Alman emperyalizminin en önemli harekat alanı Türkiye
oldu. Ona yolu açan ise Deutsche Bank ve onun Asya’
da giriştiği büyük işler olmuştu. Almanya’nın izlediği
doğu politikasının odak noktasında Deutsche Bank’ın
çalışmaları bulunuyordu. 1 8 5 0 ve 1860 yıllarında
Anadolu’da esas olarak, İzmir demiryolunun yapımına
başlayan ve Anadolu demiryollarının İzmit’ e kadarki ilk
bölümünü işleten İngiliz sermayesi faaliyet gösteriyordu.
Alman sermayesi sahneye 1888 yılında çıktı ve
Abdülhamit’ten İngilizlerin yaptığı hattın işletme hakkını
ve İzmit’ten Ankara’ya kadar olan hat ile Üsküdar,
(*) Bu parça Rosa Luxemburg’un 1916’da Junius takma adıylayayınladığı Die Krise der Sozial Demokratie (Sosyal Demokrasinin Bunalımı) adlı kitabın dördüncü bölümünüoluşturmaktadır. Elinizdeki çevirinin metni ise şu basımdançevrilmiştir: Rosa Luxemburg, Gesammelte Werke (BütünEserleri), cilt 4, Dietz Verlag, Berlin 1974.Söz konusu parça türkçeye ilk kez 1940’larda çevrilmiştir.Aynı çevirinin daha sonraki bir baskısı ise şudur: OsmanlıDevleti ve Alman Emperyalizmi, Aydınlık, cilt ı. sayı 2 (Aralık1968)
Bursa, Konya ve Kayseri’ye uzanan yan hatların yapım
imtiyazını aldı. Deutsche Bank 1899’da Haydarpaşa’
daki istasyon tesisleri yanında bir liman kurma ve
işletme imtiyazını ele geçirdi; limandaki ticaret ve gümrük
işleri üzerinde tek başına egemenlik kurdu. Osmanlı
Hükümeti 190 1’de Deutsche Bank’a İran Körfezine dek
uzanan büyük Bağdat demiryolunun yapımı için imtiyaz
verdi, 1907’de ise Karaviran gölünün kurutulması
ve Konya ovasının sulanması için imtiyaz tanındı. Bu
büyük «barışçı kültür eserlerinin» ardında, Küçük Asya
köylülüğünün «barışçı» yoldan tümüyle harap edilmesi
yatmaktadır.
Bu büyük girişimlerin maliyetleri, doğal olarak, çok
daUanmış karmaşık bir devlet borçları sistemi kanalıyla,
Deutsche Bank tarafından sağlanıyordu. Osmanlı
Devleti, sonsuza dek Siemens’in, Gwinner’in, Helfferich’in,
v.b. nin borçlusu olacaktı, tıpkı daha önce de
İngiliz, Fransız, Avusturya, sermayesine borçlandığı
gibi. Bu borçlu bundan böyle, yalnızca istikrazların faizlerini
ödemek için devlet gelirlerinden sürekli büyük
meblağlar aktarmak zorunda kalmayacak, bu yolla
kurulan demiryollarının gayri safi kazançları için de
teminat vermek zorunda olacaktı. Burda, (Türkiye’ de)
en modern tesisler ve ulaştırma araçları, son derece
geri, büyük bölümü doğal ekonomi koşulları içinde
bulunan, en ilkel bir köylü ekonomisine aşılanıyordu.
Doğu istibdatı tarafından yüzyıllardan beri acımasızca
sömürülen köylülerin elinde, devlete verilen miktardan
sonra kendi geçimieri için hemen hemen yalnızca
birkaç ekin sapı bırakan bir köy ekonomisinin kurak
topraklarından, demiryolları için gerekli ulaşım ve kar
düzeyini sağlamak doğal olarak mümkün değildi. Ülkenin
ekonomik ve kültürel yapısına ilişkin olarak, meta
alışverişi ve insan ulaştırması son derece gelişmemiş
bir düzeydeydi ve bu düzey çok sınırlı ölçüde yükseltilebilirdi.
Beklenen kapitalist karın oluşması için kapanması
gereken açık, Osmanlı Hükümeti tarafından
«kilometre teminatı» (I) adı altında, demiryolu şirketine
her yıl düzenli olarak ödeniyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun
Avrupa bölgesindeki demiryollarının yapımı
sırasında Avusturya ve Fransız sermayesince kullanılan
bu sistem, şimdi Deutsche Bank’ın imparatorluğun Asya
topraklarındaki girişimlerinde uygulanıyordu. Bu ek
tahsisatın teminat ve karşılığı olarak Osmanlı Hükümeti,
Avrupa sermayesinin temsilciliğine, yani Düyunu
Umumiye idaresine, Türkiye’deki devlet gelirlerinin
ana kaynağından bir dizi vilayetin aşarını devretti. 1893
«Her yandan haris komşularla çevrili olan Türkiye’nin,
kendine dayanak olarak, Doğuda toprak çıkarları
olmayan bir devleti araması, eşyanın tabiatı gereğidir.
Bu ülke Almanya’dır. Bize gelince, Türkiye’nin ortadan
kalkmasından büyük zarar göreceğiz. Eğer Türkiye’nin
baş mirasçıları İngiltere ile Rusya olursa, bu yolla her
iki devletin gücünü önemli ölçüde genişlemesi kaçınılmazdır.
Eğer Türkiye, bize önemli bir parça düşecek
biçimde payiaşılsa bile, bu bizim açımızdan güçlüklerio
sona ermesi anlamına gelmeyecektir. Çünkü Rusya,
İngiltere ve bir anlamda Fransa: ile İtalya bugünkü Türk
topraklarına komşudurlar. Karadan ya da denizden
veya her iki yoldan birden kendi paylarına düşen toprakları
işgal edebilirler ve savunabilirler. Buna karşılık
biz, Doğu ile doğrudan her türlü ilişkiden yoksun uz. Bir
Alman Anadolu’sunun ya da bir Alman Mezopotamyasının
gerçekleşmesi, ancak en azından Rusya, dolayısıyla
Fransa bugünkü siyasal amaç ve düşüncelerinden
vazgeçerse mümkün olacaktır. Yani bu, ônce
dünya savaşının sonucu Alman çıkarlarına uygun
bir biçimde belirlenirse gerçekleşebilecektir».(2)
8 Kasım 1898’de Şam’da Selahattini Eyyubi’nin gölgesinde,
peygamberin yeşil bayrağını ve İslam dünyasını
koruyup himayesi altına alacağına gösterişli bir biçimde
(2) «Der Krieg und die deutsche Politik», (Savaş ve Alman
Politikası) Dresden 1914. s. 36-37. (Altını çizen – R.L.)
yemin eden Almanya,(3) Abdülhamit’in kanlı rejimine
çeyrek yüzyıl boyunca şevkle güç kattı ve ilişkilerin kısa
bir süre soğumasından sonra, Jöntürk rejiminde(4) de
bu çabasını sürdürdü. Deutsche Bank’ın çevirdiği karlı
işler yanında, başında von der Goltz PC:tşa bulunan,
Alman danışmanlarından oluşan heyet esas olarak
Osmanlı militarizminin yeniden örgütlenmesi ve eğitilmesiyle
uğraştı. Doğal olarak ordunun modernleştirilmesiyle
birlikte, Türk köylülerinin sırtına yeni ezici
yükler bindirirken, Krupp ve Deutsche Bank için yeni
parlak iş alanları açılıyordu. Bunun yanında Osmanlı
militarizmi Prusya-Alman militarizmine bağımlı kılınmış,
Alman politikasının Akdeniz ve Anadolu’ daki dayanak
noktası olmuştu.
Almanya’nın üstlendiği Osmanlı Devletini «yeniden
canlandırma» işlevinin, bir cesedi ince bir işçilikle .
mumyalamaya çalışmaktan başka bir şey olmadığını,
Türk devriminin kaderi en iyi biçimde göstermiştir.
Devrimin ilk aşamasında, Jöntürk hareketinde ideolojik
unsurun ağır bastığı ve yaşam vaat eden gerçek bir
bahar havasının estiği ve Türkiye’nin iç yenilenmesi
(3) Il. Wilhelm 1898 yılındaki Doğu yolculuğu sırasında,
Şam’a vardığında Osmanlı padişahmın ve tüm Müslümanların
koruyucusu olduğunu bildirmişti. (Dietz Verlag)
(4) Jöntürklerin sağ kanadı, halk yığınlarını ve ulusal
hareketleri ezen bir askeri diktatorya kurdular. Jöntürkler
1912 Temmuzunda İngiliz yanlısı feodal komprador parti
tarafından düşürüldüler, ama 1913 Ocağında yeniden iktidara
gelmeyi başardılar. (Dietz Verlag)
konusunda yapılan düşsel planlarıyla kendini kandırmaların
sürdüğü bir dönemde, siyasal eğilim, en iyi çağdaş
liberal devlet örneği olarak görülen İngiltere’ye
yönelmişti. Eski padişahın kutsal rejimini uzun yıllar
boyunca resmen koruyan Almanya ise, Jöntürklerin
hasını olarak görünüyordu. 1908 Devrimi görünüşte
Alman doğu politikasının iflası oldu ve genel olarak
Abdülhamit’in düşmesi, Alman nüfuzunun düşmesidir
biçiminde bir yorum yapıldı. İktidara gelen Jöntürkler
çağdaş ekonomik, toplumsal ve ulusal herhangi bir
köklü reforma girişme konusunda yetersizliklerini gösterdikleri
oranda, her geçen gün içine düştükleri karşıdevrimci
bir gelişme sürecinde, zorunlu olarak Abdülhamit’in
dededen kalma egemenlik yöntemlerine, yani
birbirine kin besleyen boyunduruk altındaki halklar
arasında sürekli kan hanyoları düzenleme ve köylülüğü
doğu despotluğunun sınırsız baskısı altında tutma yöntemine,
devletin bu iki ana dayanağına yeniden geri
dönüldü. Bunun için bu şiddet rejiminin suni olarak
muhafazası, «yeni Türkiye’nin» yeniden baş kaygısı
oldu. Dış politika alanında da çabucak Abdülhamit geleneğine,
yani Almanya ile ittifaka dönüldü.
Osmanlı Devletini parçalayan Ermeni, Kürt, Suriye,
Arap, Yunan ve daha sonra türeyen Arnavut ve Makedonya
gibi yığınla milli mesele vardı. İmparatorluğun
çeşitli bölgelerindeki ekonomik ve toplumsal sorunlar
farklıydı ve yeni doğan komşu Balkan devletlerinde
güçlü ve canlı bir kapitalizm yükseliyordu. Türkiye’de
ekonomi uzun yıllardır özellikle uluslararası sermaye ve
uluslararası diplomasi tarafından bozuluyordu. Bütün
bunların karşısında Osmanlı Devletini gerçekten canlandırmaya
çalışmak son derece umutsuz bir girişimdi
ve bu çürümüş, çökmüş yıkıntılar yığınını bir arada
tutma yolundaki tüm denemelerin gerici bir girişimle
aynı kapıya çıkacağını, herkes, özelikle de Alman sosyal
demokrasisi uzun süreden beri biliyordu. Daha 1896
yılında(5) Büyük Girit ayaklanması nedeniyle, Alman
parti basınında «şark meselesini» esaslı bir biçimde
irdeleyen bir tartışma yer aldı. Bu tartışma Marx’ın
Kırım Savaşı(6) döneminde savunduğu görüşÜn gözden
geçirilmesine ve «Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğü
» düşüncesinin, Avrupa gericiliğinin kalıntılarından
biri sayılarak reddine yönelikti. Jöntürk rejiminin,
ülke içinde sosyal açıdan hiçbir ürün vermediğini
ve bu rejimin karşıdevrimci niteliğini, sosyal demokrat
Alman basını kadar çabuk ve tam kavrayan olmadı.
Osmanlı Devleti gibi çürümüş bir yapıyı yaşar hale getirmek
için, hızlı bir seferberliği sağlamak amacıyla yalnızca
(5) 1896 yılında Girit Adası’ndaki Yunan ahalisi Osmanlı egemenliğine
karşı silahlı mücadeleye girişti. Yunan birliklerince
desteklenen ayaklanmacılar 1897 Şubat’ında Yunanistan’a
ilhak olduklarını açıkladılar. Duruma büyük devletler
müdahale ettiler ve Girit’in «Avrupa’nın koruyucu egemenliği
» altında otonom olduğunu açıkladılar; İngiliz, Fransız,
İtalyan ve Rus birlikleri adayı işgal ettiler. (Dietz Verlag)
(6) 1853-1856 yılları arasında geçen Kırım Savaşı’nda Rusya,
müttefikleri İngiltere, Fransa ve Sardunya olan Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı, Yakındoğu’da egemenlik ve etkinlik
kurmak amacına yönelen bir kavga yürüttü. Rusya ağır bir
yenilgiye uğradı ve Osmanlı İmparatorluğu’nda daha önceleri
sahip olduğu nüfuzu yitirdi. (Dietz Verlag)
stratejik demiryollarının ve gözü pek askeri uzmanların
gerekli olduğu, tam Prusyalılara yaraşan bir düşünceydi.
Jöntürk hükümeti, daha 1912 yazında karşıdevrime
yönelmek zorunda kaldı. Osmanlı «canlanmasının» bu
savaştaki ilk davranışı, ilginç bir hükümet darbesi, anayasanın
yürürlükten kaldırılması, yani biçimsel açıdan
da Abdülhamit rejimine dönülmesi olmuştu.
Almanlarca yetiştirilen Osmanlı militarizmi, Birinci
Balkan Savaşı’nda acı bir biçimde iflas etti. Türkiye Almanya’nın
«himayesi» altında bugünkü savaşın uğursuz
girdabına itildi ve bu savaşın sonucu ne olursa
olsun, kaçınılmaz yazgı, Osmanlı İmparatorluğu’nun
daha da parçalanmasına, hatta kesin olarak yıkılmasına
yol açacaktır.
Alman emperyalizminin Doğu’daki konumu ve onun
arkasında yer alan Deutsche Bank’ın çıkarları, Alman
imparatorluğunu Doğu’da bütün diğer devletlerle özellikle
de İngiltere ile çelişme içine soktu. İngiltere Alman
hasmına yalnızca rekabet ettiği alanlardaki işleri, dolayısıyla
Anadolu ve Mezopotamya’daki tatlı karları
bırakmak zorunda kalmadı; sonuçta iki devlet bu konular
üzerinde uzlaşmaya vardı. Stratejik demiryollarının
yapılması, Osmanlı militarizminin Alman etkinliği altında
güçlenmesi gibi olaylar, İngiltere’nin dünya politikası
açısından en duyarlı olduğu noktalardan biri üzerinde
geçiyordu. Orta Asya, İran, Hindistan ile Mısır arasındaki
kavşak noktasıydı burası.
Rohrbach «Bağdat Demiryolu» adlı kitabında şöyle
yazıyordu: «İngiltere, Avrupa’da karayoluyla ancak bir
yerde saldırıya uğrayabilir ve buradan ağır yara alabilir:
Burası Mısır’dır. Mısır’la birlikte, İngiltere, yalnızca
Süveyş Kanalı üzerindeki egemenliğini, Hindistan ve
Uzak Doğu ile olan bağlantısını değil, aynı zamanda Orta
ve Doğu Afrika’daki sömürgelerini de· yitirecektir.
Türkiye gibi bir İslam devletinin Mısır’ı ele geçirmesi,
İngiltere’nin Hindistan’daki 60 milyon Müslüman tebası
üzerinde tehlikeli etkiler yapması yanında, Afganistan
ve İran’ı da etkileyecekti. Ama Türkiye’nin Mısır’ı
ele geçirmeyi düşünebilmesi için, Anadolu ve Suriye’de
tamamlanmış bir demiryolu şebekesine sahip olması;
Anadolu demiryolunun Bağdat’a dek uzatılınası sayesinde,
Mezopotamya üzerine gelebilecek bir İngiliz saldırısını
defedebilmesi; ordusunu büyütüp mükemmelleştirmesi
ve genel ekonomik durumunu, maliyesini
geliştirmesi gereklidir.»(7)
Paul Rohrbach Dünya Savaşı başlangıcında çıkan
«Savaş ve Alman Politikası» adlı kitabında ise şunları
söylüyordu:
«Başından itibaren Bağdat demiryolu, İstanbul ve
Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’daki temel askeri
bölgesi ile Suriye ve Dicle, Fırat eyaletlerini doğrudan
birbirine bağlamayı amaçlamıştı … Doğal olarak, Suriye
ve Arabistan’da kısmen planlanan, kısmen yapımı süren
ya da yapımı bitmiş olan hatlarla bağlantı içinde bulunan
bir demiryolu kanalıyla Osmanlı birliklerini Mısır
yönünde harekete geçirebilme olanağının yaratılması da
(7) . Paul Rohrbach: Die Bağdatbahn (Bağdat Demiryolu),
Berlin 1911, s. 18-19.öngörülmüştü … Bir Alman-Türk ittifakı var olması koşuluyla
ve bu ittifaka oranla, gerçekleşmesi daha zor olan
diğer çeşitli hususların gerçekleşmesi koşuluyla, Bağdat
demiryolunun Almanya açısından siyasal bir hayat
sigortası anlamına geleceğini kimse inkar edemez.»(8)
Alman emperyalizminin bu yarı resmi sözcüsü
Doğu’daki plan ve amaçları böyle açıkça ifade ediyordu.
Diğer yandan Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun
bütünlüğü sürdürme programından dolayı, tarihsel
gelişmelerinin tamamlanması ve iç ilerlemeleri Avrupa
Türkiye’sinin ortadan kalkmasıyla aynileşen Balkan
devletleri ile çelişme içine düşmüştü. Nihayet, emperyalist
yutma iştahı özellikle Türk topraklarına yönelen
İtalya ile de çatışma doğdu. Bu yüzden Algeciras’da
1906’da toplanan Fas Konferasmda İtalya, İngiltere ve
Fransa safında yer almıştı. Ve altı yıl sonra, Bosna’nın
Avusturya tarafından ilhakını izleyen ve Birinci Balkan
Savaşma ilk sinyali veren İtalya’nın Trablusgarp seferi,
yani İtalyanların Almanlara verdiği bu ret cevabı, Üçlü
İtilafın dağılması ve Alman politikasının bu alanda da
tecrit olması anlamına geliyordu. (Çev. Ragıp Zarakolu)
Alman yayılma çabalarının ikinci yönü batıda, Fas
olayında ortaya çıktı. Bismarck’ın politikasının terkedildiği,
başka hiçbir yerde bu denli açıkça görülmemişti.
(8) Paul Rohrbach: Der Krieg und die deutscbe Politik, ·
Dresden 1914. s. 18-19.
Bilindiği gibi Bismarck, dikkati ana kıtadaki odaktan,
Alsas-Loren’den başka yerlere çekmek için, kasıtlı olarak
Fransa’nın sömürgeci faaliyetlerini teşvik ediyordu.
Almanya’nın yeni politikası, aksine dolaysızca Fransız
sömürgeci yayılma politikasını hedef alıyordu. Fas’taki
durum, Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok daha değişik
bir biçimdeydi. Almanya’nın Fas’ta iddia edeceği pek
fazla hak yoktu. Gerçi Alman emperyalistleri Fas bunalımı
sırasında, idareten, Fas Sultanına borç vererek karşılığında
bazı maden haklarını almış olan Remscheid’li
kapitalist bir firmanın, Mannesmann şirketinin, iddia
ettiği hakları «hayati vatan çıkarları» olarak şişirdiler.
Ancak Fas’ta rekabet halindeki iki sermaye grubunun
da (gerek Mannesmann grubunun, gerek Krupp –
Schneider şirketinin) Alman, Fransız ve İspanyol girişimcilerinin
oldukça uluslararası bir karışımı olması
gibi herkesçe bilinen bir gerçek, ciddi olarak bir
«Alman nüfuz alanından» söz edilebilmesini ve bu
iddianın az çok başarılı bir şekilde savunulabilmesini
önlüyordu… Alman İmparatorluğu’nun 1905 yılında,
birdenbire Fas sorununun çözümlenmesinde söz hakkı
iddia ederken ve Fas’taki Fransız egemenliğini protesto
ederken gösterdiği kararlılık ve ısrar, bir göstergeydi.
Bu Fransa ile dünya politikası alanında ilk çatışmaydı.
Almanya henüz 1895 yılında, Fransa ve Rusya ile elbirliği
halinde, Japonya’nın, Çin’e karşı kazandığı Shimonoseki
zaferinden yararlanmasını önlemişti. Bundan
beş yıl sonra ise Almanya’nın bütün uluslararası talan
alanında Fransa ile kolkala Çin’e karşı yağma seferine
katıldı. Şimdi, Fas’ta Alman politikasının Fransa’ya karşı
radikal bir yeniden yöntendirilişi ortaya çıkıyordu. Yedi
yıllık süresi içinde iki defa Almanya ile Fransa’yı savaşın
eşiğine getiren Fas bunalımında artık bu iki ülke arasında
ana kıtadaki herhangi bir sorun, «rövanş» söz konusu
değildi.
Fas bunalımında, Alman emperyalizminin Fransız
emperyalizminin tekerine çomak sokmasıyla yaratılan
yeni bir karşıtlık açığa çıkıyordu. Bunalımın sonuçlanmasıyla
Almanya Fransız Kongosu karşılığında Fas’tan
vazgeçti. Böylece Fas’ta sahip olduğu ve koruması gereken
haklarının bulunmadığını kendisi de kabul etmiş
oldu. Ancak tam da bu nedenle, Almanya’nın Fas sorunundaki
hamlesi, uzun vadeli siyasal bir önem kazandı.
Elle tutulur hedeflerinin ve hak iddialarının belirsizliğiyle,
Fas politikası Almanya’nın sınırsız iştahını, av arayışını
ele verdi. Bu, Fransa’ya karşı genel bir emperyalist
savaş ilanıydı. İki devlet arasındaki karşıtlık burada
apaçık ortaya serilmişti. Bir yanda ağır bir sanayi gelişimi,
durgun bir halk, bin bir güçlükle bir arada tutulabilen
koca bir sömürge imparatorluğunu yüklenmiş, başlıca
işi ülke dışında mali işler çevirmek olan rantiye bir
devlet; diğer yanda sömürge elde etmek için dünyaya
açılmakta olan, birinci sıraya yükselme çabasındaki
güçlü ve genç bir kapitalizm. İngiliz sömürgelerinin
fethi düşünülemezdi. Bu durumda Alman emperyalizminin
müthiş iştahı, Osmanlılar dışında, birinci planda
yalnız Fransızlar’ın mirasına yönelebilirdi. Aynı
miras, Avusturya’nın Balkanlar’daki genişleme çabalarında
İtalya’nın uğradığı ‘zararı Fransa’nın kesesinden
karşılayarak, İtalya’yı ortak bazı işlerle üçlü ittifakta
tutabiirnek için zahmetsiz bir yem imkanı veriyordu. Almanya’nın
Fas’ın herhangi bir yerine yerleşmesi halinde,
Fransız fatihleriyle sürekli savaş halindeki Kuzey
Afrika halkına silah göndererek, Fransa’nın Kuzey Afrika
imparatorluğunu istediği an dört ucundan tutuşturarak
alevler içinde bırakabiieceği düşünülürse, Almanya’nın
Fas üzerinde hak iddia etmesinin Fransa’yı
son derece huzursuz edeceği apaçıktır. Sonunda Almanya’nın
Fas’ta hak iddia etmekten vazgeçmesi ve başka
bir tavizle tatmin edilmesi, sadece bu dolaysız tehlikeyi
ortadan kaldırmıştı. Fransa’nın geneldeki huzursuzluğu
ve dünya politikasında yaratılmış olan karşıtlık varlığını
sürdürüyordu.() () Alman emperyalist çevrelerinde Fas yüzünden kopan ve yıllarca
süren gürültülü saldırı kampanyası da Fransa’nın kaygılarını
yanştırmaya yetmedi. «Tüm Alman Derneği» açıkça
Fas’ın ilhak edilmesini savunuyordu. Tabii ki Almanya
için bir «hayat sorunu» olarak. Ve dernek başkanı Heinrich
Class’ın kaleminden çıkma «Batı Fas Alnian’dır» başlıklı
bir bildiri dağıtıyordu. Kongo alışverişi halledildikten sonra
Prof. Schiemann «Kreuz-Zeitung»da Dışişlerinin vardığı
anlaşmayı ve Fas’tan vazgeçilmesini savunmaya kalktığında
«Post» onun hakkında şu suçlamayı yazdı:
«Sayın Prof. Schiemann doğuştan Rus’tur, belki de saf
Alman soyundan bile değildir. Bu yüzden, onun her imparatorluk
Almanının bağrıodaki ulusal bilince, yurtsever
gurura dokunan sorunlara karşı ilgisiz ve alay edercesine
tavır almasına, kimse kızamaz. Yurtsever yüreğin
çarpışından, Alman halkının korkulu ruhunun acı içinde
titreyişinden, sanki geçmişte kalan bir siyasi hayal, bir
fetih macerasıymışcasına söz eden bir yabancının yargısı
Fas politikasıyla Almanya sadece Fransa ile değil,
dolaylı olarak yine İngiltere ile karşı karşıya geldi. ingiliz
İmparatorluğu’nun, dünya politikası yollarının
ikinci büyük kesişme noktasının bulunduğu Cebelitarık’ın
hemen yambaşındaki Fas’ta, Alman emperyalizminin
hak iddiasıyla ve bu eylemde ısrarlı bir şekilde
ansızın ortaya çıkması, İngiltere’ye bir meydan okuma
olarak anlaşılmalıdır. Biçimsel olarak da, Almanya’nın
ilk protestosu dolaysızca İngiltere ile Fransa arasındaki
19049) tarihli Fas ve Mısır ile ilgili anlaşmayı hedef alıyordu.
Almanya’nın isteği, apaçık bir şekilde, Fas sorununun
çözümlenmesi sırasında İngiltere’yi safdışı
bırakmaya varıyordu. Bu tavrın Alman İngiliz ilişkilerine
kaçınılmaz olarak yapacağı etki, kimse için bir sır
olamazdı. O sırada yaratılan durumu «Frankfurter
Zeitung»un 8 Kasım 1911 tarihinde. yayınlanan Londra
mektubu açık bir şekilde ortaya koyuyordu:
Berlin Üniversitesi’nin öğretim üyesi olarak Prusya
devletinin konukseverliğinden yararlanıyor olması
nedeniyle haklı ötke ve tiksintimizi daha da fazla uyandırmalıdır.
Alman Muhafazakar Partisi’nin yayın organında
Alman halkının en kutsal duygularına böylesine
küfretmeye cüret eden adamın imparatorluğumuzun
siyasi hocası ve danışmanı ve -haklı ya da haksız yereimparatorun
sözcüsü olarak bilinmesi bizi derin bir
acıya boğuyor.»
(9) İngiltere ile Fransa 8 Nisan 1904 tarihli anlaşma (Entente
cordiale) ile ihtilaflı sömürge sorunları üzerinde anlaşmaya
varmıştı. Fransa İngiltere’nin Mısır üzerindeki egemenliğini
tanırken, İngiltere Fas’ta Fransa’nın işine karışmamayı
kabul ediyordu. (Dietz V.)
Fas politikasıyla Almanya sadece Fransa ile değil,
dolaylı olarak yine İngiltere ile karşı karşıya geldi. ingiliz
İmparatorluğu’nun, dünya politikası yollarının
ikinci büyük kesişme noktasının bulunduğu Cebelitarık’ın
hemen yambaşındaki Fas’ta, Alman emperyalizminin
hak iddiasıyla ve bu eylemde ısrarlı bir şekilde
ansızın ortaya çıkması, İngiltere’ye bir meydan okuma
olarak anlaşılmalıdır. Biçimsel olarak da, Almanya’nın
ilk protestosu dolaysızca İngiltere ile Fransa arasındaki
19049) tarihli Fas ve Mısır ile ilgili anlaşmayı hedef alıyordu.
Almanya’nın isteği, apaçık bir şekilde, Fas sorununun
çözümlenmesi sırasında İngiltere’yi safdışı
bırakmaya varıyordu. Bu tavrın Alman İngiliz ilişkilerine
kaçınılmaz olarak yapacağı etki, kimse için bir sır
olamazdı. O sırada yaratılan durumu «Frankfurter
Zeitung»un 8 Kasım 1911 tarihinde. yayınlanan Londra
mektubu açık bir şekilde ortaya koyuyordu:
Berlin Üniversitesi’nin öğretim üyesi olarak Prusya
devletinin konukseverliğinden yararlanıyor olması
nedeniyle haklı ötke ve tiksintimizi daha da fazla uyandırmalıdır.
Alman Muhafazakar Partisi’nin yayın organında
Alman halkının en kutsal duygularına böylesine
küfretmeye cüret eden adamın imparatorluğumuzun
siyasi hocası ve danışmanı ve -haklı ya da haksız yereimparatorun
sözcüsü olarak bilinmesi bizi derin bir
acıya boğuyor.»
(9) İngiltere ile Fransa 8 Nisan 1904 tarihli anlaşma (Entente
cordiale) ile ihtilaflı sömürge sorunları üzerinde anlaşmaya
varmıştı. Fransa İngiltere’nin Mısır üzerindeki egemenliğini
tanırken, İngiltere Fas’ta Fransa’nın işine karışmamayı
kabul ediyordu. (Dietz V.)
dostane görünürse görünsün, bir tartaklamadır. Ve
kimse, bunu ne zaman tam suratın ortasına yapışacak bir
yumruğun izleyeceğini söyleyemez … O zamandan beri
tehlike azaldı. Lloyd George’un konuşmasını yaptığı sırada,
gayet ayrıntılarıyla öğrendiğimiz gibi, Almanya ile
İngiltere arasında münhal savaş tehlikesi bulunuyordu …
Sir Edward Grey ve temsilcilerinin uzun süredir izlediği
ve haklılığı burada inceleme konusu olmayan bu
politikaya göre, Fas sorununda onlardan başka bir tavır
beklenebilir miydi? Bize kalırsa, Berlin onlardan bunu
beklediyse, Berlin’in politikası bu konuda mahkum
olmuştur.»
Nitekim emperyalist politika, gerek Ön Asya’da, gerek
Fas’ta, Almanya ile İngiltere ve Fransa arasında keskin
bir karşıtlık yaratmıştı. Ya Almanya ile Rusya arasındaki
ilişki ne durumdaydı? Buradaki çatışmanın temelinde
ne yatıyor? Savaşın ilk haftalarında Alman kamuoyunu
egemenliği altına alan yabancı düşmanlığı havası içinde
her şeye inanılıyordu. Belçikalı kadınların Alman yaralılarının
gözlerini oyduğuna, Kazakların mumları yerliğine
ve bebekleri hacaklarından tutup parçaladıklarına
inanılıyordu. Ruslar’ın, Alman imparatorluğunu ilhak
etmeyi, Alman kültürünü yok etmeyi ve (doğudaki)
Warthe ile (batıdaki) Ren ırmağı arasındaki, (kuzeyde)
Kiel’den (güneyde) Münih’e uzanan topraklara mutlakiyeti
getirmeyi hedef aldıkiarına da inanılıyordu.
Sosyal Demokratların Chemnitz’de yayınlanan
«Volksstimme» (Halkın Sesi) 2 ağustosta şunları yazıyordu
«Şu anda hepimiz, her şeyden önce Rus boyunduruğuna
karşı savaşmayı görev biliyoruz. Almanya’nın
kadınları ve çocukları Rus canavarlıklarının kurbanı
olmamalıdır. Alman ülkesi Kazakların ganimeti olmamalı.
Çünkü Üçlü İttifak kazanırsa, bir İngiliz vali ya da
Fransız cumhuriyetçi değil, Rus Çarı Almanya’ya hükmedecek.
Bu yüzden şu anda Alman kültürü ve Alman
özgürlüğü adına ne varsa, hepsini acımasız ve barbar bir
düşmana karşı savunuyoruz.»
«Fraenkische Tagespost>> aynı gün şu çağrıyı yapıyordu:
«Sınırdaki kent ve kasabalarımızı şimdiden işgal etmiş
olan Kazakların ülkemizin içlerine akın edip kentierimize
ölüm saçmasını istemiyoruz. Barış sevgisine
barış bildirisi imzaladığı gün bile Sosyal Demokratların
inanmadığı ve Rus halkının en büyük düşmanı olan, Rus
Çarı’nın Alman soyundan gelen birine hükmetınesini
istemiyoruz.»
Ve «Königsberger Volkszeitung» 3 Ağustos tarihinde
şöyle yazıyordu:
«Fakat hiçbirimiz, askerliğe yükümlü olsun olmasın,
savaş sürdürüldükçe, bu beş para etmez Çarlığı sınırlarımızdan
uzak tutmak için elinden gelen her şeyi yapmak
zorunda olduğundan bir an bile kuşku duyamaz. Bu Çarlık,
savaşı kazanacak olsa, yoldaşlarımızın binlercesini
Rusya’nın korkunç zindanlarına kapatacakbr. Rus bayrağı
albnda halkın kendi kaderini tayin etme hakkının
zerresi yoktur. Hiçbir Sosyal Demokrat yayma izin verilmez.
Sosyal Demokrat dernekler ve toplantılar yasaktır.
Ve bu yüzden hiçbirimizin akimdan, savaşı Rusya’nın
kazanıp kazanmayacağına seyirci kalmak geçmez.
Hepimiz, bundan böyle de savaşa karşı olmakla birlikte,
Rusya’ya hükmeden bu orospu çocuklarının vahşetlerinden
korunmak için elele verelim.»
Alman Sosyal Demokratlarının bu savaştaki tavrı açısından
ayrı bir konu oluşturan, Alman kültürüyle Rus
Çarlığı’mn ilişkisine, daha sonra yakından eğileceğiz.
Çarın Alman imparatorluğu’na ilişkin ilhak planiarına
gelince, aynı şekilde kolaylıkla, Rusya’nın Avrupa’yı ya
da ayı ilhak etmek istediği varsayıla bilir. Bugünkü savaşta
sadece iki devletin varlığını sürdürme sorunu var:
Belçika ve Sırbistan. İki devlete karşı da, Almanya’nın
hayatının tehlikede olduğu çığlıkları eşliğinde Alman
ordusunun topları harekete geçti. Bilindiği gibi toplu
ayinlerle cinayete tapanlarla herhangi bir tartışma
yararsız. Ancak ayaktakımının iç güdüleriyle ve milliyetçi
kışkırtıcı basının ayaktakırnma sunduğu büyük laflarla
değil, siyasi terimlerle düşünenler için, Rus Çarı’nın
Almanya’nın ilhakı kadar gökteki ayın da ilhakını hedef
alabileceği açık bir şey olmalıdır. Rus politikasının tepesinde
adi katiller bulunuyor, ama deliler değil. Ve mutlakiyetİn
politikası bütün özgünlüğü bir yana, öteki politikayla
şu ortak yana sahip: Bir karış havada değil, gerçek
imkanların dünyasında hareket eder ve orada da gerçekler
bir devlet biçimini insan dilediğince bir yere «getiremez
», aksine her devlet biçimi belirli bir ekonomik
toplumsal temele tekabül eder. Onlar kendi acı tecrübelerinden
bilirler ki, Rusya’ da bile kendi egemenlikleri
koşullara neredeyse dar geliyor. Ve nihayet bilirler ki
her ülkede hükmetmekte olan gericilik, yalnız kendi
ülkesine tekabül eden biçimlere ihtiyaç duyar ve yalnız
bu biçime uyarlı davranabilir; yine mutlakiyetçiliğin
Alman sınıfsal ve partiler arası ilişkilere tekabül eden
türevi, Hohenzollern polis devleti ve Prusya’nın üç sınıflı
seçim sistemidir.O O) Kısaca duruma ciddi bir şekilde
yaklaşılması halinde, daha baştan, Rus Çarı’nın oldukça
ihtimal dışı görünen bir topyekün zaferi halinde bile
Alman kültürünün bu ürünlerini sarsmak istemesi için
bir neden görmek mümkün değildir.
Gerçekte Rusya ile Almanya arasında bambaşka karşıtlıklar
söz konusuydu. İki devleti karşı karşıya getiren
iç politika olmadı; aksine bu alanda ortak eğilimleri ve
benzerliklerle iki devlet arasında yüzyıllar süren geleneksel
bir dostluk oluştu. İki devletin birbiriyle çatışmasına,
iç politikadaki dayanışmalarının aksine ve buna
(10) Üç sınıflı seçim sistemi, eşitlikçi olmayan, dalaylı bir seçim
sistemiydi. Her seçim bölgesinin seçmenleri ödedikleri dolaysız
verginin miktarına göre üç sınıfa ayrıhrdı. Sınıflardan
her biri, aynı sayıda seçici üye seçerdi, bunlar da bölgenin
meclisteki temsilcilerini seçerdi. Demokratik olmayan bu
seçim sistemi 1849 ile 1918 yılları arasında Prusya meclisinin
temsilciler ·meclisi üyelerinin seçilme yöntemiydi.
(Dietz V.)
rağmen, dış politika alanı, dünya politikasının av sahaları
yol açtı.
Rusya’daki emperyalizm de tıpkı batıdaki devletlerde
olduğu gibi değişik türde öğelerin içiçe geçmesiyle
oluşmuştur. Buna karşılık en belirgin çizgisini Almanya’
da ya da İngiltere’ de olduğu gibi birikime d oymayan
sermayenin ekonomik yayılması değil, devletin siyasi
çıkarları oluşturur.
Gerçi Rus sanayisi kapitalist üretim için tipikolan bir
davranışla ve iç pazarının tamamlanmamış olmasına
rağmen, uzun süredir doğuya, Çin, İran, Orta Asya’ya ihracat
yapıyor; Çar hükümeti de kendi «nüfuz alanı»na
aradığı temeli oluşturabilecek bu ihracatı elden geldiğince
teşvik ediyor. Fakat devlet politikası, burada iten güçtür,
itilen değil. Bir yandan Çarlığın fetih eğilimlerinde
dev imparatorluğun geleneksel yayılması ifadesini
buluyor. Bugün 170 milyon insanı içine alan bu imparatorluk
ekonomik ve stratejik nedenlerle açık denizlere,
doğuda Pasifik Okyanusu’na, güneyde Akdeniz’e uzanmaya
çalışıyor. Diğer yandan bu işte, mutlakıyetin yaşamsal
çıkarları da rol oynar. Çarlığın onsuz kesinlikle
var olamayacağı kapitalist yabancı ülkelerin mali kredisini
güvenceye alabilmek için, dünya politikasının alanında
büyük devletlerin genel rekabeti içinde saygın bir
konum kazanma zorunluluğudur bu. Buna bütün monarşilerde
olduğu gibi bir de hanedan çıkarları eklenir;
yönetim biçimi ile halkın büyük yığını arasında gittikçe
keskinleşen karşıtlık karşısında, sürekli olarak devlet
sanatının vazgeçilmez bir kocakarı ilacı olarak dış itibara
ve dikkatin iç güçlüklerden başka yöne çekilmesine gerek
duyulur.
Modern burjuva çıkarlar da gittikçe artan ölçüde Çarlık
ülkesindeki emperyalizmin başlı başına bir faktörü
haline geliyor. Mutlakıyet rejiminde doğal olarak bütünüyle
gelişimini ortaya koyamayan ve eninde sonunda
ilkel talan sistemi evresini aşamayan genç Rus kapitalizmi,
yine de dev imparatorluğun doğal yardımcı kaynaklarında
kendisi için dev bir gelecek görüyor. Mutlakıyet
ortadan kaldırılır kaldırılmaz -sınıf mücadelesinin uluslararası
düzeyinin kendisine bu fırsatı tanıyacağı varsayılırsa-
Rusya’nın çabucak ilk modern kapitalist devlet haline
geleceği su götürmez bir gerçek Rus burjuvazisine
oldukça belirgin bir emperyalist atılım isteği kazandıran
ve dünyanın paylaşılması sırasında hırsla kendi isteklerini
ilan ettiren, bu geleceği sezmesi ve adeta avans halindeki
birikim iştahıdır. Bu tarihi atılganlık, aynı zamanda
Rus burjuvazisinin bugüne ilişkin oldukça güçlü çıkarlarından
da destek görür. Bunlardan birincisi, silahianma
sanayisinin ve ona malzeme sağlayanların elle tutulur
çıkandır. Ne de olsa Rusya’da epey kartelleşmiş olan ağır
sanayi büyük rol oynar. İkincisi «İÇ düşman» ile olan
karşıtlıktır. Devrimci proletarya ile olan karşıtlık, Rus
burjuvazisinin militarizme verdiği değeri ve dünya politikası
alanındaki başarının dikkati dağıtıcı etkisine verilen
önemi artırarak, burjuvaziyi karşı devrimci rejim safında
birleştirdi. Rusya’daki burjuva çevrelerin ve hele liberallerin
emperyalizmi, devrimin fırtınalı havasında giderek
arttı ve Çarlığın geleneksel dış politikasının bu modern
biçimine modern bir görünüm kazandırdı.
Gerek Çarlığın geleneksel politikasının, gerek Rus
burjuvazisinin modern iştahının ana hedefi, Bismarck’ın
ünlü sözlerine göre, Karadeniz’ deki Rus topraklarının
sokak kapı anahtarını oluşturan Boğazlardır. Bu hedef
uğruna Rusya, 18. yüzyıldan beri Türkiye ile bir dizi
kanlı savaş yürüttü, Balkan’da kurtarıcılık görevini üstlendi
ve bu iş için de İsmailiye, Navarin, Sinop, Silistre ve
Sivastapol’da, Plevne ve Şipka’da dev ceset yığınları bıraktı.
Şimdi Alman Sosyal Demokratlarında Alman kültürü
ve özgürlüğün ün savunulması nasıl bir işieve sahipse,
o zaman da Slav kardeşlerinin ve Hıristiyanların Osmanlılara
karşı savunulması Rus mujiğini harekete geçiren
savaş efsanesi oldu.
Fakat Rus burjuvazisi de, Akdeniz’e açılmaya, Mançurya’ya
ya da Moğolistan’a kendi kültürünü götürmekten
çok daha fazla istekliydi. Japonya savaşının liberal
burjuvazi tarafından, anlamsız bir macera olarak bu denli
sert eleştiriye uğramasının başlıca nedeni, Rus politikasını
en önemli görevinden -Balkanlar’dan- uzaklaştırmış
olmasıdır. Rus egemenliğinin Doğu Asya’da, Orta Asya’
da, ta Tibet’ e ve İran’ın içlerine kadar yayılması, İngiliz
emperyalizmini sön derece huzursuz kılmak zorundaydı.
Dev Hint ülkesini yitirmekten kaygılanan İngiltere,
Çarlığın Asya’ daki ilerlemesini artan bir kuşkuyla izlemek
zorundaydı. Gerçekten de Asya’daki İngiliz-Rus karşıtlığı,
yüzyıl başı dolaylarında uluslararası durumun en
büyük dünya politikası karşıtlığıydı. Muhtemelen bugünkü
dünya savaşından sonraki emperyalist gelişmenin de
odak noktası bu olacak. Rusya’nın 1 904’teki gürültülü
yenilgisi ve devrimin patlaması durumunu değiştirdi.
Çarlığın gözle görülebilir zayıflamasını, 190 7’de
İran’ın ortaklaşa olarak yutulmasına(l l) ilişkin bir anlaşmaya
ve Orta Asya’ da dostça komşuluk ilişkilerine
varan, İngiltere ile bir yumuşama dönemi izledi.(12) Bu
sayede bir süre için Rusya’nın doğudaki büyük girişimlerinin
önüne geçilmişti ve enerjisi daha da büyük bir hızla
eski hedefine Balkan politikasına yöneldi. İşte bu noktada
Çarlık Rusya’ sı, yüzyıl süren sadık ve köklü bir dostluktan
sonra ilk defa Alman kültürüyle derin ve acı bir
karşıtlığa düştü. Boğazlara giden yol, Osmanlı İmparatorluğu’nun
cesedi üzerinden geçiyor. Almanya ise bir
on yıldır bu cesedin «bütünlüğünü» dünya politikası
alanındaki en yüce görevi olarak görüyordu. Rus Balkan
politikasının yöntemi tabii ki bazı değişiklikler gösterdi.
Ve Rusya da bir süre için Çarlığın boyunduruğundan
kurtulma çabasındaki Balkan Slavlarının «nankörlüğündem>
duyduğu öfkeyle Osmanlı İmparatorluğu’nun
«bütünlüğü» ilkesini savundu; aynı zamanda da paylaşımın
daha elverişli bir zamana ertelenmesi gerektiği
hesabını yapıyordu. Şimdi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun
nihai yok oluşu hem Rusya’nın planlarına, hem
de kendi hesabına Hindistan ve Mısır’daki konumunu
(ll) Kaynak metinde: «kapatılmasına» (D.V.)
( 12) İngiltere ile Rusya arasındaki 3 1 ağustos 1907 tarihli anlaşmayla
İran iki devlet arasında paylaşıldı. Afganistan İngiliz
egemenliği altında alındı ve Çin’in Tibet üzerindeki
egemenlik hakkı tanındı. Böylece 1904’te oluşturulan Entente
cordiale, Triple Entente (Üçlü uzlaşma) halinde genişletildi
güçlendirmek için, arada kalan Türk bölgelerini -Arabistan
ve Mezopotamya- İngiliz asası altındaki bir büyük
Müslüman ülke halinde birleştirme çabasındaki,
İngiltere’nin politikasına uyuyor.
Böylece Ortadoğu’da Rus emperyalizmi, daha önce
İngiliz emperyalizmi gibi, Osmanlı çözülüşünden ayrıcalıklı
olarak yararlanan, Boğaz’daki özel muhafız olarak
yerleşmiş Alman emperyalizmiyle karşı karşıya
geldi.
Alman basınına göre 1908 Ocağı’nda Rus liberal
politikacı Peter Struve şunları yazıyordu:
«Artık büyük bir Rusya yaratmanın tek bir yolunun
olduğunu söyleme zamanıdır. Bu yol şudur: Bütün gücümüzün,
Rus kültürünün gerçek etkisine açık bir bölgeye
yöneltilmesi. Bu bölge, bütün Karadeniz havzasıdır, yani
Karadeniz’e kıyısı olan bütün Avrupa ve Asya ülkeleri.
Burada dokunulmaz ekonomik egemenliğimiz için gerçek
bir temele sahibiz: İnsan gücü, taş kömürü ve demir.
Bu gerçek temel üzerinde -ve yalnızca bu temel üzerinde-
yorulmak bilmeden yapılacak, tüm yönleriyle devlet
desteğini görmesi gereken bir kültür çalışmasıyla, ekonomik
olarak güçlü bir Büyük Rusya yaratılabilir.»
Bugünkü dünya savaşının başlangıcı sırasında aynı
Struve, henüz Osmanlıların savaşa müdahale etmesinden
önce, şu satırları yazıyordu:
«Alman politikacıları arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Almanya’nın korunması altında Mısırlaştırılması
fikri ve programı haline dönüşen, bağımsız bir
politika ortaya çıktı. İstanbul ve Çanakkale Boğazları bir
Alman Süveyş’i haline getirilmek İsteniyordu. Henüz,
Osmanlıları Afrika’dan çıkaran Osmanlı-İtalyan savaşından
ve Türkler’in neredeyse Avrupa’dan sökülüp atılmasıyla
sonuçlanan Balkan savaşından önce, Almanya
için şu görev apaçık ortaya çıktı: Almanya’nın ekonomik
ve siyasi durumunu sağlamlaştırması adına Osmanlı İmparatorluğu’nu
ve bağımsızlığını ayakta tutmak. Sözü
geçen savaşlardan sonra bu görev yalnız şu değişikliğe
uğradı: Osmanlı İmparatorluğu’nun son derece zayıf
olduğu ortaya çıkmıştı ve bu koşullar altında bir ittifak,
fiilen Osmanlı İmparatorluğu’nu Mısır’ın düzeyine indiren
bir mandaya ya da vesayete dönüşrnek zorundaydı.
Ancak şu açıktır ki, Karadeniz’de ve Marmara’da bir
Alman Mısır’ı, Rusya açısından tümüyle çekilmez bir şey
olacaktır. Bu yüzden, Rus hükümetinin General Liman
von Sanders’in C B) aldığı görev gibi, bu türden bir politikaya
yönelik adımları derhal protesto etmiş olması bir
sürpriz olmamalı; Liman von Sanders sadece Osmanlı
ordusunu düzenlemekle kalmayacak, aynı zamanda
Konstontinopol’da bir de kolorduya komuta edecekti.
Formalite olarak Rusya’nın isteği yerine getirildi. Ancak
gerçekte durumda hiçbir değişiklik olmadı. Bu koşullar
altında 1913 Aralığı’nda Rusya ve Almanya arasındaki
(13) 1913 Aralığında General Otto Liman Von Sanders’in başkanlığındaki
bir Alman askeri heyeti, Osmanlı ordusunu yeniden
organize etmek için İstanbul’a geldi. Başta düşünülmüş
olan, boğazlarda yerleştirilmiş olan bir Türk kolordusunun
komutasını almasını Rusya, sert biçimde protesto etti.
Böylece General von Sanders’in emrine başka bir bölgedeki
Osmanlı birlikleri verildi. (D.V.)
bir savaşın eşiğindeydik: Liman von Sanders’in askeri
görevi, Türkiye’nin ‘Mısırlaştırılması’na yönelik Alman
politikasını açığa çıkarmıştı.
Alman politikasının bu yeni yönü bile, Almanya ile
Rusya arasında silahlı bir çatışmaya yol açmaya yeterdi.
Dolayısıyla 1913 aralık ayında, kaçınılmaz olarak dünya
çapındaki bir çatışma niteliğini kazanmak zorunda olan
bir çatışmanın olgunlaşması dönemine girdik.»
Fakat Rus politikası dolaysızca Almanya ile çarpışmaktan
çok, Balkanlar’da Avusturya ile çatıştı. Alman
emperyalizminin siyasi tamamlayıcısı, siyam ikizi ve
aynı zamanda kötü kaderi, Avusturya emperyalizmidir.
Dünya politikasıyla kendini dört bir yandan tecrit ettiren
Almanya, müttefik olarak yalnız Avusturya’yı
buldu. Avusturya ile ittifak gerçi eski, Bismarck tarafından
daha 1879 yılında kuruldu, ancak o zamandan beri
niteliği tümüyle değişti. Fransa ile karşıtlık gibi Avusturya
ile olan ittifak da son on yılların gelişimiyle yeni
bir içeriğe kavuştu. Bismarck sadece 1864-1870 savaşlarıyla
yaratılan yeni toprakları savunmayı düşünüyordu.
Onun kurduğu Üçlü İttifak gerçekten de muhafazakar
bir niteliğe sahipti; özellikle Avusturya’nın Alman
devletler birliğine katılmaktan nihai olarak vazgeçmiş
olması, Bismarck’ın yaratmış olduğu durum ile uzlaşılması
ve Almanya’nın ulusal bölünmüşlüğünün ve büyük
Prusya’nın askeri hegemonyasının onaylanması anlamına
gelmesi bakımından Avusturya’nın Balkanlar’daki
eğilimleri kadar Almanya’nın Güney Afrika’da elde ettiği
topraklar da B ismarck’ın hoşuna gitmiyordu.
«Düşünce Ve Anılar»ında şunları söyler:
«Tuna havzasının sakinlerinin, Avusturya-Macar
monarşisinin bugünkü sınırlarının ötesine uzanan ihtiyaç
ve planlara sahip olmaları doğaldır. Ve Alman imparatorluk
anayasası, Avusturya’nın, Romanya halkının
doğu sınırları ile Cattaro körfezi arasında bulunan siyasi
ve maddi çıkarlarının bir uzlaşmasına ulaşabileceği
yolu gösterir. Fakat tebaasını mülköyle ve kanıyla komşularının
isteklerinin gerçekleştirilmesi için ödünç vermek,
Alman İmparatorluğunun görevi değildir.» (Altını
ben çizdim. R.L.)
Bunu daha da çarpıcı bir şekilde, Bosna’nın Pommern’li
bir bombaemın kemikleri kadar değerli olmadığı
şeklindeki ünlü sözleriyle açıklamıştı. Bismarck’ın gerçekten
de Üçlü İttifak’ı Avusturya’nın yayılma çabalarının
hizmetine vermeyi düşünmediğini en iyi, 1887 yılında
Rusya ile imzalanan bir «Karşılıklı Saldırmazlık
Anlaşması04) kanıtlar. Bu anlaşmaya göre Alman imparatorluğu,
Rusya ile Avusturya arasındaki bir savaş
durumunda Avusturya’nın safına geçmeyecek, «iyi niyetli
tarafsızlığını» koruyacaktı.
Alman politikasında emperyalist dönüşüm gerçekleştİkten
sonra, Avusturya ile ilişkisi de değişti. Avusturya-
(14) Kaynakta: 1884-1887’de Almanya ile Rusya arasında imzalanan
«Karşılıklı Saldırmazlık Anlaşması» iki devletin de
üçüncü bir devletle savaş halinde iyi niyetli tarafsızlık içinde
kalmasını öngörüyordu. Anlaşma, Rusya’nın Avusturya’ya
ya da Almanya’nın Fransa’ya saldırması halinde, geçerli olmayacaktı.
(D.V.)
Macaristan, Almanya ile Balkanlar arasında, dolayısıyla
Alman doğu politikasının odağına giden yol üzerinde
bulunuyor. Avusturya’yı karşısına almak, Almanya’nın
politikasıyla kendini hapsettiği genel tecrit karşısında,
her türlü dünya politikası planından vazgeçmekle eşanlamlı
olurdu. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun anında
ortadan kaldırılması ve Rusya’nın, Balkan devletlerinin
ve İngiltere’nin olağanüstü bir güç kazanmasıyla özdeş
olan, Avusturya-Macaristan’ın güç kaybetmesi ve çöküşüyle;
gerçi Almanya’nın birliği ve güçlenmesi gerçekleştirilmiş
olurdu, ama Alman İmparatorluğu’nun
emperyalist politikasının da son nefesini vermesine yol
açılırdı.(1 5) Dolayısıyla Habsburg monarşisinin kurtarılması
ve korunması, mantık gereği, nasıl Osmanlı
İmparatorluğu’nun ayakta tutulması asıl göreviyse,
Alman emperyalizminin yan görevi haline geldi. Ancak
Avusturya, Balkanlar’da sürekli gündemdeki bir savaş
durumu demekti. Osman İmparatorluğu’nun durdurulmaz
çözülme süreci, Avusturya’nın hemen yanı başındaki
Balkan devletlerinin kurulmasına ve güçlenmesine
yol açtığından beri, Habsburg devletiyle genç komşuları
arasındaki karşıtlık da başlamıştı. Bağımsız ve
(15) «Neden Almanya’nın savaşı?» adlı emperyalist broşürde
şu satırları okuyoruz: «Rusya daha önce de bize Alman –
Avusturya’ sını, 1866 ve 1870-1871’deki ulusal birleşme
sırasında dışarıda kalmak zorunda kalan on milyon
Alman’ı, sunarak bizi tavlamaya çalışb. Onlara Habsburg
monarşisini satsaydık, ihanetin bedelini almış olacakbk.
»
varlığını sürdürme yeteneğine sahip ulusal devletlerin,
aynı ulusal grupların parçalarından oluşmuş ve bu
grupları ancak diktatörlük yasalarının değneğiyle yönetmesini
bilen monarşinin hemen yambaşmda, ortaya
çıkışının, zaten sarsılmış olan monarşinin çözülüşünü
hızlandıracağı açıktır. Avusturya’nın içteki yaşama
yeteneksizliği kendini tam da Balkan politikasında ve
özellikle Sırhistan ile ilişkisinde gösterdi. Avusturya,
kendisini ayırım yapmadan kah Selanik’e, kah Dıraç’a
(Durazzol) atan emperyalist iştahına rağmen, henüz iki
Balkan savaşıyla güç ve toprak kazanmadan önce de,
Sırbistan’ı ilhak edecek durumda değildi. Sırbistan’ı
kendi topraklarına katmakla, Avusturya kendi içindeki
inatçı Güney Slav uluslarından birini güçlendirmiş olacaktı.
Oysa zaten acımasız ve kaba rejimi bu ulusal
grubu dizginlemekte büyük güçlük çekiyordu.(1 6)
(16) «Kölnische Zeituiıg», Saraybosna’daki suikast sonrasında,
yani savaşın arefesinde, resmi Alman politikasının tavrı henüz
açıklanmamışken, şunları yazıyordu:
Koşulları bilmeyen, Avusturya’nın Bosna’da yaptığı
bütün iyi işlere rağmen, nüfusun yüzde 42’sini oluşturan
Sırpların arasında neden bu kadar az sevildiği, sorusunu
sorabilir. Bu sorunun cevabını yalnız bu halkı ve koşullarını
gerçekten tanıyan biri anlayabilir. Konuya uzak
olanlar ve özellikle Avrupa’nın kavramiarına ve koşullarına
alışık olanlar, bir şey anlamadan kalacaktır. Cevap
apaçık şudur: Bosna’nın yönetimi, yapısıyla ve temel
fikirleriyle baştan ayağa tümüyle bozuktu. Ve bunun
suçlusu, kısmen bugün de, (işgalden bu yana geçen) bir
insan ömründen fazla bir zaman sonra da, ülkedeki gerçek
koşullar hakkında hüküm süren bilgisizliktir.»
Ancak Avusturya, Sırbistan’ın normal bağımsız gelişimine
tahammül ederek, ondan normal ticaret ilişkileri
yoluyla yararlanamaz. Çünkü Hasburg monarşisi burjuva
bir devletin siyasi örgütlenmesi değil, sadece devlet
gücünün imkanlarından yararlanarak monarşinin
çürük yapısı dayandığı sürece para vurma peşinde
koşan, toplumsal parazit gruplarının gevşek bir birliğidir.
Nitekim Avusturya Macar toprak sahipleri ve tarımsal
ürünlerin suni olarak pahalılaşması yararına,
Sırbistan’dan hayvan ve meyve ithalatını yasakladı ve
böylece bu köylüler ülkesi ürünlerinin pazarıyla bağlantıdan
yoksun bırakıldı. Avusturya’nın sanayi kartelinin
yararına ise; Sırbistan’ı, sanayi ürünlerini aşırı yüksek
fiyatlarla, yalnızca Avusturya’dan satın almaya zorladı.
Sırbistan’ı ekonomik ve siyasi bağımlılık durumunda
tutabiirnek için, Sırbistan’ın doğuda Bulgaristan ile
ittifak oluşturarak Karadeniz’ e açılabilmesini ve batıda
Arnavutluk’ta bir liman sahibi olarak Adriyatik denizine
bir çıkış elde etmesini önledi. Kısaca Avusturya’nın
Balkan politikası Sırbistan’ın boğazlanmasını hedef alıyordu.
Fakat Avusturya’nın Balkan politikası aynı
zamanda, genel olarak Balkan devletlerinin karşılıklı
olarak birbirine yaklaşmasına ve içte canlılık kazanmasına
karşıydı ve bunlar açısından sürekli tehlike oluşturuyordu
Avusturya emperyalizmi kah Bosna’nın ilhakıyla,
kah Yenipazar sancağı ve Selanik üzerinde hak
iddia ederek, kah Arnavutluk kıyısı üzerinde hak iddia
ederek Balkan devletlerinin varlığını ve gelişim imkanlarını
tehdit ediyordu. Avusturya’nın bu eğilimlerinin
hatırına ve İtalya’nın rekabeti sonucu, İkinci Balkan
Savaşından sonra da, ilk gününden beri emperyalist
rakipierin entrikalarının oyuncağından başka bir şey olamayan,
bir Alman hükümdarının yönetimindeki «bağımsız
Arnavutluk» komedisi yaratılmak zorundaydı.
Böylece Avusturya’nın emperyalist politikası, son on
yılda, Balkanlar’ da, normal ilerici gelişime ayak bağı oldu
ve kendiliğinden şu kaçınılmaz ikileme yol açtı: Ya
Habsburg monarşisi, ya da Balkan devletlerindeki kapitalist
gelişim! Kendini Osmanlı egemenliğinden kurtarmış
olan Balkanlar, Avusturya engelini de ortadan kaldırma
görevi karşısında kaldılar. Avusturya-Macaristan’ın yok
oluşu, tarihi olarak yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nun
çöküşünün devamıdır ve ikisi birlikte, tarihi gelişim sürecinin
bir gereğidir.
Ancak bu ikilem savaştan, hem de dünya savaşından
başka bir çözüme izin vermiyordu. Çünkü Sırbistan’ın
arkasında, Ortadoğu’daki bütün emperyalist programından
vazgeçmeden, Balkanlar’daki nüfuzunu ve «koruyucu
» rolünü terk ederneyecek olan Rusya vardı.
Avusturya’nınkinin tam tersine, Rus politikası Balkan
devletlerini -Rus himayesi altında tabii- birleştirme
amacını güdüyordu. 1912’deki muzaffer savaşla Avrupa
Türkiye’sini neredeyse tümüyle silip süpürmenin eşiğine
gelen Balkan Birliği Rusya’nın eseriydi ve Rusya’nın
girişimlerinde Avusturya’ya yönelen mızrak ucunu oluşturuyordu.
Gerçi Balkan Birliği Rusya’nın bütün çabalarına
rağmen hemen ardından İkinci Balkan Savaşında
dağıldı. Ama bu savaştan zaferle çıkmış olan Sırbistan,
Avusturya’nın baş düşmanı olduğu ölçüde, Rusya’nın
müttefikliğine mahkum oldu. Habsburg monarşisinin
kaderine bağlanmış olan Almanya, onun sapma kadar
gerici Balkan politikasını adım adım desteklemek ve
Rusya ile iki kat keskin bir ihtilafa girmek zorunda
kalıyordu.
Fakat Avusturya’nın Balkan politikası ayrıca, gerek
Avusturya’nın gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun yok
oluşunu canı gönülden isteyen İtalya ile de bir karşıtlığa
yol açtı. İtalya’nın emperyalizmi, Avusturya’nın elindeki
İtalyan topraklarında, yayılma isteklerinin en
yakın ve en rahat bahanesini buluyor, çünkü bu bahane
aynı zamanda popüler de, İtalya’nın yayılma istekleri,
işlerin yeni bir düzene koyulması halinde, öncelikle
Adriyatiğin karşı kıyısındaki Arnavutluk’a yöneliyor.
Daha Trablusgarp savaşında ağır bir darbe yiyen Üçlü
İttifak, iki Balkan savaşından beri gündemdeki bunalımla,
tümüyle tükeniyor ve iki merkez güç bütün dünyayla
keskin bir karşıtlığa düşüyor. İki çürüyen cenazeye
zincirlenmiş Alman emperyalizmi, dosdoğru dünya
savaşma doğru yol alıyordu.
Ayrıca, bu gidiş tümüyle bilinçliydi. Başta itici güç olarak
Avusturya, yazgısal bir körükle yıllardan beri mahvoluşa
doğru koşuyordu. Başında Arşidük Franz Ferdinand’ın
ve onun uşağı Baron von Chlumecky’nin bulunduğu
egemen dini-askeri grup, adeta saldırmak için bahane
arıyordu. 1909 yılında Alman di yarlarında gereken
savaş heyecanını yaratmak için Prof. Freidmann’a,
Sırpların Habsburg monarşisine karşı geniş çaplı şeytanca
bir komplo hazırlığını ortaya koyan ünlü belgeleri
hazırlahı. Bu belgelerin tek kusuru, baştan sona sahte
olmalarıydı. Birkaç yıl sonra, Avusturya’nın Üsküp
Konsolosu Prochaska’nın0 7) korkunç bir şekilde işkence
gördüğü biçimindeki günlerce yayılan haberin barut
fıçısına düşen bir alev olması düşünülüyordu. Oysa o
sırada Prochaska, neşesi ve sağlığı gayet yerinde Üsküp
sokaklarında ıslık çalarak geziniyordu. Nihayet Saraybosna
suikastı gerçekleşti. Çoktandır özlemi çekilen
tüyler ürpertici ve gerçek cinayet işlenmişti. «Hiçbir
cinayet bu cinayet kadar kurtarıcı, selamete kavuşturucu
bir etki yapmamıştır.» Böylesi sevinç çığlıkları
atıyordu. Alman emperyalistlerinin sözcüleri. Avusturyalı
emperyalistler daha da büyük sevinç çığlıkları
attılar ve arşidükalığm cesetlerini henüz tazeyken kullanmaya
karar verdiler.(1 8) Berlin’le kısa bir haberleşmeden
sonra, savaşa karar verildi ve kapitalist dünyayı
dört bir ucundan tutuşturacak olan kundak niyetine de
ültimatom gönderildi.
( 1 7) Birinci Balkan Savaşı sırasında 1912 Kasım’ında, o zamana
kadar Osmanlı egemenliğinde bulunan Prizren kentine Sırp
birliklerinin girişi sırasında, kente giren askerlerle orada
görevli Avusturya-Macaristan konsoloso Prochaska arasında
bir atışma çıktığı söylentileri yayılmıştı. Söylentilere
göre olay sırasında konsolos gözaltına alınmış ve kendisine
kötü muamele edilmişti. Avusturya-Macaristan hükümeti
bu vesileyle Sırp hükümetine karşı diplomatik adımlar
atmıştı. (D.V.)
(1 8) Bakınız: «Neden Almanya’nın Savaşı», s. 21. Arşidük kliğinin
yayın organı «Büyük Avusturya», her hafta şu tarzda
ateşli yazılar yayınlıyordu:
Saraybosna’daki olay sadece bunun bahanesini yaratmıştı.
Nedenler, ihtilaflar, her şey çoktan savaşa hazırdı.
Bugün içinde yaşadığımız karşılıklı saflaşmalar,
«Arşidük-veliaht Franz Ferdinand’ın intikamını onurlu
ve onun duygularına yaraşır şekilde almak istiyorsak,
İmparatorluğun güneyindeki koşulların uğursuz bir
şekilde gelişmesinin masum kurbanı bu büyük insanın
siyasi vasiyetini bir an önce yerine getirmeliyiz.
Altı yıldan beri, bütün politikalarımızda son derece acı
bir şekilde yaşadığımız bütün bizi rahatsız eden gerginlikterin
nihai olarak çözümünü bekliyoruz.
Biliyoruz ki, ancak bir savaşta, yeni ve büyük Avusturya
mutlu ve halklarını özgürlüğe kavuşturan Büyük Avusturya
doğabilir. Savaşı bunun için istiyoruz.
Savaşı istiyoruz, çünkü idealimize yalnız savaş yoluyla radikal,
ani bir tarzda ulaşılabilir: Balkan halklarına özgürlük
ve kültür getirme şeklindeki Avusturya’nın görev
bilincinin, Avusturya devlet düşüncesinin, büyük ve
mutlu bir geleceğin güneş panltıları arasında yeşerdiği
güçlü bir Büyük Avusturya elde etinenin tek yolu budur.
Boyun eğmez enerjisiyle, güçlü eliyle, Büyük Avusturya’yı
bir günden diğerine yaratabilecek olan bu büyük
insanın ölümünden bu yana, o günden bu yana, bütün
umudumuzu savaşa bağladık.
Bu, bütün umudumuzu bağladığımız son kozumuzdur!
Belki bu suikastten sonra Avusturya ve Macaristan’da
Sırbistan’a karşı harekete geçmiş olan bu tepkiler, Sırbistan’a
yönelik bir patlamaya ve bunu izleyen gelişim
de Rusya’ya yönelik bir harekete yol açar.
Arşidük Franz Perdinand tek başına bu emperyalizmi
sadece hazırlayabilmiş, ancak uygulayamamıştır. Ölümü,
inşallah bütün Avusturya’nın emperyalist duygularının
alevlenmesi için zorunlu olarak adak görevini
görecektir.»
on yıldır hazırdı. Son zamanlarda geçen her yıl, her siyasi
durum, savaşı bir adım daha yaklaştırdı: 1908 devrimi,
Bosna’nın ilhakı, Fas bunalımı, Trablus seferi, iki
Balkan savaşı, birer adımdı. Son yılların bütün askeri
harcamaları doğrudan doğruya bu savaş düşünülerek,
. kaçınılmaz genel hesaplaşmanın bilinçli bir hazırlığı olarak
saptandı. Son yıllarda tam beş defa bugünkü savaşın
o sırada çıkmasına ramak kalmıştı: Almanya’nın Fas
davasındaki hak iddialarını ilk defa ortaya attığı 1905
yazında; İngiltere, Rusya ve Fransa’nın Tallin’deki
hükümdarlar buluşmasında0 9) Babıali’ye Makedonya
sorunu yüzünden bir ültimatom vermeye kalkıştığı ve
Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu konırnak amacıyla,
ancak Türk devriminin ani patlak verişiyle geçici
olarak önlenebilen(20) savaşa atılmaya hazırlandığı
1908 yazında; Avusturya’nın Bosna’yı ilhakına Rusya’nın
(1 9) 9-10 Haziran 1908’de Çar II. Nikola ile İngiliz Kralı VIII,
Edward, Tallin (Reval)’de bir araya geldiler. Buluşma sırasında
imzalanan anlaşmalar ve İran, Afganistan ve Makedonya’daki
durum hakkında iki hükümdar arasındaki görüşlerin
birbiriyle uyum içinde olduğu bir daha vurgulandı.
27 ve 28 temmuz 1908’de de Fransa Devlet Başkanı A. FalHeres
Çar ile biraraya gelerek Rus – Fransız ittifakını bir
daha ifade etti. (D.V.)
(20) Alman politika çevrelerinde doğal olarak nelerin olacağı
herkesçe biliniyordu. Ve bugün artık hiç kimse, öteki Avrupa
donanmaları gibi. Alman deniz kuvvetlerinin de o sırada
dolaysız savaş seferberliğinde tutulduğu olgusunu öne sürerek
bir sır açıklamıyor. (Rohrbach:
seferberlik ilanıyla cevap verdiği ve bunun üzerine
Almanya’nın Petrograd’da Avusturya’dan yana savaşa
katılmaya hazır olduğunu bütün resmiyetiyle açıkladığı
1909 yılının başında; Almanya Fas’taki payından vazgeçip
Kongo’yla yetinmeseydi muhakkak savaşın çıkmasına
yol açacak olan, Panther’in Agadir’e gönderildiği
1911 yazı ve nihayet Rusya’nın Ermenistan’a(2 1) girmeyi
düşündüğü ve Almanya’nın Petrograd’ da ikinci
defa bütün resmiyetiyle savaşa hazır olduğunu ilan ettiği
1913 yılının başında.
Bugünkü dünya savaşı bu şekilde sekiz yıldır askıda
kaldı. Her defasında yeniden ertelendiyse, bunun tek
nedeni her defasında taraflardan birinin askeri hazırlıklarını
tamamlamamış olmasıdır. Özellikle 1911 yılındaki
«Panther» macerasında -öldürülen arşidük çifti,
Nürnberg’in üzerinde uçan Fransız uçakları ve Doğu
Prusya’daki Rus istilası olmadan da- bugünkü dünya
savaşı olgunlaşmıştı. Almanya yalnız savaşı kendisi için
(21) Türkiye Birinci Balkan savaşı sonunda Aralık ı 9ı2’deki
görüşmeler sırasında, muzaffer Balkan ülkelerinin isteklerini
yerine getirmeyi ve Ege’deki adalardan ve Bulgaristan’ın
hak iddia ettiği Edirne’den vazgeçmeyi reddediyordu.
Bunun üzerine özellikle Bulgaristan’a arka çıkan ve
Edirne’nin kaderine özel bir ilgi duyan Rusya, tarafsızlığını
terk etme tehdidinde bulunarak Kafkasya sınırındaki birliklerini
bir araya topladı. Almanya Osmanlı Hükümetini desteklemek
için Petersburg’a, Rusya’nın Türkiye’ye karşı girişeceği
bir askeri harekatın «Avrupa barışına yönelik bir
tehdit» sayılacağını bildirdi. Ocak ı 9ı3’te yeniden iktidara
gelen Jöntürkler bundan cesaret alarak savaşı yeniden başlattılar
ve Edirne’yi geri aldılar. (D.V.)
daha uygun bir ana erteledi. Bu konuda Alman emperyalistlerinin
samimi sözlerini okumak yeter: «Şu tüm
Alman denen çevrelerin 1911 Fas bunalımı sırasındaki
Alman politikasını zayıflıkla · suçlamasına gelince, bu yanlış düşünceyi çürütmek için yalnızca ‘Panther’i Agadir’e gönderdiğimiz sırada Kuzey Denizi’ni Baltığa bağlayan kanalın henüz yarısının tamamlanmış olduğunu,
Helgoland’ı büyük bir deniz üssü haline getirme çalışmalarının sürdüğünü ve donanmamızdaki dretnot ve yardımcı silah sayısının İngiliz deniz gücü karşısında üç yıl sonrasına oranla çok daha elverişsiz bir düzeyde bulunduğunu hatırlatmak bile yeter.
Gerek kanal, gerek Helgoland deniz üssü ve deniz gücü,
içinde bulunduğumuz 1914 yılına oranla ya çok geri
bir düzeydeydi, ya da savaşta henüz hiç kullanılamayacak
durumdaydı. İnsanın, bir süre sonra çok daha avantajlı
bir duruma geleceğini . bildiği böyle bir durumda,
karar savaşının kışkırtıcılığını yapmak aptallıktan
başka bir şey olmazdı.»(22) (Altını ben çizdim. R. L)
Önce Alman donanınası işieyecek hale getirilmeli ve
büyük askeri harcamalar bütçesi Reichstag(23)’dan
(22) Rohrbach: «Savaş ve Alman Politikası», s. 41.
(23) 1 9 1 3 Martının sonunda Reichstag’a Alman imparatorluğunun
kurulusundan bu yana orduda yapılan en büyük
güç artışına öngören bir askeri harcamalar bütçesi ve ek
ödenek sunuldu. İhtiyaç duyulan ek mali kaynakların bir
bölümü olağanüstü bir savunma ödeneğiyle ve 10 bin
Mark üzerindeki tüm servetierin vergilendirilmesiyle karşılanacaktı.
Geri kalanı emekçi yığınların omuzlarına yıkılacaktı.
Bütçe 30 haziran 1913’de onaylandı. (D.V.)
geçirilmeliydi. 1914 yazında Fransa henüz üç yıllık
muvazzaf askerlik yükümlülüğü üzerinde uğraşırken ve
Rusya ne donanmasına ne de kara ordusuna ilişkin
programını tamamlamamışken, Almanya kendini savaşa
hazır hissediyordu. Durumdan hızla yararlanmak gerekiyordu.
Sadece Almanya’daki emperyalizmin en ciddi
sözcüsü değil, Alman politikasının önde gelen çevreleriyle
yakın temas halinde ve onların yarı resmi borazanı
olan aynı Rohrbach 1914 Temmuzu’ndaki durum üzerine
şunları yazıyor:
«Bizim için, yani Almanya ve Avusturya-Macaristan
için, asıl sorun, Rusya’nın geçici ve görünüşte tavizkar
davranmasıyla ahlaki açıdan Rusya ve Fransa gerçekten
hazır olana kadar beklemek zorunda bırakılabileceğimizdi.
» (1. c. s. 82/83). Başka bir deyişle: 1914 Temmuzu’ndaki
başlıca kaygı, Alman hükümetinin «barış girişiminin
» başanya ulaşması ve Rusya ile Sırbistan’ın
geri adım atmasıydı. Onları bu defa savaşa zorlamak
gerekiyordu. Bu iş başarıldı. «Derin bir acıyla dünya
barışının korunmasına yönelik ısrarlı çabalarımızın
başarısızlığa uğradığını gördük.» vs.
Alman tugayları Belçika’ya girdiğinde, Alman
Reichstag’ı savaş ve kuşatma durumu oldubittisiyle
karşı karşıya bırakıldığında bu, bütün olanlardan sonra
apansız patlak veren bir gelişme, yeni, görülmedik bir
durum, siyasi bağlantılarıyla Sosyal Demokrat fraksiyonu
için sürpriz olabilecek bir olay değildi. 4 Ağustos’ta
resmen başlayan savaş, Alman ve uluslararası emperyalist
politikanın on yıllardır yorulmak bilmeden hazırladığı
savaştı. Bu savaş, Alman Sosyal Demokratları’nın
bir on yıldır hemen her yıl yaklaştığını söylediği, Sosyal
Demokrat parlamenterlerin, gazete ve broşürlerinin
binlerce defa namussuzca bir emperyalist cinayet olarak
damgaladığı ve ne kültürle, ne de ulusal çıkarlarla
herhangi bir ilgisi olmadığını, daha ziyade ikisinin de
tam tersi olduğunu söylediği savaştı.
Gerçekten de bu savaşta parlamentodaki Sosyal Demokrat
grubun aksine «Almanya’nın varlığı ve özgür
gelişimi» değil, Sosyal Demokrat basının yazdığı gibi
Alman kültürü değil, Deutsche Bank’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda
bugün sağladığı karlar ve Mannesmann ve
Krupp şirketlerinin gelecekte Fas’ta sağlayacağı çıkarlar
söz konusuydu. Söz konusu olan Avusturya’nın varlığı
ve «Vorwaerts»in 25 temmuz 1914’te «kendine
Habsburg monarşisi diyen bu örgütlü çürüme yığını
» olarak nitelendirdiği Avusturya gericiliğinin varlığı,
Macar eriideri ve domuzları, 14 sayılı yasa, Freidmann –
Prochaska çocuk borazanı ve kültürü, Küçük Asya’da
Osmanlı Başıbozuk egemenliği(24) ve Balkan’daki karşıdevrim
idi.
Parti basınımızın büyük bir bölümü, Almanya’nın rakip
lerinin «melezleri ve vahşileri», zencileri, Sihleri,
Maorileri savaşa sürmesinden dolayı ahlaki açıdan galeyana
gelmişti. Eh, bu halklar bugünkü savaşta aşağı
yukarı Avrupalı devletlerin Sosyalist proleterleriyle aynı
(24) Başıbozuklar iyi silahlanmış, düzensiz birliklerdi. Vahşet
eylemleriyle ve yağmacılıklarıyla ün kazanan bu birlikler ilk
defa 1853 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ortaya çıktı. (D.V.)
rolü oynuyorlar. Ve Reuter ajansının haberlerine göre
Yeni Zelanda’lı Maoriler İngiliz kralı için kafalarını ezdirmeye
koştularsa, Habsburg monarşisinin, Osmanlı
İmparatorluğu’nun ve Deutsche Bank’ın kasalarının
korunmasını Alman halkının varlığıyla, özgürlüğüyle ve
kültürüyle karıştıran Alman Sosyal Demokrat parlam ento
grubuyla aynı düzeyde bir bilinç göstermişler demektir.
Gerçi her şeye rağmen ikisi arasında büyük bir fark
kalıyor: Maoriler henüz bir nesil öncesinde yamyamlıkla
uğraşıyorlardı, Marksist teoriyle değil. (Çev. Erol Özbek)
Türkçesi:
Ragıp Zarakolu – Erol Özbek