NÖBETLER
Yeşil cerrahi formamın cebindeki sigara paketimden tek dal aldım, keyifle yakıp çekyata uzandım. Boğulmuş kasık fıtığı ameliyatını başarıyla bitirmiştik. O, doğum sancısından beter şiddetli sancıya ne yaptı, nasıl dayandı bilmiyordum, anlamamıştım ama hasta bize geç müracaat etmişti. Bekletmeden ameliyata almıştık lakin fıtığın içindeki ince barsak kısmı gangrenleşmiş, çürümüştü. Önce on santimlik bölümü kesip çıkarmış, sağlam uçları birbirine dikmiş, sonra da fıtığı tamir etmiştik. Asistanlıkta üçüncü senemi doldurmuştum. Nöbetçi başasistan ameliyata girmeye gerek görmeyip hazırlandığı doçentlik sınavına çalışmaya devam ederken ben de vakayı baştan sona çömezlerimin çömezi, cerrahi tabirle torunum Canan’a yaptırmıştım. Şimdi uzanıp dinlenmeye başlamışken o, hastanın narkozu atıp masadan kalkmasını, yatağına götürülmesini bekliyordu. Çömezlik böyle bir şeydi işte! Çilesini en iyi bilenlerden biriydim.
Temmuz ayının ortası, günlerden cumartesiydi. Pencereden giren güneş ışınları odayla beraber ruhumu ayna gibi parlatıyordu. Yine nöbetçiydim. Çömez, kıdemli veya uzman olmak mesleğimizin ayrılmaz parçası olan nöbet gerçeğinden koparmıyordu bizleri. Hafta içi, hafta sonu, bayram seyran fark etmiyor, nöbetler devam ediyordu. Dini bayramlarda bazen dokuz gün tatil olduğunda dahi en az iki gün nöbet tutuyordum. Şikayet ediyor muydum? Asla! Gülü dikeniyle seviyordum.
Tek bir diken canımı acıtmıştı. Hani televizyondaki haberlerde duyarsınız ya! “Vatandaşlarımızın yılbaşını rahat ve huzurlu geçirmeleri için her türlü tedbir alındı, gezici ekipler sabaha kadar denetimlerini sürdürecek” diye… 1983’ü 1984’e bağlayan yılbaşı gecesi, belediye tabibi iken ben de o ekiplerden birinde nöbetçiydim. İki zabıta memuru, altımızda resmi araba; Bakırköy, Florya, Yeşilköy semtlerindeki bar, kafe, lokanta, eğlence mekanlarını dolaşmış, denetlemiştik. Millet el bebek gül bebek yüzlerindeki maskeler, kafalarındaki rengarenk parlak külahlarla oynayıp dans eder, tepinip eğlenirken ben mutfakları, zabıtalar fiatları kontrol etmişti. Umumi Hıfzı Sıhha Kanununun bilmem kaçıncı maddesine göre tespit ettiğimiz eksiklere ceza kesmiştik. Mekanı kapatma yetkim de vardı. Gerçi kapatmayı gerektirecek kadar berbat,sağlığı tehdit edecek şartlarda hizmet veren mekana rastlamamıştık ama rastlasak da kanuna göre davranıp kapatmaya kalksam kapatamazdım ki! Eğlenenler tekme tokat kovar, patronlar topuğumdan vururdu beni. İki zabıtadan vazgeçtim, bir Allah’ın kulu beni kurtaramaz diye düşünmüş, ekipte doktor bulunmasını çok saçma bulmuştum.
Katlanarak yaptığım belediye tabipliği günleri geride kalmıştı ama nöbetler devam ediyordu. Biliyordum ki emekli olana kadar da devam edecek… Hatta uzman olup taşra kasabasına gittiğimde icap nöbetlerim de olacaktı. Tek cerrah bile olsam her çağrıldığımda hem vicdanen hem hukuken gidip hastaya bakacak, acil müdahaleyi yapacaktım. Hep aklımda diye yaşayacaktım. Fadıl abi anlatmıştı bunları…
Yerimden kalktım, masadaki telefonun ahizesini kaldırıp servis hemşire numarasını çevirdim.
-Alo! Hemşire hanım, sıkıntı mı var? Hasta ameliyathaneden gelmedi mi?
-Şimdi geldi Sinan Bey. Sorun yok. Doktor hanım başında zaten.
-Teşekkür ederim.
Ahizeyi yerine bıraktım. Pencereye yaklaşıp dışarıyı seyretmeye başladım. Hastane polisi, hastane girişi köşesindeki kulübesinden çıkmış, sigarasını tüttürerek simitler dizili tablasının başındaki simitçi ile sohbet ediyordu. Caddeden içleri tıklım tıklım dolu belediye otobüsleri, renk renk hususi arabalar, sarı ticari taksiler yukarıdan aşağı, aşağıdan yukarı ardı ardına geçiyor, kaldırımlarda kimi telaşlı kimi sakin adımlarla yürüyen insanlar akıp duruyordu. Suratı asık, dalgın olan da vardı, yanındakiyle şakalaşarak sohbet eden de… Bir elinde çiçek, diğerinde kolonya, kuru pasta belki de atlet, havlu olduğunu tahmin ettiğim poşet taşıyan dört beş kişi, ziyaret saati bitmiş olmasına rağmen servislerin olduğu binalara doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Nöbetçi hizmetli personele, ziyaret saatine yetişememe sebeplerini anlatacak, akla yatan yatmayan mazeretler üretecek, allem kallem edip hastalarına ulaşacaklardı. Bahçedeki banklarda tek tük insanlar oturuyordu; bir kısmı dalgın gözlerle tek başına, bazıları aralarında sohbet ederek… Bunlar hasta refakatçileriydi. Havalanmaya, hastalarının yanında belli edemedikleri duygularını yaşamaya,dağıtamayacakları kafalarını rahatlatmaya, güç toplamaya çıkmışlardı; toplayabildikleri kadar…
Benim gibi çömezim, başasistan, servisteki hemşire, hizmetli personel, kapıdaki polis, simitçi, dükkanını açmış müşteri bekleyen esnaf, pencereden baktığımda göremediğim başkaları ve refakatçiler de nöbetçiydi. Sadece nöbet tutma sebeplerimiz farklıydı. Pırıl pırıl güneşli mis gibi havada, yemyeşil parkta, ulu bir çınarın gölgesine sığınıp çimlerin üzerine uzanmayı; kuş cıvıltılarını dinlerken pürüzsüz mavi gökyüzünü, süt beyaz bulutları seyrederek beynimi, ruhumu dinlendirmeyi tercih ederdim doğrusu. Veya şemsiyenin gölgesinde uzandığım şezlongta, soğuk meyva suyumu yudumlarken gülüp oynaşan, yüzen, yüzmeye çalışarak denizin tadını çıkaranları, kumsalda kumdan kaleler yapmaya uğraşan masum, dertsiz, düşüncesiz çocukları izlerken kitap okumayı, düşünmeyi, sorgulamayı… Boğaz kenarındaki kafede gemilere, uçuşan martılara bakarak kız arkadaşımla sohbet etmek de hoş olurdu. Başka türlü de değerlendirebilirdim bu güneşli temmuz gününü. Bunları yalnız ben istemezdim tabi! Eminim nöbet tutan herkes isterdi. Nöbet zordu, sıkıcıydı ama sebep ne olursa olsun şikayet etmeden, bardağın dolu tarafını görerek tutulması gerekiyordu. Kimin nöbeti en zordur diye kime sorsak sanırım “Benim” cevabı verirdi ve herkes de kendine göre haklı olurdu. Nöbet zorluğunun objektif kriterleri yoktu ki!
Çarşamba günü ameliyat sonrası tek kişilik özel odaya aldığımız, kırk yaşındaki mide kanseri hastanın refakatçisini gözümün önüne getirdim. Karına girdiğimizde kanserin mide çıkışını tamamen tıkadığını, karaciğere atladığını, son evre olduğunu görmüştük. Her tarafa sarmış, zırh gibi yapışmış olduğundan kanser kitlesini çıkaramamış, yedikleri aşağı geçebilsin diye mide ile ince barsak arasında yeni yol yapıp kapatmıştık. Yarası iyileştiğinde, umut olmadığını bilerek onkoloji servisine nakledecektik hastayı. Durumu hasta yakınlarına anlatmıştık, onlar da biliyordu durumu. Allah’tan böyle durumlarda hasta yakınlarına bilgi vermek başasistanın göreviydi. Üç senelik asistanlık tecrübeme göre cerrahın en zor görevinin bu olduğu kanaatine varmıştım. Başasistan durumu anlatır, bilgi verirken ben de yanındaydım. Hasta yakınlarına, hazırlayarak, alıştıra alıştıra acı gerçeği, saman alevi kadar umudu açıklarken asistanlara karşı sert, otoriter gözüken, asıp kesen uzmanın çektiği acıyı, yaşadığı zorluğu görmüş, hissetmiştim.
Askerdeyken karısı ölen Memet’e komutanının nasıl haber verdiği fıkrasını bilirsiniz:
-Memet. Anan var mı?
-Yoktir komitanim, ölmiştir.
-Ya baban?
-Yoktir komitanim, o da ölmiştir.
-Pekiiii! Karın var mı?
-He ya! Vardir komitanim.
-Nah vardır… Ölmüştür.
Böyle basit, komik değildi söylemesi, anlatması… Zordu hem de ifade edilemeyecek, yazıya dökülemeyecek kadar zor. Cerrahi dizi filminin en etkileyici, en duygulu sahnesiydi bu. Uzman olduğumda istesem de istemesem de zorluğunu bilsem de eminim, böyle sahneler ben de yaşayacaktım.
Ben, odayı ayna gibi parlatan güneş ışınları altında dinlenerek nöbet tutarken hastanın refakatçisi özel odaya da giren güneş ışınlarına rağmen yüreğindeki eksi on sekiz derece soğukta nöbetçiydi; üşüdüğünü belli etmemeye gayret ederek hem de… Nöbet tutan herkes için en zor nöbet, kendi tuttuğu nöbetti kendince ama o refakatçinin nöbeti en zor nöbetti bence.
Kan ve gül, gülle diken, aşkım ve sen
Birbirine dönük sırt, sen ve ben
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Seviyorum seviyor musun, ağlıyorum gülüyor musun?
Cerrahide nöbetler, söz ve müziği İskender Doğan’a ait bu şarkı gibiydi işte! Nöbet derken nerelere gelmiş, hasta ve refakatçisini düşünüp hüzünlenirken şarkı mırıldanmaya başlamıştım. Ağlarken gülüyordum demek! Ağlarken gülmek, gülüyor gözükebilmek… Cerrahlık gereğiydi bu…
Elinde iki bardak çay, omuzlarına kadar uzanan koyu kestane düz saçlarını tepesinde topuz yapmış çömezim odaya girdi. Güzel kızdı Canan. Bekardı.
Babası zengindi. Uzman olup ayrılan kıdemliler, diğer çömezlerim ve benim yokken o, hastaneye Lada marka arabasıyla gidip geliyordu. Lakin cerrahi asistanlığında önemli olan kıdemdi.
-Çayınız sayın kıdemlim. İki şeker attım, karıştırdım. Afiyet olsun.
-Sağolasın Canan.
Çelik masanın arkasındaki sandalyeye oturup ameliyat notlarını yazdığımız saman kağıtlı büyük defteri açtı, çayını yudumlarken yaptığımız ameliyatı ayrıntılarına kadar not etmeye başladı. Bense geriye yaslanıp bacak bacak üstüne attım, çayımı yudumlarken sigaramı tüttürmeye başladım.
Nöbetçiydik. Herkesin nöbeti devam ediyordu.
O.DR.SİNAN BEYHAN – NEŞTER İZLERİ KİTABINDAN ALINMIŞTIR-11-05-2021