Cehalet – Neşter İzleri’nden Yaşanmış Öyküler (2)

Yerimden kalkıp hastanın sağına geçtim. Çökmüş avurtları, yumurta sarısı göz çukurları, canlılığını kaybetmiş solgun yüzüne rağmen yemenisinin altından sarkan sarı saçları, açmakta zorlandığı göz kapakları altındaki yeşilimsi mavi gözleriyle tatlı mı tatlı, güzel mi güzel, dokuz on yaşlarında bir kız çocuğuydu hastam. Yüzüm asıldı, kalbim daraldı. Tıp fakültesi öğrencilerinin kitaplarda okuduğu, benim bugüne kadar defalarca gördüğüm dört dörtlük peritonit (Karın içi yaygın iltihap) yüzüydü tekrar gördüğüm, görmek istemediğim… Üst üste giydirilmiş üç entari ve fanilayı göğüse, iki bandiği kasıklara doğru indirip karnı nı açmaya çalışırken ağrıdan bağırtı yerine geçen cılız iniltiler duydum. Yüreğim cızladı, kavruldu alev alev… Karın davul derisi gibi gergin, damarlar gökyüzünde patlayan havai fişek ışık demetleri gibi rengi gitmiş, sararıp solmuş karın derisinde kabarmıştı. Muayene etmeme, kızcağızın ağrısına acı katmama gerek yoktu. Tanım belliydi, patlamış apandisit; haddinden fazla gecikmiş vaka hem de… Bahattin’e döndüm. Sesim kızgınlık ve sitem yüklüydü.

-Bahattin, sor bakalım. Kızı kaç gündür bu haldeymiş, niçin doktora getirmemiş, bugüne kadar ne yapmış?

Bahattin bir süre kadınla konuştu sonra konuştuklarını tercüme etti.

-Tohdur beyim! Kızının dört gündür karnı ağrıyor, bir şey yiyemiyor, devamlı kusuyormuş. Nefesi kuvvetli hocaya okutmuş, kocakarı ilaçları vermiş, geçmeyince de size getirmiş.

-İyi halt etmiş! Desene bu da okumamış cahil… Söyle, kızının durumu ağır, acil etmem gerekiyor.

2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan Körfez Krizi, 17 Şubat 1991’de ABD öncülüğünde İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye dahil otuz yedi devletin çok uluslu hava güçlerinin hava taarruzu ile Körfez Savaşına dönüşmüştü. 3 Mart 1991’de Irak’ın geri çekilmesi ve müttefiklerin tüm şartlarını kabul etmesiyle de fiilen bitmişti. Türkiye savaşa katılmamıştı ama İncirlik Üssünün kullanılmasına izin verdiğinden teyakkuza geçmişti. Sağlık Bakanlığının ortam kızışınca savaş başlamadan 5 Şubatta gönderdiği, çoğu İstanbul’dan hemşire eczacı, diş hekimi yirmi kişilik sağlık ekibi Erciş’e gelmiş,

bir ay sonra geri dönmüş, yerine on kişilik yeni ekip gelmişti. Yeni ekipte Haseki’de beraber çalıştığım iki tane anestezi teknisyeni de vardı. Kızcağızı onlar uyutacak, ben ameliyat edip kurtarmaya çalışacaktım.

Bahattin anlattıkça, kadının soluk yüzü daha da soluklaşıyor, kafasını sağa sola sallayıp duruyor, anlamadığım cümleler mırıldanıyordu.

-Tohdur Beyim, kocası hapisteymiş. “Param yok, ameliyat ettiremem” diyor, ameliyatı kabul etmiyor.

Kadının mağduriyetini, garibanlığını öğrenince cehaletine kızgınlığımın üzerine buzluktan çıkmış su döküldü, yüreğim cızladı, gönlümü dumanlar kapladı. Daralan kalbim sıkıştı kaldı.

-Bahattin, kadına anlat. Kızının durumu gerçekten ağır, ciddi… Ameliyata almazsam ölecek. İnat etmesin, kurtarmaya çalışayım. Parayı dert etmesin. Bıçak parası da muayene parası da almayacağım. Başhekimlik yetkimle hastane masraflarını ücretsiz deyip imzalayacağım. İlaçlarını da ayarlayacağım. Ameliyatı kabul etsin.

Bahattin, sözlerimi tane tane kadına tercüme etti. Cahil, gariban Anadolu kadını, bir anda kızının yanaklarını bırakıp elime sarıldı, öpmeye yeltendi. Zorla ellerimi kurtardım, öptürmedim, şefkatle birkaç kez omzuna vurdum. Ameliyata ikna etmiştim.

-Bahattin, Ali Osman! Anasıyla beraber kızı arabama götürün. Ali Osman sen de geliyorsun hastaneye. Yatış işlemlerini yaptıracaksın.

-Başım gözüm üste Sinan abi. Allah senden razı olsun.

Direksiyonda ben, yanımda Ali Osman, arkada anası ve kucağına uzattığımız apandisiti patlamış sarısın, yeşilimsi mavi gözlü kızı, hastaneye hareket ettik.

Kırk dakika sonrası… Göbeğin iki santim sağından kasığa kadar inen kesiyle ameliyata başladım. Peritona yapışmış ince barsakları delmemeye dikkat ederek, gıdım gıdım çalışarak karına girmemle kesi alanına filizi yeşil, dayanması zor pis kokulu, mide bulandırıcı cerahatin patlamış su borusundan fışkıran su gibi taşması bir oldu. Tedbirlerimi alarak ameliyata başlamıştım. Bıyığıma ve maskemin içine her daim ameliyathanede hazır bulundurduğum parfümümden sıkmış, ekibime de ikram etmiştim. Aspiratör hazırdı. Cerahati aspire ettik. Daha

rahat çalışabilmek için Yurdagül Hemşire ile yer değiştirip hastanın soluna geçtim. Makas, bistüri kullanmadan usul usul, yavaş yavaş, pür dikkat parmaklarımla yapışıklıkları ayırarak apendiksi buldum. Tanım doğruydu. Apendiks iltihaplı, gangrene olmuş, çürümüş, ortasından patlamıştı. (Perfore apandisit). Hem de muhtemelen en az iki gün önce… Kızcağızın çektiği ağrıyı, ızdırabı tahmin edebiliyordum lakin nasıl dayandığını anlamakta zorlanıyordum doğrusu. Apendiksi çıkardım(Apendektomi) ama işim bitmemişti. İnce ve kalın barsaklar yapış yapış, üstleri pseudomembran dediğimiz, cerahatin kuruyup sertleşmesinden oluşmuş yeşil kabuklarla kaplıydı. Onikiparmak barsağından başlayarak yapışıklıkları giderip kabukları temizlerken barsaklar arasında öbekleşmiş, her hamlemde sahaya taşan cerahat birikintilerini aspire etti hemşirem. Karını, içi temizlenene, tertemiz olana kadar üç litre fizyolojik serumla yıkayıp aspiratörle duruladıktan sonra iki dren koyup kapattım, ameliyatı bitirdim.

-Leyla, Gülderen Hemşire Hanımlar!(Anestezi teknisyenleri) Benim işim tamamdır. Hasta nasıl?

-İyi, şimdilik sorun yok Sinan Bey. Uyanması biraz zaman alacak…

-Eh! O halde çıkıyorum.

-Tabi doktor bey! Yoruldunuz, siz dinlenin, gerisi bizim işimiz zaten.

Ameliyat gömleği, eldiven, maske, kepimi çıkarıp ekibe teşekkür ettikten sonra ameliyathaneden çıktım. Kadın, kapının önünde çömelmiş bekliyordu. Umutla yüzüme baktı. Eğildim, iki üç kez okşar gibi omuzlarına vurdum gülümseyerek. Elimi havada öne arkaya sallayıp bekle işareti yapıp yanından ayrıldım, makam odama geçip koltuğa yerleştim. Personel çayımı getirdi, sigaramı yaktım. Bir şeyler yapabilmenin, gariban birine, insanıma yardımcı olabilmenin mutluluğu, huzuru akvaryumdaki balıklar gibi sessiz, sakin, çarpışmadan yüzüyordu iç dünyamda. Çayımı yarılamıştım ki üç kez tıklamadan telaşla kapım açıldı. Ahmet Efendi, esmer yüzü gece karanlığına bürünmüş kafasını uzattı.

-Tokdur Bey! Hasta fenalaştı, yetişin…

Yerimden nasıl fırladım, sigaramı söndürdüm mü, nasıl ameliyathaneye ulaştım, hatırlamıyorum. Ameliyathanedeydim. Soru sormama gerek kalmadı.

-Sinan Bey, birdenbire oldu her şey! Hastanın ateşi 40 derece, tansiyon alamıyoruz, nabız 190… Gidiyor hasta…

-Ahmet Efendi, Mustafa Beyi çağır, çabuuukkk!

Beş dakika içinde Mustafa Bey de geldi. Bir ömür süren yarım saat boyunca hastayı kurtarmak, Azrail’in elinden alabilmek için çırpındık durduk. Olmadı. Azrail ile savaşı kazanamadık, kaybettik kızı. Öldü. Septik şok (mikrobun kana karışması) sebebiyle masada kaldı. Yıkılmıştım, ayakta durmakta zorlanıyordum. Sırtımı duvara dayayıp beton zemine oturdum, ellerimi dizlerimde kavuşturdum. Ne düşündüğümü bilmeden boş gözlerle masadaki, yaşayacaklarını yaşayamadan bu dünyadan göçen kıza bakıyordum; gözlerimden süzülen gözyaşlarımın yanaklarımı yakan ateşine aldırmadan… Ahmet Efendi, hemşireler, Mustafa Bey başıma dikildi.

-Tokdur Bey, sen gerekeni yaptın. Allah’ın takdiri, ömrü bu kadarmış…

-Şefim, kader… Üzülmeyin n’olur!

-Sinaaannnn! Cerrahsın, toparla kendini.

Mustafa Beyin odayı çınlatan sesi ve omuzlarımdan sarsmasıyla kendime geldim. Ellerimin sırtıyla gözyaşlarımı kuruladım, aynaya bakmadan saçlarıma, bıyığıma çekidüzen verdim. Toparladım kendimi. Doğru, cerrahtım. En zor, en acı, en dramatik görevimi yaparken de güçlü olmalı, güçlü gözükmeliydim.

Ameliyathaneden çıktık. Ahmet Efendi, acı haberi kadına anlatırken yanında, ayakta, üzgün, donuk gözlerle kadının gözlerine bakarak, içimdeki güçsüzlüğümü belli etmeden güçlü gözükerek bekledim. Kadıncağız bağırıp çağırmadı, ağıt yakmadı, sessizce ağlamaya başladı. Yarım saat öncesi gibi, bu kez gülümsemeden yine iki üç kez dokundum kadının omzuna, bekle işareti yapmadan yanından ayrıldım. Hasta yakını hariç kimsenin rahatsız etmemesi talimatı verip çay da istemediğimi söyledikten sonra odama girdim, koltuğuma çöktüm. Sigara yaktım tekrar. Akvaryumda fırtına çıkmıştı. İç dünyamdaki duygular, lunaparkta çarpışan otolar gibiydi şimdi.

Erciş’te Verem Savaş Dispanseri, sigorta polikliniği, iki tane sağlık ocağı, hastane vardı, hepsinde de doktorlar… Muayeneler ücretsizdi. Hastanede acil

vakalarda, parası olmayanlara ücretsiz bakılması talimatı vermiştim. Garibanlığı anlıyordum ama cehaleti hazmedemiyordum.

Kaç dal sigara içtim saymadım, kaç dakika geçti bilmiyorum. Kapım üç kez tıklanıp açıldı. Temiz giyimli, kırk beş yaşlarında bir erkek girdi odaya. Ceketinin önünü ilikleyip saygıyla yanıma yaklaştı, elini uzattı, tokalaştık.

-Başımız sağolsun Doktor Bey!

-Sağolun, sizlerin de…

Karşımdaki koltuğa oturdu, kendini tanıttı. Rahmetli kızın uzaktan akrabasıymış.

-Sinan Bey! Her şeyi öğrendim. Gereken her şeyi yapmış, her kolaylığı göstermişsiniz. Allah razı olsun sizden. Takdir-i ilahi! Ömrü bu kadarmış. Allah verdi, Allah aldı. Mekanı cennet olsun.

-Amin.

Bir bardak çay içimi sohbet ettik. Hasta yakını, son kez teşekkür edip çıktı. Zifiri karanlığımda çarpışan otolar çarpışmaya devam ediyordu. Bu akşam briç oynamayacak, Ümit Üsteğmen ile takılmayacak, yalnız kalıp kendimle konuşacaktım.

Güzeli kirleten cehalet idi, görüp temizleyecek insan… Bilgi-akıl, tevekkül-kader… Yaşadıklarımı düşünecek, tekrar tekrar sorgulayacaktım bunları…

10-06-2021- NEŞTER İZLERİ – 11.ÖYKÜ

4
A+
A-
REKLAM ALANI