Ninemin Türküleri

Annemin saçlarını yazıp da ninemin türkülerini es geçemezdim. Aslında ninem de annem gibi öyle birkaç sayfa değil, birçok öyküye hatta romana konu olacak potansiyele sahipti.

Ninem hakkında yazacaklarım 29 Ekim CUMHURİYET BAYRAMI ile de bütünleşecek diye düşünüyorum. Bugünün anlamıyla da ( Anasına bak, kızını al.) sözü, bizim cepheden bakınca küllüyen yalan görünüyor. Ailede annesine çok benzeyen kız, yok gibi birşey. Ninem annem gibi değildi. Gençken evde; büyükbaş , küçükbaş hayvanlar varmış. Onlarla ilgilendiğini anlatırdı. Ben ninemin sadece baş köşede oturduğunu hatırlıyorum. El işi bilmezdi, ev işi veya yemek yapmazdı. Ya hamama gitmek, ya da maaş almak için dışarı çıkardı. Onda da kapıya fayton gelirdi. Rahmetli ninem, gelen faytoncunun güçlü kuvvetli iri kıyım biri olmasını özellikle tembih ederdi. Çünkü binmek için faytonun basamağına adım attığı anda fayton onun ağırlığını taşıyamaz, üzerine devrilecek gibi olurdu. İri kıyım faytoncu karşı basamağa çıkıp ağırlık yapardı. Ninem faytona binip kendini ortaladıktan sonra faytoncu yerine oturabilirdi. Rahmetli 110 kg olduğunu söylerdi ama bence daha fazlaydı. Kilosundan ötürü rahat hareket edemiyordu. Oturması, kalkması, yıkanması hepsi ayrı sorundu. Hamamda o iki eliyle memelerini kaldırır, ben bol köpüklü sabunlukla meme altlarını yıkardım . Sonra da hamam tasıyla su serper köpükten arındırırdım. Arada bir memelerin altına soğuk su serpip ninemi bağıtmak küfür ettirmek de benim vazgeçemediğim muzurluğumdu. Banyodan çıkınca, kurulayıp talk pudrası serpmek, genellikle yine bana düşerdi. Bir dönem, şartlar gereği oldukça küçük evde yaşadık. Bahçe içinde, bugünün tanımıyla bir artı bir. Geniş bir oda ,normal diyebileceğim bir sofa. Mutfak bahçenin bir köşesinde. Eşme tuvalet diğer köşede. Tam ortada kuyu ve tulumba. Sofanın yarısını ninemin divanı kaplardı. Kışın kuzine de kurulunca bize oturacak küçük bir alan kalırdı.
Ninem rahmetli, yanıbaşına dayadığı bastonla kendi divanında oturur, kimseyi o divana oturtmazdı. Kimin ne haddineydi oturmak. Baston ne zaman kimin sırtına inecek diye düşünmeden edemezdik. Yastığının altında bugün petibör dedigimiz bisküvilerden olurdu. Çıkartıp çıkartıp gözümüze baka baka yerdi. Çok fazla yutkunup boyun bükersek bize de verdiği olurdu. Oturduğu yerden tuvalet on on beş metre uzaklıktaydı. Oraya gidinceye kadar çişini tutamaz, işeye işeye gider. Donu elinde söylene söylene dönerdi. Bu nedenle, kış aylarında çapı, kırk santimetreye yakın özel yaptırılmış toprak lazımlığı kullanırdı. Ninemin bir yere gitmesi durumunda, bu lazımlık oraya da taşınırdı.
Çok hoş sohbetti. Çok güler, çok konuşur, çabuk sinirlenirdi. Aynı bahçede yaşayan rahmetli teyzemin çocukları ondan çok çekinir, torunları korkardı. O yıllarda altı yedi yaşındaki Hilmi ve Hamit asla bizim camın önünden geçemez, bizim tarafta oynayamazlardı. Ninem hafif aksanlı konuşurdu. Bulgaristan’ da öğrendiği sözcükleri kullanır, bazı harfleri farklı yerlere koyardı.( bilmeyoruz, yapaceyiz, deyor, esir yerine yesir ) derdi. Mesela sığarım değil, sığırım demesini severdik. Ona bunu söyletmek için sofrada kendisine ayrılan yere sığmayacağını söylerdik. O da ( Sığırım çocuğum sığırım !) der otururdu. O yıllarda tomberg marka kırmızı bir radyomuz vardı. Bütün gün onu, sona kadar açar dinlerdim. Ninem yeni çıkan şarkı ve türkü sözlerini hiç beğenmezdi. Bu sözlerle, çata çat kavga ederdi. O Balkan türküleriyle büyümüştü. Ne zaman bir Balkan şarkısı duysa bütün vücuduyla silkenene, silkelene ağlardı. ( Tuna Nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor. Şanı büyük Osman Paşa Plevne’ den çıkmam diyor.) Sözleri ona kaybettiği beş erkek kardeşini hatırlatırdı. Osman Paşa; Plevne Savunmasında rus ordularına teslim olmamak için bir avuç askerle tam 145 gün aç , susuz sadece mısır kocanı yiyerek düşmana direnen kahramandı. Osman Paşa çok güvendiği devletinden yardım gelmediği için teslim olmak zorunda kalan, düşman komutanının saygı duyduğu, önünde eğildiği( SENİN GİBİ YİĞİTİN SİLAHINI ELİNDEN ALAMAM) dediği paşaydı. Ninem bir değil , yüz değil, binlerce şehit verdiğimiz yılların ruhunu taşıyordu. Osmanlı Devleti’ nin dağılıp kendilerine kapılarını açan Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurulduğu yıllarda yaşamıştı. Esaretin acısını, özgürlüğün değerini en iyi bilenlerdendi. Ben o zaman bu sözlerin ne anlattığını bilmiyordum, anlamıyordum. (Ne var bunda ağlanacak nine? ) derdim. Çok kızardı.( Baksana ne deyor ayol?) der beni azarlardı. Türkü dediğin, ona göre( Aman ölüm , canım ölüm üç gün ara ver. Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.) demeliydi.(Mezarımı kazın belden aşağı.) demeliydi.( Amman bre deryalar kanlıca deryalar.) demeliydi. ( Yağma yağmur, esme bre deli rüzigar! Yarim yoldadır.) diye yağmura, rüzgara seslenmeliydi. Ayrılık acısını kara trenlere anlatmalıydı. O, Bulgar zulmünün canlı tanığıydı. Mum ışığında, silah gölgesinde yapılan düğünler görmüştü. İftar sofrasından; daha orucunu açmadan kaldırılıp sürgüne gönderilen insanların adlarını sayıyordu bir bir. Elbette kızardı( Ne zaman geleceksin, ne zaman geleceksin ? ) diye soran şarkıya. Hatta( Ne vakit geleceksin ? diye şarkı mı olur, ananın… zaman gelir. ) deyiverirdi. ( Yarim camdan bakıyor, ben nasıl edeyim?) diye türkü söyleyene( Sen de sandalyeye çık bak!) diye akıl verdiği olurdu.
Her gece bizde toplanır, her gece aynı anıları dinlerdi komşular ninemden.

Dedemin çapkınlık hikayesini ( Ülke düşman işgalinden tam kurtulmamıştı. Yasaklar yeni yeni kalkıyordu. Dedeniz beni uzaktaki akrabalarda kalmak üzere göndermişti. Giderken yolda eski bir arkadaşdan bizim evde o gece eğlence yapılacağını öğrendim. Gecenin bir yarısında erkek kılığına girip eve geldim. Camdan ışık sızıyor, hafiften de müzik sesi geliyordu. Bahçe kapısını açıp kaçamasınlar diye kürek sapını dayayıp ön kapıya geldim. Kapıya birkaç tekme atınca içeridekiler basıldık sanıp kaçmaya çalıştılar. Bahçe kapısını açamayınca ön kapıya hücum ettiler. Çıkana bastım sopayı!) diye anlatır güldürürdü bizi. Sohbeti ( Kestane köz , tükendi söz . Kalkın gidin siz yataceyiz biz.) diyerek bitirmek istese de; komşu teyze( O söz öyle değil; Kestane kor tükendi söz. Kalkın gidin siz yataceyiz biz diyeceksin !) der, gider ayak ninemi kızdırırdı. Yazdıkça gözümün önüne geliyorsun ninem. Daha neler geliyor aklıma neler. Dedeme düşmandan saklaması için emanet verilen silahı kuyuya saklaman, komşu kavgasına seni şahit yazdıran Melek Abla’ya öfken, trende kutuya çiş yapmaya çalışırken koltukların arasına sıkışman… Birlikte gelip aynı mahalleye yerleşen ve sonra ölen göçmen komşularının adlarını sayıp bir ben kaldım KOBE diye ölüm bekleyişini, hatta isteyişini unutmak mümkün mü? Sen bir destanmışsın ve ben seni ne çok seviyormuşum.

NUR İÇİNDE YAT E Mİ?
29-10-2021/ ULVİYE KARA AKCOŞ/BANDIRMA

5
A+
A-
REKLAM ALANI
Yazarın Son Yazıları
29.11.2024