı süreli, geçici süreli ve evde çalışma gibi türler. Tam süreli ve standart çalışma düzeni işçi sınıfı mücadelesinin düşmesiyle, hizmet işlerinin yaygınlaşmasıyla, üretimdeki bilgisayarlaşmayla birlikte geriledi. 2008 krizi sonrasında yarı süreli işlerdeki artış global ölçekte tam üçte ikiyi buldu.
 
5- Bu tip işlerdeki ücret miktarı aynı nitelikteki düzenli işlere göre %40 daha düşük.
 
6-ABD’de 1973’te, ortanca gelir 100 kabul edildiğinde, en düşük gelire sahip %10’luk kesimin geliri 52’ye denk gelirken, en zengin %10’luk kesimin geliri tam 192 idi. 2005 yılında ise bu kesimlerin gelirleri 50 ve 292 olarak değişti ve tablodaki vahşet derecesi daha da arttı.
 
7-2008 krizinin hemen sonrasında Avrupa’da ailelerin %40’ı geçimini sağlamakta zorlandığını beyan ediyordu.
 
3-SINIF PERSPEKTİFİ, SINIF MÜCADELESİ NEDEN VE NASIL GERİLEDİ ?
 
1990’larda sınıf mücadelesinin geriye çekilmesine neden olan ve işçi sınıfının, sosyalizmin artık gündemden düştüğüne dair iddialara temel oluşturan gelişmeler çok daha önceleri, 1960’larda başlamıştı. Bunları siyasi ve iktisadi olarak iki başlıkta toplayabiliriz:
 
1-Siyasi nitelikli faktörler:
a)Batıda işçi sınıfının sosyal refah devletine entegrasyonu:  2. Paylaşım Savaşı sonrasında kapitalizmin içine girdiği uzun dönemli genişleme dalgası, kar oranlarının ve kardan işçi-emekçi sınıflara dağıtılan payın artışına olanak tanıdı. Bu ortamda sendikalar düzen içi korporatist pazarlık ilişkilerine tabi ve razı olurken, sosyalist partiler de devrim perspektifini bir tarafa bıraktılar.
 
b)Sovyet sosyalizminin, Kruşçev ile birlikte içine girdiği siyasi-ideolojik durgunluk dönemi: Yaygın olarak Stalin eleştirilir, ancak sosyalizmi yıkıma götüren dinamiklerin tetiğinin Kruşçev dönemi politikalarıyla çekildiğini saptamak gerekir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Sovyet toplumu önündeki öncülük rolünü savsaklaması, yeni insanın yaratılması gerekliliğinin görmezden gelinmeye başlanması, bütün bunlarla bağlantılı olarak üretim verimliliğindeki ciddi düşüş, Sovyetler’de 1960 ve 1970’ler boyunca ekonomik ve siyasi sorunların birikmesine ve daha da kötüsü görmezden gelinmesine neden oldu. Parti içinde sosyalizmi hiç de umursamayan bir kadro yapısının biriktiği sonradan açığa çıktı. Bütün resmi görevlerinden ayrıldıktan sonra, Parti ve devlet aygıtının başındayken sosyalizmi yıkmak üzere çalıştığını açıkça ifade etmekten çekinmeyecek olan Gorbaçov bu yapı içinde yetişmiş, sivrilmiş ve devletin en tepe noktasına kadar yükselmeyi başarmıştı. Sosyalizmin yıkılması ise, işçi ve emekçi sınıfların kendilerine ait bir geleceklerinin bulunduğuna ilişkin tezlerin tümüyle geçersiz ve yanlış olduğunun artık kanıtlandığına ilişkin karşı devrimci iddiaların ortalığı kaplamasıyla sonuçlandı. Bu durum bütün dünyadaki işçi sınıfı partilerinde ciddi likidasyon etkisi yarattı.
 
c) Emperyalizmin sosyalizmin yıkılması bakımından ideoloji ve siyasi etkisi büyük: Sovyetleri kuşatmaya dönük (Türkiye’yi de kapsayan) Yeşil Kuşak projesi, Afganistan’da Taliban’ın yaratılması ilk akla gelenler. ABD’nin Afganistan operasyonu cihadist dini, NATO’nun ve Almanya’nın Yugoslavya’yı parçalayan müdahalesi ise milliyetçiliği dünya halklarının başına bela etti. Sosyalizm idealinin yıkılmasıyla boşalan siyasal-sosyal hareket dünyasını, her aşamasında emperyalistlerin maniple ettiği değişik milliyetçi ve dini akımlar doldurdu.
 
2-İktisadi nitelikli faktörler:
 
a)Üretimde bilgisayarlaşma: Bu gelişme istihdam biçimlerinin değiştirilmesine, ev ve uzaktan, yarı süreli, geçici, standart dışı çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasına hizmet etti.
 
b)Hizmet sektörünün genişlemesi: Böylece sanayi üretimi geriledi. Hizmetler üretiminin parçalı ve yukarıda anılan çalışma biçimlerine dayalı yapısı, sendikaların ve sosyalist yapıların geleneksel örgütlenme modellerinin geçerliliğinin azalmasına yol açtı.
Sonuç olarak siyasi faktörler işçi sınıfının siyasal olarak sahipsiz, yönsüz, hedefsiz bırakılmasına neden olurken, iktisadi faktörler işçi sınıfına yön, hedef belirlemek için hala çaba sarf etmek gerektiğini düşünen yapıların önüne özel engeller çıkardı.
Yani aslında işçi sınıfı değil, ama sınıfın sendikal ve siyasal öncüleri bitti, bitirildi. Sosyalist yapıların büyük çoğunluğu bu operasyona gönüllü destek sağladı.
Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya hedefinden vazgeçmek anlamındaki siyasi faktörlerin Türkiye’de de etkili olduğunu yakın dönem tarihimizden gayet iyi biliyoruz. DİSK’in 1990 yılında yeniden sendikal faaliyete başlarken oluşturduğu tezler burjuvazinin postendüstriyalist, postkapitalist ideolojisini tümüyle içine sindirmiş ve Birikim çevresi tarafından kaleme alınmıştı. Aynı tezler siyasi yaşamdaki karşılığını Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin (TBKP) programında bulacak ve bu siyasi akım etkileri bugünlere kadar süren biçimde varlığını sürdürecekti. “Demokratik”, “özyönetimci”, “yerelci” siyasi rejim ve sosyalizm anlayışlarının kökeni buralara uzanır.
 
4- SINIF NEDEN TOPLUMSAL MÜCADELENİN TEK MODERN VE GEÇERLİ ARACIDIR
 
Sosyalizmin yıkılması sonrasında geriye çekilen sınıf olgusunun yerini dini, etnik kimlik siyasetlerinin doldurduğunu belirtmiştik. Gerçekten de böyle, dünyanın haline baksanıza. Her yerde, kışkırtılan, kullanılan dini ve milliyetçi savaşlar.
Şüphesiz dini ve etnik kimlikler de toplum ve insanları tanımlamaya yarayacak önemli parametrelerdir. Din ontolojik olarak toplumsal yaşamı düzenleme hedefini taşır, bu anlamda siyasi bir öze sahiptir. Doğuştan kazanılmaz. Çocuklara dinleri büyükleri tarafından öğretilir-dayatılır. Velhasıl, dini inanç sınıfsal karakterlidir.
 
Etnik kimlik ve onu tanımlayan en önemli unsur olan anadili ise doğuştan kazanılıyor. Dışarıdan herhangi bir engelleme olmadığında da insanlar nasıl doğdularsa ona uygun dilleriyle gelişimlerini sürdürüyorlar ve toplum olarak da o etnik kimliğin gerektirdiği her şeyi doğallığıyla yaşamak istiyorlar.
Buraya kadar sorun yok. Ancak bundan sonrası, yani etnik ve dini kimliklerin siyasallaşma dinamiği, toplumsallaşmanın ölçütü olarak kullanılması, günümüzü tanımlayan kapitalizm dönemi için hiç de sağlıklı değil. Birkaç nedenle:
 
1-Etnik ve dini kimlikler üzerinden geliştirilen mücadele (kaçınılmaz olarak çatışmacı nitelikte olan) dinamikleri, doğal olarak kendi etnik ve dini kimliğini mutlaklaştıran ve diğer etnik ve dini kimliklerin dışlanmasına, baskılanmasına, onlarla ilişkilerin koparılmasına ve hatta onlar üzerinde hegemonya sağlanmasına yönelik ontolojik bir karaktere sahiptir. “Kardeşlik” söylemi, ne denli ön plana çıkarılmaya çalışılırsa çalışılsın, bu, toplumsallığı inşa etmeye yönelik bir siyasi iktidar mücadelesidir.
 
2-Etnik ve dini kimliklere dayandırılan toplumsallaşma-iktidar mücadelesi, kendi etnik ve dini kimliği içindeki, kapitalist üretim ilişkileri zemininde ortaya çıkan, sınıfsal dayanakları olan ekonomik sorun ve çelişkileri gizlemek ve ilgili etnik ve dini kimliği kader ortaklığı içindeki homojen bir yapı olarak ideolojileştirmek zorundadır.
 
3-Bir de emperyalizm olgusu var. Yani dünyanın tekeller tarafından paylaşılması olgusu. Bu paylaşımı tekellerden aldıkları vekaletle devletler yürütür. Tekelci sermayenin hakimiyetinde olmayan, yeni devletleşme eğilimi içindeki her coğrafya, bağımlılaştırılmak üzere emperyalist devletlerin hedefindedir. Bu tahakkümden kurtulmanın tek yolu antikapitalist mücadeledir. Dini ve etnik kimlikli toplumsallıkların ise bunu yapabilmesi olanağı ontolojik olarak yoktur. Kaderleri emperyalistlerle işbirliğidir.
 
Kısaca söylemek istediğimiz şey şudur: Din de, etnik kimlik de, sınıfsal konumlanış da taraflaşma parametreleridir. Örneğin Müslümanlarla olmayanları, Türklerle olmayanları, proleterlerle olmayanları taraflaştırır, bunun üzerinden iktidar mücadelesine soyunurlar.
Ama, bunların içinde yalnızca sınıfsal bakış, sınıf parametresi günümüzün toplumsal inşa ve organizasyon gereksinimlerine denk gelen modern bir karakter taşır.
Eğer biz taraflaşma ve çatışmayı sınıflar arasında inşa edersek, yalnızca bu durumda, kapitalist üretim ilişkilerine bağlı olarak ortaya çıkmış olan sömürüyü, eşitsizlikleri, yoksullukları yok etme olanağına sahip olabiliriz.
 
Türkiye’de, Kürtler de dahil bütün işçi ve emekçiler üzerinde sömürü-tahakküm kuran bir kapitalist düzen mevcut. Kürtlere buradan düşen pay, Türkiye’nin kuruluş paradigmasının gereği olarak şüphesiz daha fazla. Böyle olsa da, Kürtlerin üzerindeki sömürünün sonlandırılması bu sistemin ortadan kaldırılmasına bağlı ve kapitalist düzenin devamı halinde kurulacak bir “Kürdistan” bölgesinde sömürü sorununun devam edeceği de açık. Eğer amacımız bütün sömürü mekanizmalarının ilgasıysa hedefe kapitalizmi yerleştirmekten başka çaremiz yok. Eğer kapitalizmi yok etmeyi hedeflemiyorsak o zaman sömürüyle derdimiz yok demektir.
 
O nedenle taraflaşmayı hangi etnik kimlik ve dinden olurlarsa olsunlar burjuvalarla proleterler arasında kurmamız gerekiyor ve bunun dışında taraflaşmaya yönelen her tutum esas çelişkinin üzerini örtüyor, bizi çözümden uzaklaştırıyor, emperyalizmin denkleme müdahil olmasını gerekli kılan bir ortam yaratıyor.
 
5- KAPİTALİST-EMPERYALİZMİN YENİDEN SOSYALLEŞME ŞANSI YOK
 
Toplumsal formasyonların gelişimi nesnel karakter taşır. Kapitalizm budur, artı değer sömürüsüne dayanır. Emperyalizm aşamasında bunu, yani sermaye diktatörlüğünü genelleştirir. Gerekiyorsa savaş çıkarır.
 
Kapitalist düzenin kar hırsını yalnızca işçi sınıfının mücadelesi frenleyebilir. Bu, dünya tarihinde ancak üç kez başarılabildi: 19. yy’da 1830, 1848, 1871 zincirleme devrimci kalkışması, 1917 Bolşevik devrimi ve 2. Dünya Savaşı sonrasında sosyalist bloğun ortaya çıkışı. En sonuncu dönemin karşı blokta yarattığı etki kapitalist sosyal refah devletidir, sınıflar arasındaki uzlaşıyı tanımlar.
Sonrasında, 1970’lerde işçi-emekçi sınıfların büyük geri çekilişi geldi. Aynı anda da ideolojik, siyasi ve askeri olarak kapitalist sistem karşı saldırıya geçti. 1980’lerin başından beri yeniden 19. yüzyıl vahşi kapitalizmini tesis etmiş bulunuyorlar.
 
2. Savaş sonrasında ortaya çıkan sosyal refah devletinin iktisadi altyapısını, savaşla yaratılan büyük yıkım oluşturuyordu. Kapitalist sistem, dünyanın yeniden imarı faaliyeti (inşaat ve buna hammadde sağlayan sektörler) üzerinden kar oranlarını artırmayı başarmıştı, bundan belli bir pay da işçi sınıfına düşmüştü. O dönem, Fordist üretim tarzı istihdamın genişletilmesini, yani artı değerin daha geniş kitleler arasında pay edilmesini olanaklı kılıyordu.
Bugün kapitalizm bu olanağı tamamıyla yitirdi. Dünya ölçeğinde tam bir yıkıma yol açacak yeni bir dünya savaşı patlasa, bütün yerleşim yerleri bombalarla yerle yeksan olsa, bunun arkasından yeniden imar çalışmaları gündeme gelse ve bütün sektörler bu faaliyete dahil olsa bile, bunun etkisi çok daha kısa süreli olmak zorunda.
 
Nedeni, Fordist üretimin yerini bilgisayar teknolojilerini kullanan esnek üretim sisteminin almış olması. Üretimin bilgisayarlaşması emek yoğunluğunu, yani istihdam hacmini azaltıyor. Kapitalizmin artık üretmek için eskisi kadar işçiye ihtiyacı bulunmuyor. Böylece yapısal işsizlik ortaya çıkıyor. Yani, olsa bile (üstelik bu varsayımın içinde yeni bir dünya savaşı bulunuyor), kar oranlarının artışı işsizliği azaltacak, refahı halk sınıflarına yayacak bir üretim hamlesiyle birlikte gerçekleşmeyecek.
Bir de buna ekonominin malileştirilmesi olgusu eklenmeli. Burjuvazi artık kar için sanayi ve tarımı değil spekülatif mali araçları kullanıyor. Çünkü makineleşmiş tarım ve sanayideki kar oranları düşüyor. Kar oranlarını artırmak için hammaddeleri ucuzlatmak, bunun için hammadde kaynaklarının bulunduğu coğrafyaları yeniden paylaşmak, emek gücünün maliyetini azaltmak için ücretleri indirmek, çalışma süre ve yoğunluğunu artırmak gerekiyor ve sistem bunları sağlamak açısından imkanlarını zaten sonuna kadar kullanmış durumda ve bunlar sistemi daha da vahşileştiriyor.
 
İnsanlığa umut verecek toplumsal bir düzenleme bu nedenlerle üç asgari koşulun sağlanmasını zorunlu kılıyor: 1- Üretimin bilgisayarlaşmasını, üretenlerin reel gelirini de artırarak, çalışma sürelerinin kısaltılması için bir olanağa çevirmek. Bu insanı çok yönlüleştirerek, toplumların hümanizmasını da güçlendirir. 2- Spekülatif gelir kaynaklarını ortadan kaldırmak, yani ekonomiyi reelleştirmek. 3- Kamucu müdahaleleri artırarak refah olanaklarının dağılımındaki eşitsizlikleri gidermek.
Her üçü de mümkün. Ama yalnızca, merkezi, planlı, sosyalist bir ekonomide. Bunun için de, üretim araçlarının mülkiyetini kamuya devredecek, gerçek bir devrim gerekiyor.
Bugün, silahlı da olsa, kahramanca da olsa, pek çok acıyı göze almak pahasına da olsa, kadınların toplumsal konumunu güçlendirerek de olsa, seküler de (?) olsa, ulusal “özgürlük” mücadelesi yürüttüğünü söyleyenlerin, hiç göremedikleri, anlayamadıkları, görmek ve anlamak istemedikleri gerçekler bunlardır.
 
6-KÜRT ULUSAL HAREKETİNİN KAPİTALİST-EMPERYALİZMDEN BAĞIMSIZ KALMA ŞANSI YOK
 
Kürt hareketi üretim araçlarının mülkiyetine dokunmadan, yani kapitalist formasyonda devletleşmek istiyor. Kendi burjuvazisi olacak. Radikal demokrasi söylemleri tam buraya oturuyor. Bu nedenle Rojava’da yapılanlar, başka yerde yapılacak olanlar, devrim değildir. Günümüzün devrimi olursa sosyalist olur, sosyalist olmazsa devrim olmaz.
 
Kürt ulusal hareketi kapitalist toplumsal formasyonu tercih etmekle emperyalist sistemin çeperine yerleşmektedir. Bu nesnel bir durumdur. Üstelik Türkiye Cumhuriyeti’nin 1920’lerdeki serüveni bu bakımdan örnektir. Şimdi, kapitalist model tercih edildikten sonra, kahramanlıkların ve sosyalistlerin sürece angajmanının, bu kaderi değiştirmek bakımından etkisi olmaz. Ancak erken kapitalistleşenler, erken emperyalistleştiler, merkeze bunlar yerleştiler: Sermayeyi biriktirmek ve erken ihraç etmekle ilgilidir.
 
Emperyalizmle ilişkilenme açısından daha kötüsü, Kürt devletleşmesi dinamiklerinin bölgemizdeki emperyalist müdahale sonrasında ortaya çıkmış ve emperyalist müdahalenin bu sürece yol vermiş olmasıdır. Barzaniztan ve Rojava’nın her şeyi buna ilişkindir.
Ve daha da kötüsü ise, Kürt hareketinin de emperyalist tahakküme gönüllü olarak rıza çıkarmakta, emperyalist devletleri bölgeye müdahale adına misyon yüklenmeye çağırmakta oluşudur.
Emperyalizme mecbur ve bağımlı kalmadan özgürleşmenin tek yolu önce içinde yaşanılan ülkenin, sonra da bölgenin işçi ve emekçi sınıflarıyla birlikte ortak bir kurtuluş, sosyalizm mücadelesini göze almaktan geçer(di).
 
İşçi ve emekçi sınıflarla verilecek sosyalizm mücadelesinin başarıya ulaşamama riski vardır, ancak emperyalizmin açtığı yolda, kapitalizm tercihiyle, emperyalizmin çeperine tutunma gayretiyle kurtuluş ihtimali yoktur.
Kürt ulusal hareketinin, adı üzerinde ulusal olduğu, bu münasebetle bu tür eleştirilerden azade olması gerektiği yönündeki mantık tümüyle saçmadır. Çünkü, bölgeye emperyalist bir müdahale vardır, Kürt hareketinin yolu yanlıştır, bu yanlış yol emperyalizmin bölgedeki konumunu güçlendirici bir stratejidir, bütün bu faktörler birlikte sınıf dinamiğini boğan bir amaç barındırmakta, böyle etki göstermektedir.
 
Ulusal kurtuluş hareketlerinin, sosyalizme ulaşmadan da olsa, emperyalist hegemonyanın dışında bir devletleşmeyle sonuçlanabileceği konjonktür Sovyet sosyalizminin varlığı koşullarıydı. Sosyalist sistem ulusal hareketleri “koruyucu” bir etki yaratıyordu. Bu etki ortadan kalkmış için ulusal hareketlerin çelişkisi artık nettir: Ya sosyalizm ya emperyalizmin çeperinde boğazlaşma.
Bir de bu nedenle, yani ezilen halkların özgürleşmesi, etnik kimliklerin kendisini bulması için, önce sosyalizm.
 
Doç.Dr.İlker Belek
Telgrafhane.org