Selam olsun tüm can dostlara…
Kaldığımız yerden devam edecek olursak, hocamız ertesi ders için birer metin vermişti hepimize, hatırlarsanız. Okumak için. Verdi de. Öyle uzun değil, kısa. Bir, hatta yarım sayfa bir şey. O kadar. Önümüzdeyse koca bir hafta. İnsan bir kere olsun okumaz mı? Ben dahil okumadık. Öyle ya. Koca koca kişileriz. Yarım sayfa metni mi okuyamayacağız? Dedik; ve işin aslının sadece kısa bir metni okumak olmadığını, geçte olsa anladık.
Nasıl mı? Anlatayım…
Sayılı gün. Göz açıp kapayıncaya kadar geldi geçti ve tabi ki ders günü de geldi çattı. Hepimiz özgüvenliyiz ya; o küçücük sınıf yaptığımız odayı, gırgır şamata, yine doldurduk. Derken, dersin başlama saatiyle birlikte, Buket hocamızda geldi. Her zamanki gibi bu seferde hemen yerine oturmadı. Sınıfa, daha doğrusu hepimize kendine has öğretmen bakışıyla şöyle bir süzdü, parmağını hepimizin üstünde lotarya çeker gibi dolaştırdı ve aramızdan birini, ‘büyük ikramiye!’ gibi seçti.
‘’Sen!!’’
Hani hepimiz kocaman insanlar, kendimize güveni son derece fevkalade kişilerdeydik ya; vallahi de billahi de yalan! Neden mi? Anlatmaya çalışayım, dilim ve kalemim döndükçe; naçizane…
Önce; o küçücük sınıfta inanılmaz bir sessizlik oldu. Sonrasında? Kalp atışlarımız; hızlı bir müziğin çılgın temposu nasıl insanları dans pistinde terletirse, bizi de terletti ama dans pistindeki gibi değil, endişe dolu soğuk terlerle terletti.
Arkadaşımıza gelince. Garibimin kalp atışları, sınıfın birkaç metrekarelik duvarlarını neredeyse yıkacak gibi. Ardından tarifsiz bir heyecan! Sardı bitirdi çocuğu. İnanın; anlatılmaz, anca yaşanır. Garibim benim. Yüzü kızardı, morardı, renklerden renklere girdi, sonunda iyice kızarmış ızgara et rengini aldı. Ter? Tıpkı kızgın ateşte pişen nefis bir yemeğin lezzetli sıcacık damlaları gibiydi desem; inanın abartmış olmam…
Arkadaşımız ezile büzüle ayağa kalktı. Daha doğrusu kalkmaya çalıştı, çünkü bacakları tirtir titriyordu. Özgüveni? Yerlerde. Hocamızın verdiği yarım sayfalık metni parmaklarının arasına almaya çalıştı. Ama o’da ne! Çocuğun parmakları alenen titriyor. Okuyacağı yarım sayfalık metnin yazılı kâğıdı; ha düştü, ha düşecek. Arkadaşımızın hepimizi şaşırtan kendisine has pes ve basbariton sesi, arkadaşımızın dudaklarından öylesine bir tiz ses olarak çıktı ki, normal zaman olsa güler geçerdik. Ama o an! Bırakın gülmeyi, bastı mı hepimizi anlamsızca bir panik, bir korku. İnanın,bu’da anlatılamaz. En azından ben o kadar becerikli değilim o anları yazmaya!
Buket hoca! Durumu gördü. Arkadaşa bir abla hatta anne sevecenliğiyle baktı. Kibarca ve kendine has anlayışla; ‘’Otur…’’ dedi. Arkadaşta oturdu ve rahatladı. Rahatlamanın verdiği refleksle de derin bir nefes aldı. Buket hoca. Tüm sınıfa, bize çok yakın bir dostun sıcaklığıyla baktı…
‘’Çocuklar, bizde bu sıralardan geçtik, hem de sizden çok daha genç yaşlarda. Ama siz? Hepiniz! Benden yaşça büyük abla ve ağabeylerimsiniz. Lakin ne mutlu sizlere ki, içinizdeki o afacan çocuğu hala öldürmediniz. Sizler, tecrübelerinizle, yaşadıklarınızla öylesine gözlemlere sahipsiniz ki; inanıyorum ki bu tecrübelerinizle okuduğunuz her bir kelime ve cümleyi layıkıyla okuyacaksınız. Canlandıracağınız o kişiye, kendinize has yorumlarınızla, hakkı olan anlamı vereceğinize tüm kalbimle inanıyorum. Sizlerden çok ama çok umutluyum. Ayrıca, ben öcü değilim. Belki kardeşiniz, belki de çocuğunuzum. Üstelik verdiğim metni çalışmadığınız için dünyanın sonu da gelmeyecek. Diyelim ki yanlış okudunuz, hatalı anlamlar yüklediniz, canlandırmaya çalıştığınız kişiyi gerektiği şekilde canlandıramadınız. Olabilir. Korkmayın. Yanlış ve hatalar yapacağız hep birlikte. Yapacağız ki sonunda doğruyu bulacağız, değil mi?’’
Kaybettiğimiz özgüven kendiliğinden yerine geldi, hocamızın bu konuşmasıyla. Geldi ya; anında da şımardık tabi.
‘’Ama hocam, geçen derste bizi baya fırçaladınız…’’
Buket hoca yine gülümsedi sevecenlikle.
‘’Çünkü Türk edebiyatının o yazarları, çilekeş hayatlarıyla, yazdıkları efsane eserleriyle, hayatı öylesine güzel anlattılar ki bizlere. Keza günümüzün yazarları da. Günümüzün yazarları, bugün, nispeten daha şanslı ama yaşadığımız bu dönemde de, yazdıklarıyla, düşünceleriyle hatta sosyal etkinlikleriyle mahkemelere çıkarılmıyor mu, hapislere atılmıyorlar mı? Gerisini fazla anlatmayayım, siz anlayın.
Ayrıca! Kitap okumak sayfaları göz geçirerek değil, satır satır, kelime kelime, anlayarak yazar eserinde ne anlatmak istemiş, yaşadığı devrin şartları nelermiş; tüm bunları içinizde süzerek olur. Bence; bugüne değin okuduğunuz kitapları bir daha okuyunuz…’’
Aramızdan biri muzipçe sordu.
‘’Ders kitapları dahil mi hocam…’’
‘’En çokta onları…’’dedi, muzipçe…
O günden sonra okuma dersleri daha neşeli geçmeye başladı. Değişik eserlerin metinlerini okumaya başladık, daha korkusuzca. Canlandırmaya çalıştığımız kişiyi okumaya çalışırken, kelime ve cümleleri öylesine abartıyorduk ki, bazen bir arkadaşımız kendisini tutamıyor, ‘çüş’ gibi bir nida bile çıkarabiliyordu arka sıralardan. Buket hoca kendisine has bir sabırla; ‘’sanırım arkadaşın biraz haklı galiba…’’ deyince de, bu sefer tüm sınıf başlıyoruz hep birlikte arkadaşımızı ‘’ti’’ye almaya. Ama öyle aşağılayıcı veya rezil edici değil, bizden biri olduğunu kendisine hatırlatarak. Çünkü Buket Hoca sayesinde biliyorduk ki, hepimiz hatalı ve yanlış okuyabilirdik.
Ekim sonlarına başladığımız kurs, okuma dersleriyle devam ederken, Mayıs ayında hangi oyunu sahneleyeceğimizin günüde yaklaşıyordu. Sonunda Buket Hocayla birlikte karar verdik. Oynayacağımız oyun Sermet Çağan’ın ‘’Ayak Bacak Fabrikası’’ oyunu olacaktı.
Roller dağıtıldı. Bana düşen rol, tipim ve sakalımla elbet ki ‘’rahip’’ti.
Ne mi yaptık? Hocamızın dediğini. Yani önce Sermet Çağan’ı araştıracaktık…
Her şeyin günden güne pahalılaştığı, ekmeği yapmak için un’un bile karaborsaya düştüğü bu zor dönemde hala inandığımız değerler varsa… Ne mutlu bizlere!!!
Sağlık, huzur, başarı, mutluluk ve mavilikleri yakalayacağımız aydınlık dolu günler dileğiyle…
Not: devamı var.
Pepo
Erdek-06. 12.2021