Dünya planetinde en az insanlar kadar hayvanların da yaşam hakları vardır. Doğal beslenme zincirinde canlıların, diğer canlılardan beslendiğini yadsıyamayız.
Bazı insanlar diğer canlılara zarar vermemek için vejeteryan olurlar. Yani bitkilerle beslenirler. Oysa bitkiler de birer canlıdır. Doğar büyür, çoğalır, kendilerine benzer canlılar bırakarak ölürler. Bir ıspanak, bir turp toprağından sökülüp alınırken, bir çiçeğin tomurcuğu koparılırken canı yanar mı bilemeyiz. Sadece; aklımız bize, ihtiyaç duymadan diğer canlılara zarar vermememiz gerektiğini söyler. Yaşamamız için gerekli olan protein, vitamin ve mineralleri karşılamak için avlanırız, meyve ve sebzeleri dallarından kopartırız. Hatta beslenmek amacıyla çiftliklerde hayvan, bağlarda bahçelerde meyve sebze yetiştiririz. Diğer canlıların birbirini yemesini hoş karşılarız. Akvaryum balıklarına canlı kurtcuklar verirken içimiz acımaz. Kedimiz bir sineğin peşine düştüğünde gülümseyerek izleriz. Yılbaşlarında kesilen hindiler, bayramda kurban ettiğimiz hayvanlar insanlara helaldir. Tıbbi araştırmalarda kobay olarak kullanılan farelere, tavşanlara kimse mübarek hayvan gözüyle bakmaz. Hatta hayvanat bahçelerinde kafese kapatılan etobur hayvanlara başka hayvanlar canlı canlı verilir. Bu trajik ortamda keyifle yaşarız ama, çok hassas yanlarımız da vardır. Mesela sokak hayvanlarına mama dağıtır, kapımızın önüne bir tas su koymayı ihmal etmeyiz. (Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?) durumuna rağmen hafiften hafiften yüreğimize su serpilir. İnsan yanımızın var olduğunu bilmek isteriz. Bu duygumuzu korur yaşatırız.
Aramızda yaşamak zorunda olan hayvanlarla böyle çelişkili ilişkilerimiz varken; kendi ortamından koparılıp sirklerde gösteri yapsın diye acımasızca eğitilen, teknolojinin bu kadar gelişmesine rağmen yük taşımada kullanılan hayvanların, döğüştürülüp üzerinden kumar oynanan horozların, develerin, arenalar da binerce kişinin gözü önünde vücuduna oklar saplanarak öldürülen boğaların dramı içler acısıdır. Kurulan dernekler, yazılan yazılar, yapılan gösterilere rağmen bunlar hep yaşanır, hep bilinir.
Birde bu hayvanlara sahip çıkmak adına yapılan hatalarımız var. Gelişmiş ülkelerde( sokak hayvanı)yok. Sahipsiz hayvanlar özel barınaklarda sağlık kontrolleri yapılarak hijyenik koşullarda bakılıyorlar. Onlara yardım etmek isteyen insanlar barınaklara mama götürüyor, para yardımı yapıyor, hatta gönüllü olarak gidip barınakları temizleyenler, bakım yapanlar var. Olması gereken de bu değil mi?
Peki bizde durum nasıl? En gelişmiş, en lüks saydığımız şehir ve semtlerde bile; sürüler halinde dolaşan hastalıklı köpekler, duvar diplerinde, araba altlarında uyuyan, zamanlı zamansız trafolara girip arıza yaratan kedicikler var mı?
Var!
Köprü altlarında, parklarda aç susuz yaşayan insanlarımızı, özellikle çocuklarımızı düşününce bu hal, bir tık gölgede kalıyor sanırım. Belediyelerin yükü ve sorumluluğu çok. Hele bir de küçük belediyelerin yetkileri alınıp gelir kaynakları kurutulunca bu yük ve sorumluluk sivil toplum kuruluşlarına ve bireylere kaldı.
Bu sıkıntı benim güzel ilçem Bandırma’ da da hepimizin gözüne batıyor. Düzgün bir barınak yapılması, sokak hayvanlarının kısırlaştırılıp üremelerine son verilmesi şart görünüyor. Biz hayvan severler, sokaklarda hayvan beslemektense, barınaklarda yaşayan hayvanlara hizmet etmeyi yeğleriz. Artık kapı önlerinde, site girişlerinde yollarda hayvan pislikleri, kurumuş kurtlanmış mamalar, mikrop yuvası su kapları görmeyelim. Aşılarının yapılıp yapılmadığından emin olmadığımız hayvanlarla karşılaşıp ürkmeyelim.
ULVİYE KARA AKCOŞ -BANDIRMA