Şimdi okuyacağınız; bilindik bir hikayedir. Ama hikayeler zamana uyum sağlarlar. Onun için yüzyıllarca okunur, dinlenirler. Hikayenin mesajı ne hikmetse; her toplumda, her dönemde, ulaşması gereken doğru adresi bulur. Birilerinin canı yanar, birileri ibret alır. Kimi kulağıyla, kimi yüreğiyle dinler. Bazı yerlerde de farklı farklı anlatılır. Diyorum ki türkülere konu olan bu öyküyü hep beraber bir kez daha anımsayalım.
Çok güzel kaval çalmasıyla çevreye ünü yayılan çoban dan söz ederken; evlerde, çeşme başlarında kadınlar, kahvelerde erkekler ( bu çoban kavalını öyle güzel öyle etkili etkili çalar ki, bırakın koyunları, sesi duyan insanlar bile ellerindeki işi bırakır onu hayranlıkla dinler, kendilerinden geçerler. O kavalını üflediği anda yer gök, dağ taş onu dikkat kesilir.) derler.
Genç çoban yaptığı işten memnundur, Koyunlarını sever, herbirinin özelliğini bilir, onlarla tek tek konuşur, dertleşir. Hele sürünün içinde bir kara koyun vardır ki; çoban onu kendi gözünden bile kıskanır. Kapkara gözleri, pırıl pırıl tüyleriyle sürünün kraliçesidir adeta. Hele bir de yavrusu olunca, çoban onu yanından hiç ayırmaz, kimselere vermeye kıyamaz.
Birgün bu genç çoban, ağanın kızını görür ve aşık olur. Aşk güzeldir ama; imkansız aşk, düşman başına. Ağa kiiim, garip çoban kim? Sevdiğine kavuşmanın mümkünü yok! Zavallı, yemeden içmeden kesilir, omuzları çöker, benzi sararır solar. Görenler, bilenler onu için üzülürler ama, ellerinden bir şey gelmez. Zaman içerisinde onun bu acıklı hali ağanın dostlarından birinin kulağına çalınır. Adam, merhametli, değerli bir insanmış. Ağayla da içtikleri su ayrı gitmiyormuş. Bir sohbet sırasında ağaya olanları anlatır, kızını bu garip çobana vermesini ister. Ağa dostunun hatırını kıramaz, keyfi kaçar ( Gelsin bir görelim.) der, ama, asıl niyeti oğlana bir kusur bulup, zora sokmak ve kızını vermemek. Çoban bu haberi alınca, sevinçten ne yapacağını bilemez. Ağanın huzuruna çıkmak için kendince giyinip kuşanır hazırlanır. Huzura eli boş çıkılmaz tabii. Ne yapsam , ne götürsem diye düşünüp taşınırken gözü, kara g koyunun dünya güzeli yavrusuna takılır. Anası (Yapma oğlum? Kuzu daha çok küçük.) Dediyse de söz geçiremez. Çoban, kara koyunun kuzusunu kaptığı gibi huzura varır. Ağa çobanı da hediyesini de beğenmiştir ama, kızı vermeye gönlü yok! Kuzu kesilip sofralar kurulur, sohbetler edilir. Ağa çobana( Sana kızımı veririm ama; duyduğuma göre senin gibi etkili ve güzel kaval çalan yokmuş. Bana kendini ispatlaman gerekir. Ben senin koyunlarını ağıla kapatıp üç gün sadece tuz yalatacağım. Sonra bütün köyün huzurunda koyunları serbest bırakacağız
Doğal olarak su içmek için hepsi dereye koşacaklar. Sen kaval çalarak o koyunları su içmeden ağıla toplayabilirsen kız senindir. Bir yudum su dahi içen olursa kızımı vermem) der .Çobanın kabul etmekten başka çaresi yok. Koyunlar ağıla kapatılıp üç gün tuz yalatılır. Gün gelince tüm köylü dere kenarında toplanır. Ağıl kapıları açılır. Koyunlar dereye doğru koşmaya, çoban da kavalını çalmaya başlar. Ama susuzlıktan perişan olan hayvanların kavalı duyacak halleri yok…. Olanca güçleriyle suya koşuyorlar. Çoban bütün yeteğini ortaya koyuyor, yüreğindeki aşk ateşi, kavalın sesinde en güzel namelere dönüyor, dinleyen köylülerin gözyaşları sel gibi. Çoban var gücüyle çalmaya devam ediyor. Koyunlar suya koşuyorlar… Ulaşmalarına birkaç dakika kala, kavaldan öyle yanık bir name çıkıyor ki; bir anda koyunlar duruyor, bütün susuzluklarına rağmen ağıla dönmeye başlıyorlar…. Köylü rahat nefes alıyor, çobanın canına can katılıyor…. Ama bir terslik var! Yavrusu alıp ağaya hediye götürdüğü kara koyun, yönünü değiştirmiyor. Derenin kenarına geliyor, şöyle bir dönüp çobana acı acı bakıyor ve eğilip su içiyor.
Hikayenin sonu bu acıyla noktalanıyor.
Öykünün türküsünde; çobanın kara koyuna yalvarışı çok güzel ifade edilmiştir. Melodi insanın içine işler . İnternetten bulup dinleyebilirsiniz.
Meleme koyunum, ağlama vazgeç kuzundan,
Çok anneler ayrı da düşer kızından. Bugün evlatlarımızın canını bir şekilde yakanlar , kendi hırsları, istekleri uğruna, başkalarının çocuklarını harcayanlar varsa, bu öyküden ibret alsınlar. Allah’tan gelene boynumuz kıldan ince. Ama; kimse kimseyi evladıyla sınamaya kalkmasın! Bir gün, bir kara koyun, onların kavalını dinlemeyip su içebilir, kurgu bozulur. Düzen değişir.
Evlat denince akan sular durur. Sadece senin veya benim evladım değil; her çocuk, her genç değerlidir ve ülkemizin yarınıdır.
Son günlerde ilçemizde üniversite eğitimi almakta olan gençlerle sohbet imkanı buldum. Onlar ailelerinin bize emanetleri. Bizim gözetimimizde bizim desteğimizle diplomalarını alıp hayata atılacaklar. Gittikleri yerlerde Bandırma ve Bandırmalılardan söz edecekler. Belki birgün eş ve çocuklarıyla gelip eğitim aldıkları okulu ve beldemizi ziyaret edecek üniversite anılarını tazeleyecekler. Kaldıkları yurtlarda pek çok sıkıntı yaşıyorlarmış. Harçlıklarını çıkartıp ailelerinin yükünü azaltmaya çalışanlar, ara zamanlı iş bulmakta zorlanıyor, bulabilenler de çok kez boğaz tokluğuna karşılığı çalışıyorlarmış. Ev sahipleri öğrencilere ev vermek istemiyormuş. Batmanlı bir genç; gömleklerini, çoraplarını soğuk suyla deterjansız yıkadığını söyledi. Üstü başı kötü kokuyor ve doğu şivesiyle konuşuyor diye dışlanıyormuş. ( Bizim memlekette iki ineğimiz var. Anam onları sağınca sütün bir kısmını yoldan geçen askerlere dağıtır, onlar analarının bize emaneti.) der. (Bizi de ailemiz büyük şehir pahalı olur diye Bandırma’da okumaya gönderdi. ) dedi. Belli ki Bandırmalıların kendilerine sahip çıkmasını bekliyor bu gençler. Ben bu konuda, işçi çalıştıran işyeri sahiplerinin, evini kiraya verenlerin, öğrenci yurtlarında görevli arkadaşlarımızın ve Bandırma’da yaşayan herkesin daha duyarlı olacaklarına inanıyorum.
ULVİYE KARA AKCOŞ