SAVAŞ VE BARIŞ ( II.)
“Tarihin konusu, ulusların ve tüm insanlığın yaşamıdır. Ama bir bütün olarak insanlık şöyle dursun, bir tek ulusun yaşamını bile bir çerçeve içine alarak –yani, hiç eksik gedik bırakmadan- kelimelere sığdırabilmek olanaksızdır. Tümüyle kavranabilmesi hiç kuşkusuz çok zor olan konuyu avuçlarının içinde tutabilmek ve bir ulusun yaşamını gözler önüne serebilmek için, eski çağda yaşayan tarihçilerin hepsi de aynı yönteme başvurmuşlardır; ulusları yöneten bireylerin yaşamını ele alıp, onların oynadığı rolü anlatmış ve bir bireyin etkinliğini anlatmış olduklarını varsaymışlardır.”
“Tarihçi, her şeyden önce, insanlığa önderlik ettiklerine inandığı bireylerin (kimi tarihçi bu kategoriye sadece hükümdarları, generalleri, bakanları alır; kimisi, hatipleri, bilginleri, reformatörleri, filozofları ve şairleri de bunlar arasına katar) yaptıklarını birer birer sayar döker. İkinci olarak, tarihçi, insanlığın yukarıda sıralanan bireyler tarafından hangi amaca yöneltildiğini kendisinin bildiğini varsayar. Bu amaç kimi tarihçiye göre Roma, İspanya veya Fransa devletinin yücelmesi; kimi tarihçiye göre de özgürlük, eşitlik veya dünyanın Avrupa adı verilen ufacık bir köşesinde yer alan bir tür uygarlıktır.”
“1789 yılında Paris’te kaynama başlar: bu kaynama genişler, büyür ve ulusların batıdan doğuya doğru kitlesel yönelişinde ifadesini bulur. Bu kitlesel yöneliş art arda gelen akınlar halinde olur ve her seferinde de, doğudan batıya doğru gelişen bir karşı akınla çarpışır; batıdan doğuya doğru gelişen kitlesel hareket 1812 yılında hedefine, yani Moskova’ya ulaşır; derken, bu kez de doğudan batıya doğru, şaşılacak bir simetri içinde karşı hareket başlar ve orta Avrupa ulusları bu karşı harekete katılır. Karşı hareket, batıdan doğuya doğru olan hareketin başlangıç noktasına, yani Paris’e ulaşır ve biter.”
“Bu yirmi yıllık dönem içinde rakamlara sığmayacak kadar çok sayıda tarla sürülmeden kalır, evler yanar yıkılır, ticaret altüst olur, milyonlarca insan göç eder, bir sürü insan yoksullaşır, bir sürü insan zenginleşir ve kendilerini hemcinslerini sevmeyi esas kabul eden Hıristiyan dininden sayan milyonlarca insan birbirini boğazlar.”
“Nedir bütün bunların anlamı? Bütün bunlar niçin meydana gelmiştir? Bu insanları ev yıkmaya, hemcinslerini boğazlamaya iten nedir? Bütün bu olayları doğuran etmenler nelerdir? İnsanlar hangi gücün zoruyla böyle davranmışlardır? Geçmişe mal olan o karmaşa döneminden günümüze kalan anıtlarla, o dönemi anlatan ‘masallarla’ karşılaştıkça insan elinde olmaksızın, içgüdüsel bir davranışla ve son derece haklı olarak, işte bu basit soruları soruyor kendine.”
“Sağduyu sahibi insanlar bu sorulara bir cevap bulabilmek için, amacı insanoğluna ve uluslara kendilerini tanımayı öğretmek olan tarih bilimine başvururlar.”
Yukarıdaki satırlar, Tolstoy’un 4 Ciltlik ünlü eseri “SAVAŞ VE BARIŞ” dan alıntılardır. Kitabın 4. Cildinin son bölümünü, oldukça uzun sayılabilecek ( 62 sayfa) bir felsefik anlatımı kaplamaktadır. Son derece bilgilendirici, tarih bilimini ve tarihçilerin doğru-yanlış yargılarını ele alan, tartışan, “tarih felsefesi” diyebileceğimiz bir metin ile Tolstoy, sadece roman yazarı olmadığını, Hegel gibi “nesnel idealist” bir düşüncenin temsilcisi olduğunu göstermiş bulunmaktadır.
Romanın ana teması, Napolyon’un Rusya’yı işgal etmesidir; 1805-1812 tarihleri arasında 1.Napolyon Rusya’nın topraklarına saldırır ve Moskova’ya kadar olan yerleşim yerlerini işgal eder. Moskova’yı yakar, yıkar ve askerlerine şehri talan ettirir. Fransa ordusu 600 bin kişilik, süvarisiyle, topu tüfeğiyle Rus ordusundan oldukça güçlü ve donanımlıdır. Napolyon denilen sergüzeşt (ki Tolstoy’a göre kendini beğenmiş bücür ve şişko) Rusya’ya sefere çıkmadan önce, Afrika’da, Mısır’da, İtalya’da, Avusturya ve Prusya’da savaşlara imzasını atmış ve buralardan devşirdiği askerler ile ordusunu 600 bin sayısına ulaştırmıştır. Ancak Moskova şehrinin insanları şehri boşaltmış olduğundan, şehirde ekonomik düzen işlerliğini kaybettiğinden, işgal ordusu atlarını beslemeye saman dahi bulamaz hale gelmişler ve 45 günlük işgalden sonra Moskova’yı terk etmek zorunda kalmışlardır. Geldikleri gibi, eksile eksile gitmişlerdir. İşgal ordusu, arkasına bile bakmadan kaçarak Paris’e döndüğünde, askerlerin üçte ikisi yitip gitmiştir. Askerler soğuktan donmuş ve açlıktan kırılmıştır. Moskova’dan Paris’e kadar olan 1200 km mesafede yayan yapıldak bir kaçış sahnesini Tolstoy, dramatize etmeksizin, sinema şeridi izletircesine okuyucuya aktarabilmektedir.
Romanın ilk iki cildini okuduğumuzda, ele aldığımız ‘Savaş ve Barış’ özet bilgi yazımızda, karakterlerin tanıtımına az çok dikkat etmiştik; link ektedir. Roman kahramanlarımıza 3 ve 4. Ciltlerde aşina olduğumuz, adeta yaşantımızın birer parçalarıymışçasına ısınabildiğimiz için olsa gerek, okuma hızımız da oldukça artmış, roman bizi daha çok sarmış, sarmalamıştır.
https://www.gercekbandirma.com/savas-ve-barishttps://www.gercekbandirma.com/savas-ve-barisv
Savaş ve Barış, sadece savaş sahnelerini değil, o günkü saraya bağlı saltanatın yaşamlarını da, olayların bütünselliği altında vermektedir. Kontes Natalya ’ya (Nataşa’ya) âşık olan Prens Andrey Bolkonski, cesur yürek bir askerdir ve savaşta feci bir şekilde yaralanır ve Nataşa’nın kollarında ölür. Bunun üzerine Nataşa, kendisine âşık olup da bir türlü söyleyemeyen Kont Piyer Bezuhov ile izdivaç eder. Andrey’ in kardeşi Prenses Mariya Bolkoskaya ise, Nataşa’nın yakışıklı asker abisi Kont Nikolay Rostov ile evlenir. Romandaki kördüğüm gibi bu evlilik ilişkileri, şu esasa göre ele alınmaktadır; Ortodoks dinine göre iki kardeş, iki kardeş ile evlenemez. Bu dini kurala göre, eğer Nataşa, başlangıçta nişanlı olduğu Prens Andrey ile evlenmiş olsaydı (ki her ikisi de birbirlerine kör kütük âşıklar), o zaman Nataşa’nın abisi Nikolay ile Andrey ’in kardeşi Prenses Mariya ile evlenemeyecekti. 19. Yüzyılda dini kuralların evlilik ilişkilerini nasıl etkilediğini de gösteren bir duruma şahitlik etmiş oluyoruz. Son söz olarak şunu söylemek isterim ki; Savaş ve Barış, Toplumsal/gerçekçi, en önemli romanlar listesinin başlarında yer almakla birlikte, sadece bir aşk romanı değildir.