YEŞİL GECE
Reşat Nuri Güntekin
Dudaktan Kalbe, Çalıkuşu ve Yaprak Dökümü gibi romanlarıyla hafızamıza yerleşen R. Nuri Güntekin (1889-1956), eserlerinde genel olarak, Osmanlı Devleti’nin yıkılmaya yüz tutmuş, 19. Yüzyılın son çeyreğindeki bozulmuş düzenini konu edinmektedir. Köhnemiş toplumsal yaşantının gözlemcisi olarak o günlerdeki insan ilişkilerini irdeleyip, kaleme alan, araştırmacılığının yanı sıra akıcı üslubuyla, okuyucularına aktaran, bizlere tarihsel ve toplumsal eserler bırakan yazarlarımızın önde gelenlerinden birisidir, Güntekin.
Osmanlı toplumu her cephede savaşmaktan yorgun düşmüştür. Üstüne üstlük bir de Balkan Savaşları yenilgisini de tadınca, Anadolu’nun her ilinde, her kasabasında, bu yenilgilerin etkisi, toplumun her kademesinde kendisini yıkım şeklinde göstermiştir. Devletin, kilometrelerce toprak kaybının yanında, Osmanlı hazinesinin boşaltılması ve savaş borçlanmalarının yükü ve de bu borçlanmaların yüksek tefeci faizleriyle katlanması, netice itibariyle, toplam olarak, yoksul halka yüklenince, halkı uyutmak için, “İslamcılık ve Türkçülük” ideolojisine sarılmaktan başka bir çıkış yolu kalmamıştır. Halkın üzerindeki ‘vergi’ yüklerinin artırılmasına yönelik faaliyetler, yoksulluğun katlanılmaz ağırlığı olarak ve de yıkıcı, yıpratıcı bir tükenmişlik sendromu şeklinde toplumsal yaşantıda etkisini göstermiştir.
Birinci Meşrutiyetin ilanıyla, yürütülmeye çalışılan baskıcı rejime bir ara verilmiş, Anayasal bir düzene geçilmiştir. Lakin bu monarşik yapı, ancak 15 ay sürebilmiş, Abdülhamid, Osmanlı- Rus Savaşı (1877- 1878) yenilgisini bahane ederek, Anayasa’yı rafa kaldırmıştır. Yeniden koyu bir istibdat dönemi başlamış, saraya jurnallemeler, saray hafiyelerinin olur olmaz, doğru, yanlış elde ettikleri bilgi ve haberleri, içlerine iftiraların da eklenmiş halleriyle saraya yetiştirmesi dönemi başlamıştır.
*
1908 yılında, Abdülhamid, yeniden Anayasal monarşi düzenine geçmeye zorlanmıştır. Bu 2. Meşrutiyet (1908- 1920) süreci, toplumsal yaşamdaki değişim ve dönüşümler, sarık- fes çelişkisi, medrese- İdadi, Maarif mektepleri çatışması şeklinde kendini göstermiştir. “Yeşil Gece “ romanı da tam bu dönemi konu edinmektedir. Anadolu’da Sarıova diye bir kasabada geçen bu çelişkili, mücadeleli yaşamları, kurgudan ziyade yaşanmışlıkların aktarımı olarak nefessiz okumak mümkün olmaktadır. Dini kurallara bağımlı yaşayan insanların, bilinmezlikler içinde “Türbelerden” medet ummaları, medrese eğitiminden vaz geçtiklerinde felaketlerin yakalarını bırakmayacağına dair sarsılmaz inançları içindeyken, bütün bu batıl dogmalara karşı savaş açan, cesur yürekli “Şahin öğretmenin” kasabaya yeni fikirleri getirmesi, yerleşik hacı- hoca takımıyla, mülki idare takımıyla, yılmadan mücadelesi anlatılmaktadır. Düzenin koruyucuları tarafından düşmanca muameleler, yalanlar, iftiralar, yok etmeye çalışmalar, komplolar, hepsi, Şahin öğretmene ve ona yakınlık gösteren birkaç yakın aydın fikirli arkadaş grubuna uygulanmaktadır.
Kasabadaki bu mutaassıp kesimin temsilcileriyle, yenilikçilerin arasında geçen kirli savaşların ardı arkası kesilmeden, didişmeleri sürüp giderken, ülke gündemine Dünya Savaşı girer. 1915’de başlayan Birinci Dünya Savaşı ve savaş yenilgisinin olumsuz etkileri, kendisini, Anadolu’yu Yunan işgal kuvvetlerinin sarmasıyla gösterir. Sarıklı, cübbeli medrese tayfası, kendi çıkarları doğrultusunda, ya işgal kuvvetlerinin yanında tavır alırlar, ya da imkanı olanlar kasabayı boşaltıp, yeni bir yaşam alanı bulmaya yönelirler.
Eserleri, yüz yıl aradan sonra bile zevkle okunan güzide yazarlarımızdan olan Reşat Nuri’nin 1926-1928 yıllarında yazılan ‘Yeşil Gece’ romanı, 2. Meşrutiyetin ilanı (1909) ve Balkan Savaşları yenilgisi (1912) yıllarını kapsayan ve 1924 Hilafetin Kaldırılması, Medreseler ve Tekkelerin kaldırılması Kanunu ile sonuçlanan yılları, okuyucularına aktarmaktadır. Medrese eğitimi ile Meşrutiyetin ilanıyla kurulmaya çalışılan Maarif mekteplerinin çatışmasını anlatmaktadır.
*
İdadi, İptidai mektepler, Darülmuallim, Darülşafaka, Darülaceze gibi, yeni yetiştirilmeye çalışılan öğretmenlerin okulları, kimsesiz, yetim çocukların eğitim gördüğü kurumlar ve hasta, yaşlı, bakıma muhtaç insanların bakıldığı kurumlar, II. Abdülhamid zamanında, 1. Merutiyetin ilanıyla, toplumun özgürleşmesi ve asrileşmesi adına, Batı medeniyetlerine yetişme gayreti ve biraz da Batı’nın zorlamasıyla dayatılan yenilikler olarak Osmanlı’nın tutucu, gerici halklarına birer dayatma olarak kabul ettirilmeye çalışılmış kurumlardır.
Yeşil Gece’den alıntılar;
‘O sene İstanbul’da şiddetli bir kış vardı. Ateşsiz hücresinde eski yorganına sarınarak oturan genç softa, pencereden yağan karları seyrederdi. Allah’ı öldürmek için gökyüzüne ok atan Nemrut’a benzemişti. Ona isyanının, şüphesinin okuyla patlatmış olduğu gökyüzü böyle parça parça dökülüyor, eriyor gibi geliyordu. Demek ebedi hayat mutlak değildi. Bu dünyada sevilip kaybedilen, istenip ele geçirilemeyen şeylere başka dünyada kavuşmak ümidi de zayıftı. İnsan, bir mihnet içinde kapadığı gözlerini belki başka âleme açamayacak ve dalından düşmüş bir kuru yaprak gibi toprakta çürüyüp gidecekti…’
‘Şahin Hoca, bu hakikati ancak kendi memleketinde bütün genişliğiyle anladı. Bir çiftçi veya çoban olarak burada tutunmasına imkân yoktu. Artık kasabasının güneşini eskisi gibi pek parlak, topraklarını eskisi kadar taze görmüyordu. Son zamanlarda medrese için: “ Bu karanlıkta yaşanmaz. Asırlardan beri burada yeşil bir gece hüküm sürüyor”, demeyi âdet edinmişti. Şimdi de kasabası için aynı şeyi durmadan kendi kendine tekrar ediyordu: “ Medreselerin yeşil gecesi yalnız kendi içlerini karanlığa boğmakla kalmamış; memleketin her yanına yayılmış, her köşesini kaplamış.” Zaten bunun başka türlü olmasına da imkân yoktu. Akıllara, vicdanlara şimdiye kadar hep bu medreseden yetişenler rehberlik ediyorlardı. Bu adamlar, memlekete karanlıktan gayri ne götürebilirlerdi ki?’
‘Şahin Hoca, üç aylar gelince omuzlarında heybeleriyle Anadolu yollarına dökülen ‘cer hocaları’nı* kimi beyaz, kimi yeşilbaşlı sürü sürü baykuşlara benzetiyordu .Evet, zavallı memleket, asırlardan beri yeşil bir gece içinde yaşıyordu. Halk, dünyayı hep bu karanlığın arasında görüyordu. Anadolu’da fikirlerin geri, insanların sefil kalması, işlerin fena gitmesi hep bu yüzdendi. Şahin Hoca, memleketinin iptidai mekteplerini gezdi. Onlar da medresenin bir parçasından başka bir şey değildi. Güneşli sokaklardan, serin dere kenarlarından alınarak buraya hapsedilen çocuklara acımaya başladı. Bu tahsilden sonra ne olacaklarını düşündü. Bunların en canlıları tehditlere, dayaklara rağmen bu sevimsiz izbelerden kaçacaklar, toprağa döneceklerdi. Bir kısmı da “Ebcet”** gibi ne ölüye, ne diriye yaramayacak öyle şeyler belleyeceklerdi ki kendilerine ve etrafındakilere zarardan başka bir şey temin etmeyecekti. Sonra, bu çocuklar büyüyecek, babalarının, büyük kardeşlerinin yerlerini alacaklardı. Fakat kafa cihetinden onlardan kıl kadar farkları olmayacaktı. Onlar da şimdikiler gibi ne düşündüklerini, ne yapacaklarını bilmeyecekler, zararlı otlar gibi oldukları yerde büyüyüp kuruyacaklar yahut büyüklerin o İstanbul’da bin şeklini gördüğü entrikalarına, menfaatlerine âlet olacaklar, koyun sürüleri gibi gayesiz ölümlere sevk edileceklerdi.’