Erciş, üç buçuk aydır gelinliğini giyinmişti ve yerlilerinin söylediğine göre en az iki ay daha çıkarmayacaktı. Doğmadığım ama beş aydır doyduğum, sevdiğim, şirin kasaba iki renge bürünmüştü. Dağlar, tepeler, ağaçlar, caddeler, sokaklar, damlar, hulasa her tarafın bembeyazlığı bir tarafta; Van Gölü ve gökyüzünün her gün, günün her vakti tonu değişen maviliği diğer tarafta… Mavi ve beyaz… Beraberinde de soğuk… Akdağ’ın eteklerine kurulmuş, tam bir kara ikliminin hüküm sürdüğü, doğduğum kasabam Ladik ve askerlik yaptığım, bir sene yaşadığım Sarıkamış kışlarını aratmayan, geceleri uçan kuşun donacağı kadar soğuk… Yine de kış mevsimi yakışıyordu Erciş’e, kışın da güzeldi Erciş. Güzel bakıyor, güzeli-güzellikleri görebiliyorsak ülkemin her köşesi, yaratılan her şey güzeldi. Doğrusu “Güzel bakmak sevaptır” olan atasözünü “Güzele bakmak sevaptır” diye değiştirmiş, yanlış olduğunu bilmeden maalesef böyle kullanıyorduk. Güzeli kirleten de kiri temizleyecek de insandı; bizlerdik. Kiri görmemek, kirden etkilenmemek mümkün değildi ki! Hatta temizleyebilmek için kiri ve kirletenleri görmek, görebilmek gerekiyordu.
Bu akşam, saat 16.00 olmadan yüreğimdeki kızgın koru biraz olsun soğutabilmek için hastaneden erken çıkmıştım. Amacım, soğuk havada arabamla Van’a doğru iki üç kilometre tur atmaktı. Yollar karla kaplıydı biliyordum da cam gibi buz olduğunu ana yolda arabam birkaç zik zak yapınca anladım. Gözüm yemedi turlamayı, geri döndüm. Briketle döşenip çimentoyla sıvanmış, tek katlı, ön tarafları camla kaplı, saçaklarından inceli kalınlı buzlar sarkan, yan yana dizilmiş bir eczane, üç muayenehaneden oluşan yapının başlangıcındaki karları kürenmiş, iki aracın park edebileceği yerde Toros’umu park edip aracımdan indim. Yarım metreyi bulan karları bata çıka aşıp muayenehaneme yöneldim. Üşüyor, titriyor, dişlerim birbirine vuruyordu ancak yüreğimdeki kızgın kor kızgınlığı gram azalmamıştı. Kontraplakla bekleme salonu, pansuman ve muayene odaları olarak üçe ayrılmış, bir köşesinde kömür yığılı, tabanı beton muayenehaneme girdiğimde cayır cayır yanan kömür sobasının sıcaklığı yüzüme çarptı. Bahattin ve Ali Osmanla selamlaştım. Sobaya yaklaşıp deri eldivenlerimi çıkardım, ellerimi sobaya uzattım titreyerek. Allah’tan bekleyen hastam yoktu. Bir süre sustum, ısındım, titremem geçti, konuştum. Sesim buz gibiydi.
-Ali Osman, üç çay söylesene…
-Başım gözüm üste abi, hemen!
İhtiyacım yoktu ama yanımda iki kişi çalışıyordu. İlkokuldan sonra okumayan on üç yaşındaki Ali Osman ve kırk yaşında, bekar, çiçek bozumu yüzlü, Kürt kökenli, gariban Bahattin. Ali Osman çıkarken muayene bölümüne geçtim, koltuğuma kurulup sigaramı yaktım. Peşimden Bahattin geldi. Beş aydır yanımda çalışıyor, beni tanıyordu artık.
-Hayırdır tohdurum? Kızgınsın, canın sıkkın!
-Üzüntü, sıkıntı, kızgınlık… Hepsi var Bahattin.
-Anlatsan tohdurum…
Sigaramdan derin bir nefes çektim, dumanı geri verirken hırsımı Bahattin’den alırcasına kelimeler ağzımdan dökülmeye başladı.
-Biliyorsun, Aralık sonunda Ömer gitti.
-Bilirem.
-O günden beri narkoz teknisyenim yok, ameliyat yapamıyorum. Üç aydır bakanlık, kaymakam, sağlık müdürü dahil çalmadığım kapı kalmadığını ama değişen bir şey olmadığını da biliyorsun.
-Heee!
-Öğlenden sonra merhabam olan, sosyal çevresi geniş, sözü dinlenen, Ercişli bir müdürle görüştüm. Siyasetçilerle, milletvekili yakınları ile görüşüp durumu anlatmasını, narkozcu istemesini rica ettim.
-İyi yapmışsen tohdurum.
-İyi yapmadım be Bahattin! “Doktor Bey, narkozcu gelecek, sen ameliyat yapıp para kazanacaksın diye niçin ben uğraşayım ki? Kendi işim olsa neyse!” cevabı aldım. Sustum, cevap vermedim.
-Cahil, aptal, gerizekalı, eşşoğlu eşşek!
-Cahil değil ki! Okumuş yazmış, koskoca müdür!
-Diploma meslek, koltuk sahibi yapar ama cehaleti gidermez ki tohdurum, bilirsen bunları…
Çaylarımız gelmişti. İki şeker atıp karıştırmaya başladım. Abdurrahman Çelebi olduğumu bilerek ısrarlara dayanamayıp başhekimliği kabul etmiştim. Görev istememiştim, verilmişti. Eksikleri gidermeye, değiştirebileceklerimi değiştirmeye uğraşıyordum. Devletin hantallığını görmüş, batıda gördüğüm gibi vatandaşla el ele verip bazı şeyleri olsun düzeltme peşindeydim. Elimi attığım dal elimde kalıyordu. Tıkanıyor, üzülüyor, kızıyordum. Başhekim olur olmaz Ercişli, seyid, hatırı sayılan hastane müdürümüze, ilçenin ileri gelenlerini dolaşıp bağış toplamayı, hastanenin fiziki ve teknik şartlarını kısmen de olsa iyileştirmeyi teklif ettiğimde “Doktor bey, kimse elini cebine atmaz, gerekeni devlet yapsın der” cevabını almış, ısrarıma rağmen teklifim kabul görmemişti. Bahattin’e bunu da anlatmıştım, biliyordu. Çayımdan bir yudum aldım, Bahattin’i cevapladım.
-Bahattin, haklısın, biliyorum. Biliyorum da aldığım cevabı sadece cehaletle izah edemiyorum ki! Müdür olmuş biri, burada ameliyat edemediğim bir hastanın Van’da maddi çok daha fazla masraf edeceğini, manevi çok daha fazla sıkıntı yaşayacağını nasıl düşünemez, aklını niçin kullanmaz?
-Düşünmez, kullanmaz tohdurum. Bizler vermeden almaya, her şeyi devletten beklemeye alışmışez. Elektrik, su parası ödemeyiz. Zenginimizin verdiği vergi, zekat değil sadaka kadardır. Biraz palazlanan kapağı batıya atıp buraları unutur. Siyasetçimiz üç beş kişiyi işe yerleştirmeyi hizmet etmek, bizler de hizmet almak sanırız. Devlet de bunları bilir yani bilmesi gerekir diyem.
-PKK, devleti suçluyor, “Kürtüz diye buralara hizmet gelmiyor” diyor ama…
-Yalan değil, yanlış tohdurum. Men de Kürtem. Her sene param bitene kadar on, on beş gün Türkiye’yi geziyem; köylerine kadar hem de… Kimse beni sen Kürtsen diye misafir etmemezlik etmiyor. Vallah bak! Kuzeyde, güneyde, batıda, İç Anadolu’da öyle köyler, kasabalar gördüm ki yoklukta buradakileri aratmıyorlar. Hizmet gelmediği değil, geç ve yavaş geldiği doğru ancak Kürt olduğumuz için gelmediği yanlış. Hem buralarda sadece Kürtler yaşamıyor ki! Cehaletimizi kullanıp bizi, gençleri kandırmaya çalışıyorlar. Amaçları başka…
-Neymiş amaçları?
-Ülkemizi bölmek tohdurum.
-Pekiiii! Ne yapmak gerekir?
-Tohdurum, men cahilem. Bilip gördüklerimi söylirem. Önce cehaletimiz giderilmeli direm. Gerisine aklım ermez.
İnanın, tüm bunları kendine has şivesiyle kimsiz kimsesiz, hayata küsmüş, gelecek hesabı yapmadan bugünü yaşayan, ilkokul üçten terk, bazı okumuş cahillere inat okumamış alim, nev-i şahsına münhasır Bahattin söylüyordu, onun ağzından ben konuşmuyordum.
-Ben ne yapayım dersin?
-Elinden geleni, gücünün yettiğini yap ama kendini yıpratma tohdurum.
-O halde çıkıyorum. Briç karesini kaçırmayayım, kafa dağıtayım biraz. Siz de muayenehaneyi kapatın, keyfinize bakın.
-Başım gözüm üste!
Çıktım, Toros’uma bindim, kontağı çevirdim. Jandarma Lokaline giderken “Briçteki cahilliğimi olsun azaltayım” diye düşünüyordum.
Ertesi gün, öğlen tatilinin son saatleri… Muayenehanemdeki hastaların muayenesini bitirmiş, yorgunluk çayı içiyorum. Dışarıdaki soğuk, geceye göre biraz kırılmış olsa da hatırı sayılır derecede soğuk… Yüreğimse iç güveyisinden hallice… Oturduğum yerden, otuz yaşlarında, üzerinde eski püskü manto, altında kırmızılı yeşilli bandik, ayağında kara lastik, sırtında battaniyeye sarılmış çocukla bir kadının muayenehaneme girdiğini gördüm. Kadın, Bahattin’in yardımıyla sırtındakini muayene masama yatırdı, battaniyeyi açtı. Ellerini ısıtmaya çalışır gibi şefkatle çocuğun yanaklarına koyup incitmemeye çalışarak okşarken üzgün, çaresiz bakışlarını bana kaydırdı, bense hastaya… Türkçe bilmediği belliydi.
Yerimden kalkıp hastanın sağına geçtim. Çökmüş avurtları, yumurta sarısı göz çukurları, canlılığını kaybetmiş solgun yüzüne rağmen yemenisinin altından sarkan sarı saçları, açmakta zorlandığı göz kapakları altındaki yeşilimsi mavi gözleriyle tatlı mı tatlı, güzel mi güzel, dokuz on yaşlarında bir kız çocuğuydu hastam. Yüzüm asıldı, kalbim daraldı. Tıp fakültesi öğrencilerinin kitaplarda okuduğu, benim bugüne kadar defalarca gördüğüm dört dörtlük peritonit (Karın içi yaygın iltihap) yüzüydü tekrar gördüğüm, görmek istemediğim…
NEŞTER İZLERİ kitabımdaki 11. Hikayemdir. Devamı haftaya…
28-05-2021-BANDIRMA