Klasik ve Realist bir Romanın Düşündürdükleri;
1830 yılının Monarşiyle yönetilen Fransa’sında geçen bir aşk öyküsünü okurken, o dönemin burjuva yaşantısının durağanlığına hayret etmemek mümkün değildir. Geçim derdi olmayan geniş toprakların sahipleri olan bir avuç aile, kendilerini atalarından gelen soyluluk, asalet unvanlarının yıkılmaz duvarları içinde muhafaza altına almış, rahat mı rahat bir hayat sürdürmektedir. O dönemde, büyük çoğunluğu köylülerden oluşan Fransız toplumundaki bu kontların, konteslerin, düklerin, düşeslerin oluşturduğu seçkin tabaka, kendi aralarında ilişki kurmakta, kendi aralarında balolar düzenleyerek eğlenmektedirler. Kendileri gibi asil olmayanlar ile evlilik ilişkisi kurmaları ise imkânsız bir durumdur. Onlara karşı küçümseyen, hor gören bakış ile aşağı tabakadan hizmetçiler muamelesi yapılmaktadır.
Her günü, bir diğer günün benzerliği içinde ve sıkı sıkıya bağlı oldukları katı kurallarıyla, kendilerini farklı ve toplum üstü gören bu ayrıcalıklı ailelerin içine, günün birinde 18-19 yaşlarında, yakışıklı, akıllı, saygılı ve bilgili bir delikanlı girer. Julien Sorel isimli bu genç, İncil’i Latince olarak ezbere okuyabilen, zekâsı ve yükselme hırsı ile girdiği her ortamın odağında olmayı bir şekilde başarabilen, Stendhal’in yaratmış olduğu kurgusal bir roman kahramanıdır. Daha doğru bir yorumla, kuralları içinde yaşayan mutlu azınlığın tam orta yerine “ateş topu” düşürmekle Stendhal, yasak aşk ilişkisini başlatmış, mutlulukla mutsuzluğun özdeşliğini sergilemiş ve okuyucuyu çelişkiler yumağının sürükleyiciliğine hapsetmiştir.
1830 yılında yazılan “Kırmızı ve Siyah” romanı, dilimize “Kızıl ve Kara” adıyla da çevrilmiş realist roman türlerinin ilklerindendir. Etkileyici psikolojik tahlilleriyle, irdelemiş olduğu burjuva yaşam tarzının getirmiş olduğu, duygular ile akıl ikileminin çelişkilerini barındırmasıyla, okuyucuyu hemen etkisi altına alıvermektedir. Üslup akıcılığı kadar, konu seçimi de okuyucuyu bağlamakta, oldukça hacimli -624 sayfa- romanı soluk soluğa okuyup bir an önce bitirmeye, sonucu görmeye heveslendirmektedir.
Yazılı edebiyat, bilindiği üzere, sanatın ayrılmaz bir parçası olarak evrensel özellik taşımaktadır. Bu nedenle, Stendhal’in Kırmızı ve Siyah romanı, gecikmeksizin Osmanlı aydın kesimlerince tercüme edilmiş ve örnek alınmak suretiyle, bizim toplum yapısını anlatan Stendhal’in yazdıklarına benzer, taklit romanlar ortaya çıkmıştır.
Batılı tarzda ilk yazılan realist romanı “Aşk-ı Memnu” ile ünlenen romancımız Halid Ziya Uşaklıgil’in (1866-1945), “Mai ve Siyah” romanını 1897’de yazmasına esin kaynağı olmuştur. Tıpkı Julien Sorel gibi, ‘Mai ve Siyah’ın kahramanı olan Ahmet Cemil’de hırslı ve başarıları için nefes alıp veren bir kurgusal karakteri temsil etmektedir. ‘Kırmızı ve Siyah ’tan bir farkla, Uşaklıgil’in kahramanı, hırslarını, umutlarını, kırmızı ile değil de, “Mai” –mavi- tonuyla çizmeyi yeğlemiştir. Kitaba adını veren “Mai”, gökyüzünün rengiyle umutların maviliğini birleştirmiştir. Gerçekleşmeyen arzularını, yıkılıp giden isteklerini temsil eden ise, karanlığın rengi “Siyah” olmuştur. H. Ziya’nın Fransızca ve İtalyanca ’ya oldukça hâkim olmasından ve bu sayede Stendhal okumalarından esinlenmiş olduğunun bir göstergesi olan bu benzerlik, elbette ki sanattaki taklitçilik olgusunu da akla getirmektedir.
Stendhal’in romanında “Kırmızı”, özgürlükçü, liberal düşünceyi ve Napoleon ‘un oluşturduğu düzenli “Ordu Birliklerini” sembolize ederken, “Siyah”, Kiliseyi, Papazların kara cübbelerini, tutuculuğu, saray erkânı olan kral yanlılarını temsil etmektedir. Aynı zamanda Stendhal, yarattığı kahramanı Julien Sorel ‘in, içine girdiği koşullarda, aşkları sayesinde yükselmesini ve bulunduğu ortamın gözdesi olmayı başarmasını “Kırmızı” ile bağdaştırmıştır. Başarının karşıtlığı olan başarısızlık ve yükselmenin zıddı olan çöküntü ise “Kara” ile sembolleştirilmiştir. Ve sevgili kahramanımız, 4 senelik hızlı yaşamı sonucunda ölüme kucak açmasını da yıkılan umutlarını ve sönen hayat ışığını da, diyalektiğin yasası olan, ”Karşıtların birliği” ile Kırmızının siyahla zıtlığı ve birliğiyle bizlere sunmaktadır. Öykülerin, romanların ölüm ile sonlandırılmasıysa, o dönemin romantizm anlayışına özgü ve akılda kalıcılığı sağlayan, duygulara hitabeden bir kurgu örneğidir. Nerede olursa olsun, ister antik dönemde, ister karanlık Ortaçağ’da, isterse günümüz kapitalizmin işlerlik kazandığı dönemde olsun, “Trajedi”, trajik son, okuyucuda çarpıcı bir etki yaratmaktadır. Stendhal ’de bunu, romanlarında çok iyi değerlendirmiş.
Stendhal, “Parma Manastırı”, “Lamiel”, “Aşk Üstüne”. “Armance”, “Mina de Vaghel”, “Roma’da Gezintiler”, “İtalya Hikâyeleri” gibi romanların, öykülerin yazarıdır. Aşk romanı olan “Parma Manastırı” ndan, Balzac, Fransız Romanı şaheseri diye övgüyle bahsetmiştir. Stendhal, ”Lamiel ”de, kadın hakları savunuculuğunu konu edinmiş, İtalya Hikâyelerinde ise, 16. Yüzyıl İtalya’sında, Manastırda geçen 5 tane, her biri diğerinden trajik aşk öyküsü anlatılmıştır.
Kırmızı ve Siyah romanının içeriğine geri dönecek olursak, 1830 yılında Fransa, oldukça çalkantılı bir dönemi yaşamaktadır. Napoleon Bonaparte, 1799-1815 yıllarında, 1. Cumhuriyeti yıkarak 1804’de kurmuş olduğu İmparatorluk ve düzenli ordu teşkilatı ile İtalya, Avusturya, Almanya, Rusya topraklarında at koşturup, zaferden zafere ulaşmış ve en nihayetinde, 1815’de Waterloo Savaşında yenilgiye uğrayarak tahtını kaybetmiştir. Sürgüne gönderilen Napoleon ’un ardından Fransa, Restorasyon Dönemini yaşamış ve Bourbon Hanedanlığının meşruti yönetiminde 1830 yılına kadar gelmiştir. 1830 Temmuz Devrimi ile iktidarda bir Hanedan savaşı başlamış, yükselen burjuvazi ile aristokratlar arasındaki savaşı, burjuvazi kazanmıştır. Liberal kral olarak bilinen Orléans Dükü Louis Philippe tahta oturmuş ve toprak zengini aristokratların yerine mali aristokrasiyle birlikte hareket eden sanayi kapitalistleri parlamentoda söz sahibi olmaya başlamıştır. 1848 Şubat Devrimi ile Meşruti Monarşi yıkılarak 2. Cumhuriyet dönemine geçilmiştir. Malumunuz üzere 1. Cumhuriyet 1789 Büyük Devrimi sonrasında kurulmuştur ama uzun ömürlü olamamıştır.
Fransa’nın yaşadığı bu çalkantılı dönem, 1789’da krallığın yıkılıp Cumhuriyetin kurulması, sonra yeniden krallığa ve İmparatorluğa geçişi, hanedanlık savaşları ve Restorasyon dönemi, yeniden devrimler ve iç savaşlar dönemi derken, bugün Fransa 5. Cumhuriyet Dönemini sürdürmektedir.
Jakobenler (devrimci demokratlar) ile jirondenlerin (kral yanlısı burjuvalar) arasındaki savaş, 1789 Devrimiyle baş göstermiş ve 1830 yılında da Stendhal’in kitabının bir ölçüde konusunu oluşturmuştur. Köylü toplumu olan Fransa’da 1848 Şubat Devrimine gelinceye kadar işçi sınıfından bahsetmek imkânsız gibi bir şeydi. Henüz sınıf oluşturamamış dokuma işçileri Paris ve Lyon gibi kentlerde yaşam sürdürmekteydi. “Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-1852” Kitabında Marx, burjuvazinin yedeğinde savaşan işçilere o dönemde “Sans-clottes”, yani çulsuzlar, külotsuzlar, baldırı çıplaklar adı verildiğini yazmaktadır. Osmanlıdaki “amele” söylemi gibi. Oysa İngiltere’de 1648 ve 1688 Burjuva Devrimleri yaşanmış ve 1830’lu yıllarda, çoktan sanayi işçisi de oluşmuş ve sendikal örgütlenmenin mücadelesini vermektedir. Endüstri Devrimini yaşamış İngiltere’nin ekonomisi karşısında Fransa, kıyas götüremez biçimde geri seviyedeydi. Fransa henüz Aristokrasiye karşı burjuvazinin savaşını sergilemekteydi. Örneğin, 1820 yılında madenlerinde raylı sistem ile kömür taşıyan ve buhar gücüyle çalışan motor kullanmaya başlayan İngiltere, hızla demiryolları taşımacılığına yönelmiş, Fransa ise 20-30 yıllık bir gecikme ile raylı taşımacılık başlatabilmiştir. Kırmızı ve Siyah’ın satırlarında, Fransa’da 1830 yılında hala akarsuyun gücünden faydalanarak kereste fabrikasındaki bıçkı makinesinin üretiminden bahsedilmektedir; “ Su ile işleyen kereste fabrikası demek, çay kenarında bir salaş baraka demektir. Dam, dört iri tahta kazık üzerine tutturulmuş çatıya dayanır. Salaşın ortasında, sekiz on adım yüksekliğinde inip çıkan bir bıçkı görülür; oldukça basit bir makine de sıra sıra kütükleri bu bıçkının önüne iter. Onu harekete geçiren de, odunu yassı tahta biçiminde kesen bıçkıyı inip çıkaran da, su ile dönen bir çarktır.” Bu satırlardan da Fransa ekonomisinin dönemsel geri kalışına şahitlik etmekteyiz.
Stendhal, kitabında, Feodal üretim tarzını yansıtan “Yel değirmenleri” gibi, suyun akış gücünden elde edilen enerjiyle çalıştırılan fabrikayı tanımlıyor.
Romanı okurken 1830’lu yılların koşullarıyla, günümüzün koşullarını kıyaslamak; değişen örf ve adetler ile birlikte kadın erkek ilişkilerinin de ne derecede değişime uğradığı; kaçınılmaz olarak zihnimizi meşgul etmektedir. İnsanların düşüncelerinin oluşumunda, yaşamış oldukları toplumun içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi konumunun önemi bir kez daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Yaklaşık olarak 200 sene önceki Rönesans ve Reformları yaşamış Batı toplumları ile tebaa konumundan sıyrılmaya çalışan bizim gibi Doğu yarımkürede yer alan toplumların kıyaslanması, bizi pek de sağlıklı sonuçlar üretmeye sevk etmemektedir. En iyisi biz okuduğumuz romanın etkisinden bir parçada olsun sıyrılıp, Marx’ın insanı materyalist olarak tanımlayan şu cümleleriyle gerçek dünyanın gerçeklerine geri dönelim:
“İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil. Dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullar dâhilinde yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenekler, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çökmektedir.”
28.05.2024, Sedat Pamuk