Vedat Günyol, Türk çevirmen, eleştirmen, yayıncı ve yazar. Çıkardığı Yeni Ufuklar dergisiyle Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat ve Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Türk hümanizmini kurmaya çalışmıştır. Arnavutluk’tan gelen bir baba ile Diyarbakırlı bir annenin çocuğu olarak İstanbul Fatih’te doğdu.
Doğum tarihi: 6 Mart 1912, İstanbul
Ölüm tarihi ve yeri: 9 Temmuz 2004, İstanbul
Eğitim: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1938), Özel Saint Benoit Fransız Lisesi (1934)
VEDAT GÜNYOL İLE SÖYLEŞİ – TURHAN FEYİZOĞLU
Türkiye’nin kültür hayatına önemli katkıları olmuş ve olan Vedat Günyol hocamı değişik zamanlarda görmeye gittim. En son olarak, Dursun Kablan, ben ve Turhan Feyizoğlu, 30 Kasım 2003 Pazar günü, Kartal-Cevizli’deki evinde görmeye gittik. Gitmeden önce geleceğimizi telefon ederek bildirmiştim.
O gün üç arkadaş, Vedat Günyol hocamızın evine gittik. Kapının zilinin düğmesine bastık. Kapıyı Vedat Günyol hocamız açtı. Arkadaşlarımdan birisi, “Çoktan beri uğramadığımız hocamızı ziyaret etmek istedik. Bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz” dedi. Vedat Günyol hocamız, gülümseyerek, “Ben şeyh, tekke değilim. Beni görmeye gelirsiniz. Ziyarete gidiyoruz olmaz. Görmeye gidiyoruz, olacak”, dedi.
Oturup sohbet etmeye başladık. Fakat, Vedat Günyol hocamızın kültür hayatına yaptığı katkılar nedeniyle sohbet döndü dolaştı onun hayatının bu yönüne geldi. Misafir olarak kaldığımız süre içinde epeyi bir konuşma yaptık. Yaptığımız bu sohbetin bir bölümü şöyledir.
*
-Aile kökeniz hakkında bilgi verir misiniz?
-Baba tarafından Yakova’lı Arnavut kökenli bir ailenin çocuğuyum. Babamın ailesi din bilgini. Örneğin, babamın babası, yani dedem adliye müsteşarı Ahmet Şükrü Efendi. Babamın dedesi Ali Efendi ise İstanbul medresesi ulemasından. Annem, Diyarbakır’lı Ahmet Cemil Paşa’nın kızıydı. Kürt Cemil Paşa diyorlar . Aile kökenim bir diğer anlatıma göre, Hint kökenli. Anneannem ise bir Çerkez kızı. İsmi de Melekper. Rusların elinden kaçmış, ailesiyle birlikte İstanbul’a gelmiş. Bir anlamda değerlendirirsem bu durumda Osmanlı İmparatorluğu devleti çocuğuyum.
-Hiç Arnavutluk’a gittiniz mi?
-Hayır gitmedim. Arnavutluk’la da bir ilişkim olmadı. Ayrıca, diğer etnik yapılarla da bir ilişkim olmadı. Ben, hiç bir etnik kökeni birbirinden ayırt etmem. İnsan karşıma geldi mi benim için bitti. Tamam.
-Yakova o dönem Osmanlı Devleti içinde bir kent.
-Tabii, tabii. Yakova’yı babam da bilmiyor. Şemsettin Sami’nin yazdığı “Kamus-ül âlâm (1888-1899)” adlı yapıtında büyük dedemden çok iyi bahsediyor. Arnavut’dur ve çok ünlü bir adamdır. Şemsettin Sami’in bu kitabında yazdığına göre, Yakova’da iki tane bilgin varmış. Birisi dedem Ali Efendi, diğeri de Tahsin Efendi.
-Dedeniz Ahmet Şükrü Efendi’nin risaleler, kitapları var mıydı?.
-Ne yazık ki yoktu.
*
-Babanızın okuma ile ilgisi nasıldı?
-Babamın kütüphanesi çok iyiydi.
-Bu kadar çok okuyan bir adam eminim ki yazma eğilimi de göstermiştir.
-Anı defteri var bende. Arapça harflerle yazılmış anı defteri. Paris gezisini, amaçlarını ve ne olmak istediğini anlatıyor. Çok güzel bir anlatım dili var. Yayınlamadık.
-Sultan Mehmet V. Reşat (padişahlık dönemi: 1909-1918), Şeyhülislam yapmak için iki kişi çağırıyor. Bunlardan birisi sizin dedeniz.
-Şeyhülislam yapmak için iki kişiyi çağırıyor. Birisini seçecek. İkisi de istemiyor. İkisi de padişahın elini ayağını öpüyor şeyhülislam olmamak için. Şeyhülislamlık yapmak felaket. Dürrrizade Şeyhülislam var ya. Çok sorunlu bir görev. Dedem namuslu adam istemiyor.
-Babanız babasına “Efendi hazretleri” diye hitap ediyormuş.
-Evet. O zamanki terbiye öyle. Babam Paris’i görüyor gözü açılıyor. Cumhuriyet dönemini yaşadı babam. Ve babam, Mustafa Kemal’e hayrandı. Atatürk’e biraz mesafeliydi. Neden? Çünkü, babamın bir fotoğrafı var. Paris’te Lüxembourg bahçesinde oturmuş. Elinde melon şapkası var. Orada şapka giyen adam burada, İstanbul’da, şapka yasağı çıktığı gün bir hafta dışarı çıkmadı şapka giymemek için. Orada şapkayı giyiyor ama İstanbul’da hazmedemiyor. Tabii bir hafta sonra hazmetti. Lice’de Kâzım Karabekir Paşa’nın karargâhı vardı. Babamla orada konuşuyorlardı. Kâzım Karabekir Paşa namuslu bir adam. Babam da ona hayran. Bana da bunu aşılıyor. Kâzım Karabekir, ağabeyimi ve beni karargâhına çağırıyordu. Ağabeyim Sedat çok güzel bir çocuktu. “Saat gözlü Sedat” diye çağırıyordu. O kadar güzel bir çocuktu. İri gözlüydü. Beni de onun yanında çağırıyor. Ata bindiriyordu. Birşeyler yapıyor bizi oyalıyorlardı.
-Abiniz ne eğitimi görmüştü?
-Saint Benoit’ da okudu. Fransa’ya gitti. Mon Parle’de okudu iki sene. İki sene İzmir’de bir bankada kambiyo müdürlüğü yaptı. Sonra İstanbul’a geldi. Çok dürüst bir adamdı. Bir kızı vardı.
*
-Ailenizin Göztepe’de bir köşkü vardı. Fatih’te bir köşk vardı. Dededen birşeyler kalmış. Şimdi onlarda kalmamış.
-Amcam, babam ve Kâzım Bey vardı. Mirası, amcam, halam Lâmia ile kocası musikişinas Kâzım Uz bey, bölüştüler. Babam elini falan sürmüyor. Aldılar hepsini gitti elinden. Babam öldükten sonra da kardeşler arasında bir miras kavgasıydı, şuydu-buydu hiçbirşey olmadı. Hepimizin gözü toktu. Değerli şair Süreyya Berfe, “Hiçbir mülküm yok, zamandan başka” diyor. Bu dizeler benim yaşamımı özetliyor. Benim servetim nedir?. Zamandır. Babam Ali Fikri’den bana kalan miras bu. Babam Lice kaymakamlığı ve bir çok yerde kaymakamlık yaptı. En son 1916-1917’de Kartal kaymakamlığı yaptı. Sonra, Paris’e gitti.
-Paris’e neden gidiyor ?
-Paris’e birincisi üvey anamın baskısından, ikincisi de Paris’teki arkadaşlarından aldığı mektuplar nedeniyle kaçıyor. “Paris, Paris” diye çıldırıyor. Bundan dolayı kaçıyor. Bir sene kalıyor Paris’te. Sonra gelir gelmez, sürgüne gönderiyorlar Diyarbakır’a. Sürgün nasıl biliyor musun?. Maaşla. O dönem dedem Ali Şükrü Efendi, Osmanlı Sarayı’nda bir din bilginidir. Dedemin saygınlığı nedeniyle, babam, Diyarbakır Valiliği Mektubi Kalemi (yazı işleri)’ne atanıyor.
-Babanızın İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ilgi duyduğu, ya da o cemiyet içinde çalıştığı konusunda bilgiler var.
– Öyle değil. Babam, 1900’lü yıllarda, Paris’e gittiği zaman Jön Türkler ile ilişkiye giriyor. Yani sempati duyuyor. Zaten Paris’te çok kalmıyor. Bir yıl kadar kalıyor.
*
-Kaç kardeşsiniz?
-Üç erkek, bir kız dört kardeşiz. İlkönce ağabeyim Sedat doğuyor. Sonra bir erkek çocuk daha oluyor. Adını Hüseyin koyuyorlar. Bir tane de kız istemişler. Ben de erkek doğunca burkulmuşlar. Sonra, bir kız doğmuş. Adını Mihribah koymuşlar. En küçüğümüz. Kardeşler olarak aramız çok iyiydi.
-En küçüğünüz çok gözde büyümüştür o zaman.
-Yok. Hiçbirimize yüz vermediler.
-İsminizi kim koydu?
-Dedem Ahmet Şükrü Efendi koydu ismimi. Vezistan geliyor. Ne anlama geldiğini bilmiyorum.
-Okul yaşantınız hakkında biraz bilgi verir misiniz?
-İlkokulu çok değişik yerlerde okudum. Çünkü, babam bir yerde bir yıldan fazla kalmazdı. Sıkılırdı, değiştirirdi. Pis insanlar, açgözlü insanlar arasında rahatsız oluyordu. Kendi halinde, edepli bir insandı. Oturduğu zaman bacaklarını bitiştirerek otururdu. Kartal’da başladım ilkokula. Erenköy ilkokulunda devam ettim. İlkokulu Diyarbakır’da , babamın Kaymakam olduğu Lice’de Çermik’te bitirdim.
-Din eğitimi aldınız mı?
-1922’de, Diyarbakır’da ilkokulun son sınıfında bizi zannediyorsam cuma günleri camiye gönderirlerdi sınıf olarak. Önce abdest aldırırlardı. Sonra camiye birbirimize dirsek atarak gülerek kahkahalarla girerdik. Yani o vakitte bu cami işini ciddiye almış bir adam değilim. Ondan kalıyor bugün rahatlığım o bakımdan.
-Dedeniz neredeyse şeyhülislam olacakmış.
-Evet dedem öyle ama bana hiç etki yapmadı. Babam namaz kılmazdı, oruç tutmazdı. Annem de öyleydi. Yalnız çerkez anneannem arada bir beni baskı altında tutar zorla camiye gönderirdi. Ben de camiye gitmez, gider top oynardım. Çevremizden bu konuda herhangi bir baskı hissetmezdik. Çok rahattık. Ben de futbol oynamaya giderdim. Kısa pantolonla top oynadığımı hatırlıyorum. Diyarbakır’a gittiğim zaman orada futbol yeni başlıyordu. Ben orada öncülük yaptığımı da anımsıyorum.
*
-İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde iki yıl asistanlık yapmışsınız. Onu anlatmanız mümkün mü?
-(Gülerek) Mümkün. Her zaman mümkün. Efendim, Hukuk Fakültesi’ni bitirdiğim zaman 1937’de Paris’e gittim. 1939’da savaş başlamak üzereyken yurda geldim. İşsizim. Halet Çambel, geldi bana, “Haydarpaşa Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği açık. Gelir misin?”, dedi. “Gelirim”, dedim. Ben de daha toyum. Öğretmenlik nedir bilmiyorum. Ödüm de patlıyor. Haydarpaşa Lisesi de çok yaramaz çocuklarla ün yapmış bir lise. Haydarpaşa Lisesi’ne gittim. “Önce müdür yardımcısının yanına gideceksin” dediler. Beni aldılar, müdür yardımcısının odasına götürdüler. Büyük bir oda. Dipte bir masa var. Masanın başında da çocuklar bekliyorlar. Ben odaya adım attım. Meğerse cilalıymış yer. Islakmış. Yüzü koyun balıklama kayarak gittim müdür yardımcısının masasının önüne. Kahkahalar, kıyametler koptu benim bu durumuma. Ben neye uğradığımı bilmiyorum. Kalktım. Müdür yardımcısı beni 11. sınıfa götürdü. O sınıfta azgının azgını bir sınıfmış. Benden önceki ve uzaktan tanıdığım bir Fransızca öğretmeninin cebine çalar saat koymuşlar. Adam çıldırıyormuş. Kaçmış gitmiş, bırakmış. Girdiğim sınıf bir anfiteatr gibi bir yer. Güzel bir kürsüsü var. Kürsüye çıktım. Titriyorum ama.
Halide Edip, Haydarpaşa Lisesi’ne gitmeden önce, bana, “Sakın kendini koyverme. Çocuklar seninle alay ederler. Hiç aldırış etme”, diye nasihat etmişti. Ben bu nasihatı aldım ya. Şimdi derse girdim. Ayağa kalktı çocuklar. 50 kişi kadar var. Sandalyeme oturdum. Sınıf mümessili, defterle geldi yanıma. Ben de başımı eğdim yoklama defterine imza atacağım. Kafamı kaldırdım sınıfta hiç kimse yok. Hepsi kafalarını sıraların altına sokmuş. Neyse imzamı attım tekrar kafamı kaldırdım, baktım. 50 kişilik sınıf duruyor. İçimden “Boku yedin Vedat”, dedim. Sonra çocuklardan birisi, “Mösyö” diyerek bana laf atıyor. Aldırış etmiyorum ama bir de bana sorun. Kalbim küt küt ediyor. Ne olacak bunun sonu bilmiyorum.
Sonra 9. sınıfa götürdüler. Gittim kürsüye sandalyede oturdum. Sınıfın arka tarafından bir ufak köpek salıverdiler. “Hav hav hav”, diye masamın yanına geldi. Şimdi ben Halide Edip’ten aldığım derse göre, “Bu durumlara aldırmayacaktım.” Öyle yaptım. Köpekleri de severim zaten. “Aaaa ne güzel bir köpek” dedim. Bunun ardından bir de baktım karasinek’lere iplik bağlamışlar. Beyaz iplik. 20-30 santim uzunluğunda beyaz iplik bağlamışlar. Baktım üzerime iplik bağlanmış karasineklerden oluşmuş uçak ordusu bana doğru geliyor. Gene işi alaya aldım. “Aaaa ne güzel. Çok güzel” falan dedim. Bundan sora durdular ve hiçbir şey yapmadılar. Bu köpek ve sinek olayı benim birinci başarım oldu.
3 ay böyle devam etti. Sonra beni İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden çağırdılar asistan olarak. Gittim 2 yıl asistanlık yaptım. Birincisinde Amme Hukuku hocası Fransız Crozzat’ın derslerinde çevirmenlik yaptım. O Fransızca söylüyor, ben Türkçesini öğrencilere aktarıyorum. Fransızcam iyi tabii. Fransız Lisesini bitirmişim. İki yıl da Paris’te kalmışım. Türçemde iyi. İşte böyle geçti. Başka hocalar beni asistan olarak istediler. Deyim yerindeyse beni 4-5 profesör paylaşamadılar. Ebulula Mardin, beni ikide bir evine yemeğe çağırırdı. Ali Fuat Başgil de beni isterdi. Bir kişi daha vardı. Onun ismini şimdi hatırlamıyorum. Yani ben orada böyle aranır bir insan oldum. Sessizim, terbiyeliyim. 1939-1941 yılları. İşte böyle.
*
-Özür dilerim sözünüzü kestim.
-Balla.
-Balla kestim. Çeviri yaparken ilginç olaylar oluyor muydu?
-Çeviri yaparken acaba bir yanlış yapar mıyım yapmaz mıyım diye başımı kâğıttan kaldırmıyordum. Kızlar, laf atıyorlardı, “Başını kaldırda gözünün rengini görelim”, diye. Kızlar böyle laf atınca daha çok mahcup oluyordum. Büzülüyorum, utanıyorum. Toyluk o zaman. Kaç yaşındayım. 20 bilmem kaç yaşındayım.
-Ama hocam Fransa’ya gitmişsiniz.
-Ama oralar benim mahcubiyetimi değiştiremez ki!. Paris’te bir boklar yedim ama o başka bu başka. Asistanlığım birbuçuk yıl sürdü. Şimdi Ceza Hukuku Profesörü olan Sulhi Dönmezer benden bir sınıf aşağıydı. İsmi Galip olan bir adamın galoşlarını giydirirdi. Sonra kafa tuttu bu hocasına ve hocası ile arası bozuldu. Böyle bir adamdı. Sulhi Dönmezer, bizim “Babeuf” adlı kitabın davasında rapor verenlerden birisi idi. “Bu komünisttir” diye rapor vermişti. İkinci raporu veren Siyavuşgil, “Değildir” diye rapor vermişti. Siyavuşgil’in raporu ile biz kurtardık paçayı. Sulhi Dönmezer’in ağabeysi, Gelenbevi Ortaokulu’nda benim sınıf arkadaşımdı. Çok sevdiğim bir çocuktu. Çok anlaşıyorduk. Ama bu Sulhi’ye gelince yıldızımız barışmadı. Hocası Galib’in galoşlarını giydiren bir adamdı.
-Hukuk Fakültesi öğrencisi iken diğer sınıf arkadaşlarınız kimdi?
-Muammer Aksoy ile aynı sınıftaydık. Muammer Aksoy güzel bir çocuktu. Sınıfın birincisiydi. Korkunç çalışkandı. Subay bir arkadaşımız vardı. Onun evinin damında çalışırdık. Damında hava alırdık. Bir çok arkadaşım vardı. Öne çıkanları şimdi hatırlamıyorum. Okulumu çok sevdim. Hukuk’u çok sevdim. Şu bakımdan sevdim: Biz, Hukuk Fakültesi’ne gittiğimiz zaman Almanya’da Hitler’in hışmına uğrayan yahudi kökenli bilginler Türkiye’ye geldiler. Onlar üniversiteyi kalkındırdılar. Ben de o dönemin üniversite öğrencisiydim. Onlar Hukuk’u bana sevdirdiler. Hukuk’u pek sevdim aslında.
-Hukuk Fakültesi’ni seçmenizde başka etkenler de oldu mu?
-Efendim, benden bir sınıf önce, sonradan karım olan bir hatun, illa beni Hukuk’a yazdırmak istedi. Ben o kızdan bir yıl sonra Hukuk’a girdim. Tabip olmak istiyordum aslında. Ama, Hukuk Fakültesi’ne girdim. Neyse. İnek gibi çalışkan bir adamdım. Başardım ve hocalığı çok sevdim. Böyle bir ufuk açtılar önümüze. Sonra, bu bahsettiğim ve tercümanlığını yaptığım Fransız, o kadar önemli bir adam değildi. Kaytarmacı bir herifti. O dönem çok ilginç felsefeciler vardı. Almanlar vardı. Çok çalışkandılar. Fransız kaytarmacıydı. Kaytarmıyor gibi görünüyordu ama aslında kaytarıyordu. Askerlik geldi sonra. Üç yıl askerlik yaptım. İlk önce Ankara’da 6 ay yedeksubay okulunda eğitim gördüm. Sınıfım erdi. Ankara’da yedeksubay olmaya hazırlıyorlar 6 ay. Dört bölük vardı orada. Beni bir bölüğe verdiler. Bölüğü yöneten 4 tane liseli, pazulu hıyar vardı. Bunları, zart-zurt yapıyor diye biz birkaç üniversite çıkışlısı, gidip şikayet ettiler. Sonuçta üniversite mezunlarını yönetici yaptılar. Ben de yönetici yapılan dört kişiden biriydim. Benim yönetici olduğum bölükte çocukluk arkadaşım Cahit Sıtkı Tarancı da vardı. Bir diğeri ise Cahit Orhan Tütengil idi. Cumartesi günü izin alınıyor ve şehre gidiliyor. Bir çok kişi bu izinlerde gider içerdi. Tabii akşam geri gelmeleri gerek. Cahit Sıtkı’yı ara ki bulasın. Yok. “Aman Vedat. Beni arayan olursa yok yazma”, diyor. Var diye yazıyorum. Akşam nöbetçi subaya gidiyor, “Mevcut tamam”, diyorum. Cahit Sıtkı’ya, “Cahit ne olursun gel. Yalan söyletiyorsun. Ben rezil oluyorum. Seni mevcut göstermek zorunda kalıyorum”, diyorum. “Yahu idare et. İdare et”, falan diyor. Seviyorum herifi. O da benim can arkadaşım. Yine bir gün nöbetçi subayına gittim, “Mevcut tamam”, dedim. Subay, gülerek, “Ulan eşek herif. Beni mi kandıyorsun?”, dedi. Ertesi gün Cahit’e, “Bak başıma gelenlere”, diyorum, “Yaaa boş ver”, diyor. İşte altı ay böyle geçti. Sonra bizi yedek subay olarak tayin ettiler. Birbuçuk yıl Eskişehir’de ikmal alayında subaylık yaptım. İkmal alayına çarıklı-marıklı insanları topluyorlar. Ayakkabısız. Bunları kış mevsiminde talime götürüyoruz-getiriyoruz. Çok acı birşey. Orada bana çeşitli vazifeler veriyorlardı. Atlı devriye geziyordum. Eratı hamama götürüyorum. Böyle bir takım şeyler. Yüksünmüyorum. Herşeyi yapıyorum. Birbuçuk yıl orada böyle çalıştım. “Ankara’ya gideyim. Orada arkadaşlarım var. Onlara söyleyeyim beni Mersin’deki Deniz Harb Okuluna Deniz Hukuku öğretmeni olarak versinler”, dedim. Beni Deniz Hukuku ve Adli Subay olarak Mersin’deki Deniz Harb Okulu’na verdiler. Adli subaylık şöyle: Örneğin binbaşı geliyor onu sorguya çekiyorum. Böyle kendimi bir bok sanıyorum. Esasında beni Mersin’de iki ayrı okula birden öğretmen olarak verdiler. Birisi subay, diğeri de astsubay okulu. Bir oraya, bir oraya gidiyorum. Asım Şinik isimli bir komutan vardı. Nefis bir adam. Okulda hukuk derslerine giriyorum. Kitaplar getirtiyorum. Bir hukuk dersi hazırlıyorum gidiyorum sınıfa. Sınıf otuz kişi kadar. Ders verdiklerim beni, “Burası Hukuk Fakültesi değil. Elinde bir kitap var. Onu okusun gitsin”, diye şikayet ediyorlar. Oysa ben getirtiğim kitaplara çalışarak hazırlık yapıyor ve onları geliştirmeye çalışıyordum. Müdür bizzat bana, “Orada bir kitap var. Onu okut yeter”, dedi. “Peki öyle yapayım”, dedim. Bütün emeklerim boşa gitti. Sonra gel zaman, git zaman, oradaki öğretmenlerle çok dost ve ahbap oldum. Terhis günüm geldi. Asım Şinik, “Ne olur gitme. Sana ikinci bir görev vereyim. Maaş bağlayayım”, dedi. “Kusura bakmayın kalamam” dedim. 1943 yılında terhis oldum. Nefis bir subaydı Asım Şinik. Mersin’deki Deniz Harb Okulu, ikinci dünya savaşı yıllarında Heybeli Ada’dan Mersin’e taşınmış. Savaş nedeniyle bombalanma ihtimali yüksek. O okulda bana çok değer veriyorlardı. İki türlü görevim vardı. Çok rahattım ama kalamadım orada. Asım Şinik’i hâlâ unutamam.
– Dönüşte neden Hukuk Fakültesi olmadı?
-Efendim dönüşte daha önce Neşriyat Müdürü olan ve beraber ünversitede iken gezilere çıktığım bir dostum vardı. Adnan Ötüken. O benim solcu olduğumu bilmiyordu. Bana çok yakınlık gösteriyor, ahbaplık ediyordu. Bana haber gönderdi, “Ankara’ya gelsin. Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü’nde Klasik Eserler Müşaviri görevini vereceğim”, diye. Reddedemedim gittim. El üstündeydim. Neşriyat Müdürlüğünde Klasik Eserler Müşaviri olarak görev verildi bana. Kitaplara bakıyordum. Sonra Orhan Burian’ın yardımı ile Tercüme Bürosuna aldılar. Tercüme Bürosu, Sebahattin Eyüboğlu’nun başkanlığındaydı. Tercüme Bürosunun esas yöneticisi Nurullah Ataç’dı. Sebahattin Eyüboğlu başkan değil de başkan yardımcısı idi. Sonra Ataç’ın yerini almıştı. Kendi halinde güzel bir insan. Tercüme Bürosu’nda kırk kişi idik. Bize kitaplar veriyorlar. Gelen çevirileri aslıyla karşılaştırıyoruz. Onlar hakkında rapor veriyoruz. Bir de kendimiz ayrıca çeviri yapıyoruz. “Şunların çevirisini yapın”, diyorlardı. Bu böyle sürdü gitti. Yaşar Nabi ile ilk karşılaşmam 1943’te Ankara’da , Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü’nde oldu. O sıralarda aynı binada Yaşar Nabi ile bir odadayız. Yaşar Nabi’nin kapıya yakın bir yerde çalışma masası vardı. Çok mütevazi, çok çalışkan bir adamdı. İş yaparken fazla konuşamazdık. İki laf edemezdik. Beşe kadar büronun işlerini yapıyor, saat beş oldu mu kendi işlerini yapmaya başlardı. Böyle pratikti. Yaşar Nabi, bir gün ortak çalışma odamızda, benim karımdan ayrıldığım haberini alınca, “Bu işte kabahat hanımefendide olmalı” demişti ilk söz olarak. Ben de bu sırada “Yücel” dergisinde yazıyordum. Yaşar Nabi, bir gün beni bir kitabın kontrolü için evine çağırdı. Pilav yapmış, bir şeyler yapmış. O gece güzel geçti. Ama biz o bir iki yıl içinde 2-3 defa ya böyle birlikte olduk ya da olmadık. Çok dürüst bir adamdı. Çalışkan bir adamdı. O ara ben karımdan boşanmıştım. Karım da orada görevde bulunuyordu. Anneannem ona evlilik hediyesi olarak bir broş vermişti. Çok değerli. Elmas bir broş. Onu, “Ben bunu alamam” diyerek geri gönderiyor bana. Ben de, “Onu ben sana vermedim. Anneannem tarafından sana verilmiş bir hediye”, diye ben de almadım. Karımın arkadaşları da benim almamı bekliyorlar. Ben almıyorum ve onların gözünde karım büyüyor. Neyse böyle bir laf açıldığı zaman Yaşar Nabi, birgün, “Herhalde bu işte hanımefendinin kabahati vardı sizinle boşanmakta”, dedi. Gerçekten çok ulvi bir adamdı. Beraber çalıştığı insana saygı gösteren bir adamdı. Ben öyle tanıyorum.
*
-Hanım arkadaşınız Hukuk Fakültesi’nde sizden bir dönem önce okuyor. Nereden tanıyordunuz?.
-Harrmime giremem. Onları anlatmak günah. (Gülüyor). Cehennemde çatır çatır yanarız. Efendim, benim hanımın ailesiyle biz ahbaplık ediyorduk. Biz Beşiktaş Yıldız’da oturuyorduk. Onlar da Beşiktaş’ta oturuyorlardı. Birbirimize gidip geliyorduk ve benim hanımda Hukuk Fakültesi birinci sınıfta öğrenciydi. Güzeldi. Öyküler okuyordu. Hepimiz dinliyorduk. Böyle bir okuma hevesi vardı içinde. Ben o sırada Saint-Benoit Fransız Lisesi son sınıf öğrencisiydim. Sonra, lise bitti. Üniversiteye gireceğim. Doktor olmak istiyordum. Fakat bu hanım kız, çok hoş bir kızdı. Saygın bir kızdı. İlla, “Hukuk Fakültesi’ne gel” dedi. Gittim Hukuk Fakültesi’ne yazıldım. Böylelikle Hukuk Fakültesi’ne girdim ve çok sevdim. Çünkü, Hukuk Fakültesi’nde çok şey öğrendim. Dostluklar edindim. “Yücel” dergisini çıkartan arkadaşlarla tanıştım. Ve ben ilk kez, Fransızcadan Türkçeye çeviri yapmaya zorladılar. Benim de çeviriye ilk adım attığım adım oldu. İyi bir adım oldu. Kendime güvenim oldu. Bundan sonra çeviri yapmaya başladım.
-O dönem kadın-erkek ilişkileri nasıldı?
-El ele tutuşmak sokakta yoktu. Baloya gidilirdi. Dansa gidilirdi. Etekler uzun olacak. Hukuk Fakültesi’nde aşağı-yukarı 30-40 kadar kız-erkek öğrenci vardı. Kızların başı açıktı. Karma okuyorduk. Atatürk dönemiydi.
-Eşiniz olacak hanımla Paris’e birlikte mi gittiniz?
-Kahkahalarla gülerek). Ne münasebet. Bacağını kırardım. Gavüristanda ne işi var?. Gavur muyuz biz?. Zaten 11 aylık bir evliliğimiz olmuştu.
-11 ayda olsa sizi bayağı etkilemiş. Doktor olmak istemişsiniz, Hukukçu olmuşsunuz.
-Evet. Aşk bu. Sorgulanır mı?. Fuzuli ne diyor: “Aşk imiş her ne varsa âlemde, İlim bir kıyl-ü-kal imiş ancak.” Olur böyle şeyler.
-Aşk konusunda o günkü dönem ile bugünkü dönem arasında bir gelişme var mı?
– (Gülerek) Hayır. Gelişmememe var. Dinciler başımıza geldi. Baş örtülecek. Etekler uzun olacak. Onlara göre bütün namus baş örtüsünde. Başını kapatmayan kızlar bence en namuslu kızlardır. Belden aşağı namus var, belden yukarı namus var. Belden yukarı namus söz namusudur. Ben, söz namusundan başka namus tanımıyorum. Söz namusu benim için çok kutsal bir şeydir. Bir örnek vermek istiyorum. Tanıdığım bir lise müdürünün kızı, Londra’da bir iş buluyor. Bir gün işine 1 dakika geç gidiyor. 1 dakikaya bile tahammülleri yok. Hemen işine son veriyorlar. Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan örnek vermek istiyorum. Bu konuda çok titizdi. Diyelim kendisi birisine saat 5’te buluşma sözü verdi. Buluşmaya 24 saat önceden hazırlanırdı. Buluşma yerini gider 24 saat önceden gezerdi. Hangi yollardan gideceğim, nasıl gideceğim, hangi vasıtalarla gideceğim diye araştırırdı. Kendisine buluşma sözünü verenler hakkında da titizdi. Buluşma yerine saatinden 1 dakika sonra geldi. Konuşmazdı. Kovardı. Günümüzde çoğu kimse verdiği sözü tutmuyor. Söz verdinse tutacaksın. Vallahi benim için söz çok önemli bir şeydir. Çok kutsal bir şeydir söz tutmak. Ben bekletilmekten hiç hoşlanmam. Şarklı bir anlayışımız olduğu için diyelim buluşma yerine saat 7’e geleceğine söz vermiştir. Gelmez. Saat 8’de gelir. “Adam ne olacak?” der. Olur mu?. Ben buluşma verilen saate göre kendimi hazırlıyorum.
*
-Siz üniversite öğrencileri olarak 1930’lu yılların Atatürk döneminde ekonomik, siyasi koşulları içinde kendi aranızda yaptığınız görüşmelerinizde, konuşmalarınızda Atatürkçülük hakkındaki görüşleriniz nasıldı? Hep yönetimi destekler biçiminde, hep coşkulu muydu?
-Coşkulu olanlarda vardı, olmayanlarda vardı. Ben coşkulu olmayanlar arasında idim. Neden? Çünkü, babam, Lice’de kaymakam iken Kâzım Karabekir’in karargahı da o zaman Lice’de idi. Kâzım Karabekir iyi bir komutan, güzel bir insandı. Kâzım Karabekir’e hayran olan babam ile ile Kâzım Karabekir çok anlaşırlardı. Kâzım Karabekir, zaman zaman ağabeyim Sedat ile beni karargahına çağırır ata bindirirdi. Şimdi o dönem Kâzım Karabekir’in Atatürk’e bir muhalefeti vardı. Babam, bundan dolayı Cumhurbaşkanı Atatürk’e sempati duymuyor, İstiklâl Savaşı’nı kazanan Mustafa Kemal’e sempati duyuyordu ve hayrandı. Ben de üniversiteyi bitirene kadar babamın etkisindeydim. Ama sonra, Atatürk’ü okudum. Yaptığı şeyler üzerinde düşündüm. Baktım ki bu mucize bir adam. Gerçekten büyük bir adam. Örneğin İngiliz devlet adamı Winston Leonard Spencer-Churchill, Mustafa Kemal Atatürk için, “Her yüzyılda bir dahi gelir. İşte bu yüzyılın dahisi Mustafa Kemal Atatürk’dür”, demiştir. Ben buna inanıyorum. Bence bir dahidir. Kâzım Karabekir çok iyi bir komutan ve Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında Mustafa Kemal’i destekliyor. Fakat Mustafa Kemal, Cumhuriyet kurulduktan sonra Kâzım Karabekir’e değil de İsmet İnönü’ye “gel yadımcım ol” dedi. Sanıyorum Kâzım Karabekir Paşa, bundan dolayı Atatürk’e karşı bir muhalefetlik güdüyor. İsmet İnönü, tek başına Lozan’a gitti ve Lozan’da yapılan müzakerelerde Lozan’daki antlaşmayı kabul ettirdi. Büyük bir olay bu. Ben, İsmet Paşa’nın aleyhinde olanları hiç sevmiyorum. Mustafa Kemal Atatürk, her şeyin farkında. Celâl Bayar, İsmet İnönü’nün yerini tutamadı. Ayrıca, daha sonra da Mustafa Kemal Atatürk’ün ihtilaline ihanet etti. Adnan Menderes ile birlikte Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı şeyleri bozmaya başladı. Türkçe ezan okutma yerine Arapça ezan okumayı getirtti. Kazık atma denir buna yani.
*
-Adıvar ailesi ile çok yakınlığınız var. Atatürk’e bakış açıları nasıldı?
-Benim duyduğum “Halide Edip, Amerikan mandasını istiyor”, dediler. Halbuki o tek başına değildi. Sonra buna yürekten istemediği şuradan belli ki, İstiklal Savaşına katıldı. Atatürk’ün yanında çalıştı. Bunlar Atatürk’ü artık diktatörlükle suçlamaya başlıyorlar. Sonra sağlık durumunu öne sürerek Halide Hanım, İngiltere’ye gidiyor. Orada yaşamaya başlıyorlar.
Ben, Halide Edip Adıvar ve Adnan Adıvar ile 1937’de Paris’te tanışmıştım. Onları bana Fethi Tanalay tanıştırmıştı.
Adnan Adıvar 13 yıllık ahbaplığımızdan sonra beni evlat olarak benimsediğine göre, Atatürk üstüne konuşulduğu zaman, “Vedat. Biz haksızmışız. Atatürk haklıymış. Böyle bir Türkiye yaratmış. Çok güzel bir şey”, derdi. İtiraf. Başlı başına bir şey.
*
-Sohbetimizin bir yerinde “Ben sola açık bir insanım” dediniz. Ne anlama geliyor bu?
-Sola açık değil. Ben solcuyum. Hümanist ve sola açık bir insan. Kimseye karışmazdım. Kendi halimde düşüncelerimi yazardım. Dergimi çıkartırdım. Böyleydi.
-Solculuk kişiye göre çok değişlik anlamlar içeriyor. O dönem TKP var, CHP var.
-Hayır ben TKP’li falan değilim. Ben, hümanist-insancıl solcuyum.
-Hocam. Hangi siyasal model uygulanmalı. Hümanist solcu dünya görüşünün ve yaşama biçiminin ülkede geçerli olabilmesi için yönetim biçimi ne olmalı? O yönetim biçiminin unsurları var. Siyasi anlamda, ekonomik anlamda. Ekonomik anlamda, eğitim anlamında, hukuk anlamında uygulaması olacak. Bu bir model olacak.
-Eeee dördü birden olacak.
-Peki bunun ekonomik ayağı Marksist ekonomi mi olacak, siyasi ayağı sosyalizm mi olacak, komünizm mi olacak?
-Marksist ekonomi olması gerekir ama ona olanak yok. Ekonomide de insanların eşitliği diye birşey olmalı değil mi?. Servet farkı olmamalı. Bir tarafta zengin, bir tarafta yoksul aç insan.
*
-Taksim’deki Atatürk Lisesi’nde bir dönem öğretmenlik yapmışsınız?
-27 Mayıs 1960 ihtilali sonrasıydı. Önce Davutpaşa Ortakolu’nda sonra Atatürk Lisesi’nde bir dönem öğretmenlik yaptım. Ama benim öğretmenliğimin özelliği şu idi: Örneğin edebiyat öğretmeni vardı. Öğretmen ders zili çalınca öğrencilerle ilişkisini kesiyordu. Ben sınıftaki antlaşmayı, uzlaşmayı, sevişmeyi sınıfın dışına çıkartan bir adamdım ve öyle oldum. Farkında da değilim belki ama hemencecik avluya çıktım mı çocuklar etrafımı alırlar, sorular sorarlar, gülüşürüz, bilmem ne yaparız. Ben dersin sıcaklığını, sınıfın dışına çıkartmayı başaran bir insan oldum. Bu benim kazancım. Bakın şimdi bayram dolayısıyla (Ramazan bayramında ziyaret etmiştik) bana bir çok şey geldi. Eski öğrencilerim geldi. 60 yaşındaki öğrencilerim geldi. Gelenler, “Başka derslerin öğretmenleriyle böyle bir ilişkimiz olmadı ama sizinle oldu”, dediler.
Ben onlara sadece fransızca öğretmedim. Ahbaplık yaptık, insanlık öğrettik birbirimize. Rauf Mutluay çok nefis bir öğretmendi ama dışarı çıktığı an öğrenciyle ilişkisi bitiyordu. Sınıf içinde bir derya. Ama sınıftan çıkınca Rauf Bey yok.
Farkında olmadan öğretmenliğin dışında bir de eğitmenmişim meğerse. Ama o öğrencilerimle olan sıcak ilişkimin sürüp gitmesi bir çeşit eğitmenlikti.
Ben bunları yaparken “Yeni Ufuklar” dergisini okula sokmadım. Niye sokmadım?. Parayla öğretmenliği birada yürütüyor demesinler diye. Bir çok öğrenci de bilmezdi Yeni Ufuklar dergisini çıkarttığımı. Bütün bunlar hep babamın benim üzerimde bıraktığı etkiyle oluyor.
Yanılmıyorsan fransızca dersi haftada iki saatti. Sadece fransızca dersine girmiyordum. Fransızca dersinden çıktıktan sonra da avluda her çeşit konuyu tartışıyorduk. Derste bir fransızca kitap vardı. Bir ders kitabı. İşte onu okutuyordum. Okumasını düzeltiyordum. Anlamını soruyordum. Aşağı-yukarı gırgır geçiyordu ders. Ciddi birşey değildi.
-Atatürk Lisesi’ndeki öğretmenliğiniz döneminde öğrencilerinizden herhangi birini sınıfta bıraktınız mı?
-O 6-7 yıl içerisinde bir tek kişiyi sınıfta bıraktım. Ona da çok hayıflanıyorum tabii. Çocuk da neredeyse beni öldürmeye kalkışıyordu. Çok başarısız bir öğrenciydi. Terbiyeli, efendi bir çocuktu ama başarısızdı. Sorarsın hiçbir şey yok. Sıfır atmıştım. Ama şimdiki kafam olsa atmam.
-Neden Hukuk öğretmenliğe devam etmediniz?
-Yaşam rastlantılardan ibarettir. İnsan hiç ummadığı, yapmak istemedği şeyleri yapmak zorunda kalabilir. Bir takım insanlarla da tanıştık. Onlar da bir rastlantı eseriydi.
*
-Fransız Lisesinde öğrenci iken ingilizce öğrenmek için harçlığınızı vererek bir öğretmenden ders almışsınız.
-Efendim. Saint Benoit adlı Fransız Lisesi’nde hocalar çok iyiydi. Çok iyi fransızca öğretiyorlardı bize. Hele bir felsefe hocası vardı, harikaydı. Ama ben bunun yanında sinemaya meraklıydım. Beni, “Çok yakışıklısın”, bilmem nesin diye beni şımartıyorlardı. Ben de Hollywood’a mektuplar yazıyordum, resim istiyordum artistlerden. Böyle bir 10-15 tane tanınmış artistlerden mektuplar, resimler geliyordu. Şimdi hiç bir tanesi yok. İşte ben de Hollywood’a hazırlanıyordum. Onun için ingilizce çok gerekliydi. Sainte Benua’da ingilizce dersi veriyorlardı ama bana yeterli gelmiyordu. İngilizce hocası sınıf hocası değildi. Okulla ilişiğini kesmişti. Öğrendimki isteyene özel ders veriyor. Ben de rica ettim. Bana da haftada bir defa geliyordu. Kendisi İngiliz’di. Çok zarif bir adam ama çok haris bir adamdı. Burnunu karıştıran bir adamdı. Hoş bir adam. Adı Gravina idi. Yarı İtalyan, yarı İngiliz. Amerikalı. Gravina idi adı. Birşeyler oldu. 6 ay kadar ondan ingilizce dersi aldım. Daha fazla param yoktu. Onun için devam etmedi. 12 lira harçlık alıyordum. 6 lirasını bu ingilizce hocasına veriyordum. Hollywood rüyası New York’a ayak basar basmaz gitti. Söndü. Hollywood falan hepsi söndü. Ben Hollywood’a gitmeyi amaçlıyordum. Amerika büsbütün bambaşka bir şey. New York’u sevmedim. Sokaklar, insanlar şunlar bunlar karmakarışık. Hiç ilgilendirmedi. Gözüm Hollywood’daydı, artistlerdeydi. O da söndü, gitti. Lisede kendimi hoş görmedim, beni hoş gördüler. Saint-Benoit Karaköy’deydi. Beyoğlu’na yakındı. Sinema camiası oradaydı. Hiç ilgimi çekmedi. İlgim Hollywood dünyasıyla sınırlı kaldı. İyi ki öyle kaldı. Orhan Burhan dolayısıyla Muhsin Ertuğrul ile çok sıkı ahbaplığım oldu. Gayet yakın ilişkim oldu. Orhan Burhan’ın kafasına hayrandım. Orhan Burhan’ın elini sıkıpta ona bayılmamak olası değildi. Ben o mutluluğa eriştim.
*
-Amerika’ya nasıl gittiniz?
-1952 yılında, İstanbul’dan ABD’ye KLMuçağıyla gittim. 1953 yılında döndüm. Bir Amerikan foundemation’u vardı “Rockefeller Vakfı” diye. John Marshall diye bir adam Türkiye’ye geliyor. Türkiye’den Amerika’ya bu foundemation aracılığıyla adam gönderiyor. Türkiye’ye geldi. Halide Edip’in de Amerika’ya gitmemde etkisi var. Çünkü Halide Edip, beni tavsiye ediyor. John Marshall, bir kurumun sorumlusu. Çok güzel fransızca konuşuyor. Benim de fransızcam çok iyi. “Şairlerle, yazarlarla bir toplantı yapalım”, dedi. Bedri Rahmi’nin “Maya” adlı galerisinde bir toplantı yapıldı. Şairleri, yazarları bu toplantıya çağırdım. Orada bir saat kadar birlikte olduk. Tanışıldı, konuşuldu. Adam fransızca konuştu.
Bedri Rahmi’nin atölyesinde bir toplantı yapıldı. Oraya tanınmış yazarlar, şairler hepsi çağrıldı. Onlarla sohbet ette, konuştu adam. Bu bir saat kadar sürdü. Çıktık. Birlikte Beyoğlu’nda bir lokantaya gittik yemek yedik. Sonra ayrıldık. Ertesi gün bunlar bir çağrı yaptı Amerika’ya götürmek için. Ben etki yapmışım. Tabii biraz da Halide Edip Hanım’ın etkisi.
John Marshall. Uçaktan indim. Herkesi çağrıyorlar. “Mister Ganyıl”, diye birisini çağırıyorlar ama ben hiç oralı olmuyorum. Uçaktan inen herkes gitti bir tek ben kaldım. Birden uyandım “Ulan bu Ganyıl Günyol olmasın”, dedim.
Amerika’daki yaşamımdan bir limit söyleyeceğim. Orada bir pansiyonda oturuyorum. Türkleri benim kanalımla tanıyıpta Türk dostu olmaya çalışan bir kadının evinde. Oğlu da başka bir kentte okuyor. Çünkü, New York çok pahalı.
Büyük romancı Pristi’nin yeğeni var. Profesör. İngiltere’den Amerika’ya gelmiş. Amerika’daki zenci mahallelerini ve de Amerikan ilkokullarını görüp bir rapor hazırlamaya gelmiş. Beraber dolaşıyoruz. O biraz fransızca biliyor. Benim fransızcam çok iyi. İngilizce biliyorum ama o kadar iyi değil. Ahbap olduk. Birlikte Harlem’e gittik. Harlem iki farklı yer. Harlem’in bir sefil kısmı var, bir zengin kısmı var. İki ayrı dünya. Yani cennet ve cehennem yok öbür dünyada. Öbür dünya diye bir şey yok. Burada zenginler cennette yaşıyor. Yoksullar cehennemde yaşıyor. Amerikan ilkokullara gidiyoruz. Çocuklar çok şımarık. Yağlı boya resim yapan bir öğretmenin atölyesine giriyoruz. Çocukların ellerinde fırça. Hocanın ler tarafını boyuyorlar. Ses çıkartmak yok. Çok zengin onlar. Elbisesini kirletmişler diye en az o tane alır onlar. Bunları da gördük. böyle bir çok yeri gezdik.
İngiliz bir gün, “Size bir koka kola ikram edeyim”, dedi. “Hay hay”, dedim. Gittik bir bistroya. Çok zarif ingilizcesi ele “Koka kola piliz”, dedi. Amerikalı anlamadı, “What?”, dedi. İngiliz yine tekrarladı, “Koka kola piliz.” Adam bana baktı. “Gakk”, dedim. Koka kolaya orada “Gak” diyorlar. “Oh yes yes” dedi ve koka kola verdi.
Adam bana diyor ki, “Bir İngilizin rahat gezip konuşabilmesi için yanında bir Türk tercümanı gerekli mi.” Çok esprili bir adamdı.
Ben de karşıda “Vanilya” yazan bir yer gördüm. Ben de “Vanilya” dedim. Anlamadı, “What, what?” dedi. Gösterdim. “Oooo Vanela” dedi. Vanilya yazıyor vanela okunuyor. Ne yaparsınız. Çıldırdım. Ben fransızcamla vanilya diyorum, o, vanela diyor. İşte böyle.
Harward Üniversitesi’nde altı ay, Princeton Üniversitesi’nde beş ay konuk dinleyici olarak bulundum. Boston’da Harward Ünivesitesi kütüphanesinde Yeni Ufuklar dergisini gördüm ve çok sevindim. Kütüphanenin okuma salonu var. Her kitaptan aşağı-yukarı 10’ar tane var. Gelenler aynı kitabı okumak isterlerse güç durumda kalmasınlar diye. Çok geniş bir kitaplık. O kütüphanede benim Yeni Ufuklar dergisinin koleksiyonunu gördüm. Onlar, tabii her yerden ne çıkıyor, ne yapıyor, başka dergilerde vardı. Ama benim gözüm dergim olan Yeni Ufuklar’daydı. Orada çok övündüm. “Bak bak. Ben ne haltlar karıştırmışım”, dedim kendi kendime.
TURHAN FEYİZOĞLU/20-10-2019