Depremlerde kaybettiğimiz bebekler, çocuklar, anneler, babalar, kardeşler, kimisi ezilerek, kimisi soğuktan donarak, kimisi, susuzluk çekerek, kimisi kanayan yaralarının verdiği acıyı, sızıyı çekerek, kimisi inleyerek, kimisi kurtarılmayı bekleyerek öl-dü-ler…
Ölen her can bizden bir parçaydı, bizim gibi etten ve kemikten oluşuyordu. Her can, bir umut taşıyordu. Her can, devlet denilen Leviathan organizasyonuna güveniyor, devlet güçlerinin onları ölüme terk etmeyeceklerine inanıyorlardı…
Umutlarıyla birlikte öl-dü-ler… Toplu mezarlara gömüldüler… Leviathan’ın kepçeleri, dozerleri onları kurtarmaya yetmemişti, çünkü kurtarıcı ekipler ve kurtarıcı makineler, bir yerlerden talimat beklemekteydiler. Askerlikteki gibi; “Başlanacaaaak, başla!” talimatı. Talimatlar gecikince, insanlar dayanamadılar, hava çok soğuktu, üstlerine yıkılan binaların molozları çok ağırdı ve öldüler. Ölülerine ulaşanlar gözyaşları içinde en kıymetlilerini toprağa verdiler.
Battaniyeye sarılmış bedenler, bezlere sarılmış, henüz beden olacak kadar yaşayamamış bebeler, anneler, dünya güzeli kızlar, güzel bakışlı yağız delikanlılar, yan yana, bitişik nizam gö-mül-dü-ler…
Empati yoksunu, sempatiden nasibini hiç mi hiç alamamış, hasbelkader yönetici olmuş bazı devletlû kimlikler, hayatta kalmayı mucize kabiliyetinden başarmış insanları teskin etmeye çalıştılar, yaşanan gerçeklere “kader planı” “ya da “hüvel baki” diyerek, “alla hu Ekber” Tekbir’leri getirdiler.
Molozlar altında, zemheri soğukta iki gün, üç gün kurtarılmayı bekleyen insanlar, okunana selaları işittiğinde, kırıntısı kalmış umutlarını da yitirdiler; “ölmeden mezara koydular beni” diyerek son nefeslerinde Leviathan’a inançlarını, güvenlerini sıfırladılar…
Depremlerde kaybettiğimiz canlar, 50 bin 96, yaralananlar ise 107 bin 204 diye istatistiklere geçti. Kader planı böyle işledi. Tıpkı Amasra madencilerinden 42 madenciyi kaybettiğimiz gibi, depremde de kader planı tekerrür etti. Depremden sonra yaşadığımız sel felaketinde de kader planı 20 canı aldı götürdü. Orada da şu söylemi işitti kulaklarımız; “Evet öldüler, 20 insanı kaybettik ama toprak da suya doydu!” Bunu söyleyen tarım bakanıydı ve bakanın bakınmaktan başka hiçbir marifeti yoktu. Selden de, erozyondan da bihaberdi. Suların taşıdığı toprağın en kıymetli üst tabakasını, alüvyonunu alıp denizlere taşımasını bilmiyordu, ya da bilmezden geliyordu, Bakan, buzdan soğuk densiz laflar etmeyi seviyordu.
Leviathan’ın geleceğe dair planı olmayınca, yurttaşlarımız nasıl daha güvenli konutlarda yaşatılabilir, nasıl fay hattının, dere yataklarının uzağında yerleştirilebilir, nasıl grizu patlamalarının önüne geçilebilir, nasıl orman yangınları için helikopterler, yangın söndürme araçları, uçakları alınabilir diye bir kaygıları da yoktu. Doğa da, planı olmayanların önüne, sürekli olarak facialar, katliamlar halinde kader planını sürüyordu. Günümüzden 3.400 sene önce Antik Mısır’da yaşanmış bir felaketler zincirini hatırlayıp, tarih, sürekli olarak kader planının oyuncağı gibi tekerrür mü ediyor acaba? Demekten de kendimi alamadım doğrusu.
Musa peygamberin, İsrail oğullarını Mısır’dan kaçırıp, tanrıları Yehova’nın kendilerine vadettiği topraklara yerleştirmesi öyküsünde geçen felaketler ve afetler kutsal kitapların kayıtlarında şu şekilde sıralanmaktadır; kıtlık ve ürün azlığı yaşanmış, Nil nehrinde, önlenemez şekilde taşkınlık olmuş ve nehir baştan sona kan kırmızısına boyanmıştır. Ülkeyi önce kurbağalar basmış, ardından çekirgelerin istilası başlamış ve peşi sıra haşerat basmış, yer gök kızıla boyanmış, tufanlar olmuş, Firavun II. Ramses’in sarayı ve etrafındaki yükseltileri yıkılmış. Bütün bu yaşanan felaketlere rağmen firavun, İsrailoğulları’nın tanrısı Yehova’ya karşı gelip, onu tanımadığını, Güneş tanrısı “Ra”dan başka tanrıya kulluk edemeyeceğini söyleyerek, İsrailoğulları’nın Mısır’ı terk etmelerine müsaade etmemiş ve onlar da Musa’nın önderliğinde kaçarak, kutsal topraklara yerleşmişlerdir.
Biz Türklerin de bir kaçış tarihi var. Kuraklık nedeniyle asırlar boyu yaşadığımız Orta Asya topraklarını terk edişimiz, Doğu Roma İmparatorluğu olan Bizans’ın topraklarına yerleşmişliğimiz var. Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin topraklarını işgal edip, bu toprakları kendimize vatan edişimizin bir tarihi süreci var. Kan ve gözyaşıyla sulanmış bu toprakların kıymetini bilmeliyiz. Bu topraklarda yaşayan her bir yurttaşımızın kıymetini bilmeliyiz. Doğal afetlerde kaybedecek bir canımız dahi olmamalıdır.
21.03.2023, İzmir, Sedat Pamuk