Hz. İsa haça gerilmemişti. Onun yerine bir başkası, adi suçlu biri,
gerilmişti.
İsa da Anadolu üzerinden yanında bazı müritleri ve Annesi Meryem ile karısı
(inanılanın aksine evliydi) ve çocuklarıyla Avrupa’ya geçmişti. Dünyanın doğal ve tanrısal,
dolayısıyla meşru tek hükümdarı olması hasebiyle dünyanın başına geçmek için savaşımına
devam etmişti. Ölümünden sonra da ayni davayı çocukları ve yakınları kurdukları gizli örgüt
aracılığıyla sürdüre gelmişlerdir. Dünyanın tek yasal lideri İsa hanedanıdır!. Bu örgüt
zamanla diğer çeşitli örgütler içerisinde varlığını devam ettirmiştir. Bunlara Gül Haçlar da
dahildir. Başta Gül Haçların şövalyeleri olmak üzere bunların mirasçıları Girit, Rodos ve
Malta şövalyeleri aynı davaya hizmet eden savaşçılardı. Bu savaşçılar gizli bilgiyi bir görüşe
göre de iksir-i azamı koruya gelmişlerdir. Bu sözü geçen iksir-i azam (Holy Grail/Kutsal
Kan) nedir? Bir görüşe göre Hz. İsa haça gerildiği zaman kaburgalarının arasına sokulan
kargıdan akan kanı bir kupada toplayan bir müridi bu kupayı saklamıştır. Kupa nesilden
nesile şövalyelerin koruması altında intikal edegelmektedir. Bir görüşe göre de Haçlı
Seferleri şövalyeler tarafından kutsal topraklara iksir-i azamı ya da gizli bilgiyi elde etmek
için yapılmıştı. Bir görüşe göre de müslüman kaynaklardan ele geçirilmişti. Ya da
şövalyelerle paylaşılmıştı.
Umberto Eco, Fuko’nun Sarkacı adlı romanında anımsayabildiğim kadarıyla, şu
mealde bir kurgu yapmıştır. İksir-i Azam ya da gizli bilginin yarısı batıda (şövalyeler
nezdinde) yarısı da doğudaki kutsal emanetçi savaşçıların elindedir. Her yüzyılda bir doğu
ve batıdaki kutsal savaşçılar önceden saptadıkları ve doğu ile batının orta bir yerinde
seçtikleri bir ülkede bir araya gelerek ellerindeki yarımşar bilgiyi birleştirir ve doğruluğunu
teyid ettikten sonra dönerlermiş. Böylece her yüzyılda bir tam bilginin mutad kontrolü
yapılmış olurmuş. Bu bilgi insanlığın henüz bunu hazmedecek düzeye gelmemiş olması
nedeniyle birleştirilmiş bir halde insanlığa açıklanamamaktadır. Bilgi açıklanacak olursa
kıyamet kopacaktır!
İmdi bütün bu bilgilerden sonra Anadolulu Bektaşi dervişi Gül Babanın elinde kılıcı
Kanunî seferlerine katılışı manidar bir hava kazanmıyor mu?
Gül Baba gizli bilgiye sahip bir müslüman doğu emanetçisi miydi? Batıya kaptırılan
yarı bilgiyi eline mi geçirmeye kalkmıştı? Yoksa o yukarıda sözünü ettiğimiz kontrol işlemi
için malum yüzyıllardan birinin zamanı gelmiş çatmış da diğer gizli müslüman savaşçılarla
24
batıya o muhteşem randevuya mı koşmuştu? Misyonu bittikten sonra da Buda tepelerinde
oyalanmış, öğretisinin bir kısmını buralarda yaymaya mı kalkmıştı? Bir elinde kılıç, diğerinde
gül olunca yorum da ister istemez bu yöne kayıyor. Kanuni gibi bir padişah dahi cenaze
namazını kıldığına göre çok önemli biri olduğu kesin. İşte bir kurgu da böylece benden. Gül
Baba üstüne gizemli bir roman mı yazsam acaba? Umberto Eco’nun ‘Gülün Adı’ (bakın
burada da gül var) ve Fuko’nun Sarkacı romanlarındaki kurgular gibi.
Kurgu ne olursa olsun Gül Babanın bir varoluş savaşçısı olduğuna kesin gözüyle
bakıyorum. Elindeki kılıcın da gül gibi bir simge olmadığı ne malum! Kılıç, fikri veya fiziki
savaşı çağrıştırır. Şövalyelerin de aslında fikri savaşçılar olduğu söylenir. Batıda bazı
bilginlere ya da çok yararlı işler yapmış kişilere şövalye unvanları verilişinin arkasında böyle
bir eski dürtü mü var acaba?
Gül Baba dünyaya başka gözle bakmış, hakikatı sezmiş, varoluşa ulaşmış, bir
yönüyle -bir elinde kılıç bir elinde gül- insanlara dönük, diğer bir yönüyle de kendi içine
dönük mücadelesinde bir savaşçıydı kuşkusuz.”
Monad Balkan, “Gül Baba “ Çağrı Dergisi, sayı 457, Aralık 1997, sayı 458; ocak 1998