ÖĞRENMEK, ANLAMAK, BİLMEK;
Akşam haberlerini dinlemek, kendi adıma söylemem gerekirse, alışkanlık haline gelmiş olmalı ki, gün içinde yaşananları takip etmek zaruretiyle, saat 19’a gelirken televizyon karşısında mıhlanmış vaziyette oturuyorum. Bizden önceki kuşaklar, televizyon olmadığı için, haberlerin takibini ancak radyodan dinliyorlardı ve bu işleme de “haber ajansını takip etmek” diyorlardı. Onlar için ajansı yakalamak, kaçırmamak çok mühimdi; ülkede ve dünyada neler olup bitiyor, bütün bunların takip edilmesi ve öğrenilmesi önemliydi. Hele hele, siyasilerin konuşmalarına, demeçlerine, ajitasyonlarına, palavralarına kulak kabartmak, dinlemek, radyo tiyatrosunu takip etmek gibi bir etki uyandırıyordu. Ve edinilen bilgiler, her ortamda; sofralarda, kahvehanelerde hasbihal edilir, ertesi günlerde de dostlar arasında paylaşılır, sohbetlerde konuşulurdu.
Bizler, haberleri takip etmeye, önce siyah-beyaz televizyonlarda, İstiklal Marşı ile açılıp kapanan, tek yayın kanalı olan TRT’de başladık. Sonradan sonraya renkli televizyonlar dönemine geçildiğinde ve çok kanallı yayınlar başladığında, her yayın kanalının farklı sunumlar içinde verilen olayları ve haberleri takip eder olduk. Marş dinleyerek ve de ‘hazırol!’a geçerek değil, bilakis, koltuğa, kanepeye yayılmış vaziyette, magazine boğularak izlemeye başladık. Ne var ki bu yayın bolluğu çerçevesinde; “Dinleme, öğrenme eylemi” eğlence programları içine garkolup, iyiden iyiye etkisizleşmeye ve önemini yitirmeye başladı. Radyolu kuşak, bizlere göre çok daha şanslıydılar, çünkü dinleme yoluyla öğreniyorlar ve öğrendikleri şeyleri kafalarında kurgulayıp, ölçüp biçiyorlardı. Olayları ve gelişmeleri hayal âlemlerine ortak edip, duygularını ve düşüncelerini, duydukları ile harmanlayabiliyorlardı. Televizyondaki görsellik ve kalitesizlik, basitlik noktasına taşındıkça, insanları düşünmekten uzaklaştırıyor ve değer yargılarından koparıyor, kısacası, insan beyninin faaliyetlerini köreltiyordu.
Günbegün düşünce boyutlarımız, televizyon ekranlarının çizgisine hapsoldu, duyduklarımız ve gördüklerimizin dışında bir şeyi düşünemez hale geldik. Bizlere ekrandan ne sunuluyorsa onu algılar olduk, düşünce silsilesi üstüne bir tuğla bile ekleyemediğimiz duvarlar oluşturduk. Haber spikerleri gitti, onun yerine her kanalda haber yorumcuları yerleşti. Hepsi de kendi savundukları ideolojik görüşleri doğrultusunda haber-yorum yapar oldular. Her bir sunucu, tıpkı siyasilerin kürsü konuşmalarında yaptıkları gibi, karşısında bulunan promterden geçen yazıları okuyarak ve ses tonlarını yükseltip, alçaltarak haber aktarmaya başladılar. Sevinçleri sevincimiz; öfkeleri öfkemiz oldu.
Siyasilerin, yirmi yıldır kullandıkları ve yüzyılın mucizevi buluşu olan, promter denilen elektronik suflör sayesinde camdan okumak, toplum karşısında söz söylemeyi öylesine kolaylaştırdı ki, hiçbir konuda bilgisi olmayan birikimsiz, donanımsız kişiler bile sadece vücut diliyle, sadece ses tonlarını ayarlayıp, mimiklerini söylevlerine katarak başarılı birer konuşmacı gibi göründüler. Yeter ki yazıları hazırlayan ekibin edebi bilgisi sağlam olsun, o zaman istenen sonuca ulaşmak mümkün oluyordu. Konuşmacı, orada yazılanları kendi düşünceleriymişçesine icra edip, alkışları toplayabiliyordu. Bu mucizevi aletten haberi olmayan ve ekran karşısında bulunan dinleyiciler de, promteri göremedikleri için ve konuşmacının sanki doğaçlama konuşuyormuşcasına ve dinleyicilerin her birine hitap ediyormuş gibi, kafasını bir sağa, bir sola döndürerek konuşmasına bakıp, kanıyorlardı. Bu, camdan okuma, içinde hile barındıran hitabet şeklinin foyası sonradan toplum tarafından anlaşıldı ama anlaşıldığında “atı alan Üsküdar’ı geçti” ve bu işlem yaygınlık kazanarak her konuşmacı tarafından uygulanır oldu. Şu ana kadar haber spikerlerinin önlerinde kaç tane promter olduğunu çözemesek bile, siyasilerin kürsülerinde 2 adet bulundurduklarına ve kafalarını çevirmek suretiyle oradan okumaya çalıştıklarına geçte olsa şahit olduk.
Her şeye rağmen televizyondan haberleri ve siyasi tartışmaları takip etmek, kendi adıma vaz geçilmez bir alışkanlık gibi sürüp gitmektedir. Eskilerin haber alma ve bilgilenme sürecini radyo ile sürdürdükleri gerçeği bir yana, bizim televizyon bağımlılığımız bir yana tespitini yaptıktan sonra, yeni neslin çok daha farklı koşullarda bulunduklarını da belirtmemiz isabetli olur. Onlar, internetin gelişmişliği ile her konumda, cep telefonlarından, bilgisayarlarından sosyal medyayı takip ederek, dokunmatik olan bu aletler sayesinde okuyarak, yazışarak, görsellik katarak, fotoğraflar ekleyerek, aynı anda birçok bilgiye oldukça hızlı bir şekilde ulaşabilmekteler. Adeta zihinsel kapasiteleri ile incecik parmak uçları arasında iletişim sağlayan bir köprü kurulmuş gibi. Parmaklarını klavye üzerinde takip etmek bile zorluyor seyredenleri. Bilmenin, öğrenmenin boyutları da hızı da değişmekte.
17.yüzyılda yaşamış, rasyonalizmin ve aydınlanmanın gerçek yüzlerinden olan Spinoza’nın dediği gibi; “Bilmek, öğrenmek ve anlamak, özgür olmayı gerektirir.”
03.12.2021, Sedat Pamuk