Büyük Bozgun Balkan Savaşlarını Anlatan Eserler

 TÜRK TARİHİNDE  EN ACI SAYFALARDAN BİRİ OLAN  SAVAŞLARLA GÖÇLERLE MİLYONLARCA İNSANIN ÖLÜMÜNE ve GÖÇ ETMESİNE YOL AÇAN  ANCAK RESMİ TARİHTE YER VERİLMEYEN  BALKAN SAVAŞLARINI KONU ALAN  ESERLER  VE BOZGUNUN NEDENLERİNE  DAİR FARKLI BİR BAKIŞ VE  DEĞERLENDİRME SUNAN YAZARLARIN MAKALESİNDEN ÖZET VERİLMEKTEDİR.

Makale . Mehmet Bülent ULUDAĞ & Soner KARAGÜL

Balkan Savaşları Türk tarihinin en acı sayfalarından biridir. Bu savaşlarla ilgili bir asır
boyunca çok sayıda eser ve araştırma yapılmıştır. Fakat bu savaş dönemi halen daha sağlıklı
bir yaklaşımla ele alınmadığı gibi, sürekli olarak bir takım perdelemeler ile karşılaşılmaktadır.
Bu savaşın acılarını konu alan edebiyat, sinema, tiyatro eseri bile yok denecek kadar azdır.
Mesela bu savaştan önceki ve sonraki dönemlerde yaşanmış Kanije, Silistre, Plevne, Çanakkale,
Antep gibi destansı müdafaa örnekleri vardır. En az bu müdafaalar kadar önemli olan Edirne
müdafaası mesela, edebiyat ya da sinema konusu yapılmamıştır. Sadece olayların şahidi
Mehmet Akif’in kan ağlayarak yazdığı şiirleri müstesna, böylesi başka eserlere maalesef fazla
tesadüf olunamamaktadır. Sayıca çok olduğu görülen Balkan Savaşı edebiyatı eserlerinin2 çoğu
da ağıtların, ağlamaların ya da intikam çağrılarının ötesine fazla geçememiştir ve büyük kısmı
da tarih araştırmalarına katkı sağlayıcı özellikte değildir. Buna karşın kitleleri teselli ya da tahrik
amaçlı çokça eser vardır. Balkan Savaşları, toplum ve devlet olarak pek hatırlanmak
istenmeyen, hatta unutulmak istenen bir dönemdir. Bunun nedenleri tartışılabilir. Fakat bu
yaklaşım bir tür “devekuşu” davranışı ya da politikasıdır ve tarihsel sorunsalları ortadan
kaldırmamaktadır. Savaş sürecini askeri tarih yönünden ele alan, bölge bölge detaylı çalışmalar
elbette mevcuttur. Fakat buradan savaşın yol açtığı travmaları gerçek boyutlarıyla anlamak ve
sorumlular hakkında bilgi sahibi olmak olanaklı değildir. Savaşın yol açtığı çöküş ve kayıplar bir
yana, hangi siyasal süreçlerin ve algılamaların bu manzarayı ortaya çıkardığının da
değerlendirilmesi ve zihinlerde kuşku bırakmayacak, hiçbir sınırlamaya tabi olmayan salt
gerçeğin ortaya konması son derece önemlidir. Bu çalışma bu yolda bir mesafe taşı olmayı
hedeflemektedir. 

Ülkemizde doğrudan Balkan Savaşları’na dair yayınların sayısı hayli fazla olmakla
birlikte, gerçekten aydınlatıcı olan ve iz bırakanların sayısı fazla değildir. Öte yandan
mevcutların bir arada kategorize edildiği bibliyografyaların sınırlı oluşu araştırmacıların
karşılaştığı zorluklar arasındadır.3 Kayda değer eserleri, bazı gruplamalara tabi tutmak
gerekirse ilk grup olarak “resmi harp tarihi kitapları” denilebilecek bir kategori oluşturulabilir.
Bu grup içinde Genelkurmay yayınları en önemlileridir. Balkan Savaşlarına dair kaynaklarda
ikinci bir kategori, resmi yaklaşımdan bağımsız olarak “Türk subaylarının ya da savaşı yaşamış
başka kimselerin anıları” biçiminde adlandırılabilir. Bu tip kaynaklarda savaşta Türk-Müslüman
ahaliye yapılan vahşet ve soykırım daha netleşmekte, esir Türk askerlerinin durumuna dair de
çok üzücü sahneler gözlenmektedir. Fakat bu kategoriye giren eserlerden subayların
yazdıklarının çoğunda maceraperestlik ve hayalperestlik her daim gözlenmektedir.
Başarısızlığın sorumluluğunu ararken ortaya atılan isabetli-isabetsiz tespitlerin
değerlendirilmesi bile çok öğretici olabilir. Balkan Savaşları konusunda ele alacağımız üçüncü kategori kaynaklar içinse, “yabancıların gözü ile Balkan Harbi” biçiminde bir adlandırma
yapılabilir. Paul Dumont & François Georgeon, Pierre Loti, Alan Palmer, Leon Troçki gibi savaşı
takip etmiş ya da eserleri içinde bu savaşa önemli bir yer ayırmış meşhur yazarların gözlemleri
bu kategori içine girmektedir. Dördüncü bir kategori olarak da müstakil olarak Balkan
Savaşları’nın belli bir yönünü ele alan makale-bildiri tarzı çalışmalardan ve başka konular ve
amaçlar için yazılmış geniş boyutlu eserlerin içinde, Balkan Savaşları için ayrılmış müstakil
kısımlardan bahsetmek isabetli olacaktır. Balkan Savaşları konusunda en çok bu türden
çalışmalarla karşılaşılmaktadır. Beşinci bir kategori olarak da Balkan Savaşlarının Türk
edebiyatındaki izlerinin gözlemlendiği eserleri ele almak olanaklıdır.

2. RESMİ YAYINLAR
Genelkurmay ATASE (Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Dairesi) Başkanlığının Balkan Harbi
başlığı altındaki yayını, oldukça geniş kapsamlı ve objektif verilerle destekli, adeta ansiklopedi
benzeri bir çalışmadır.4 Bu hacimli çalışma konuya askerlik tarihi açısından bakmakta ve sonucu
etkileyen hata ve yanılgıları bulmaya çalışmaktadır. Sadece ordu personeli ve askeri öğrenciler
için değil, konuyla ilgili herkes tarafından rahatça okunup anlaşılabilecek tarzda, ama genişliği
ile de etkileyici bir kaynak görünümündedir. 8 müstakil kitaptan oluşan bu serinin her bir kitabı
savaşın baştan sona gün gün, bölge bölge stratejik-taktik analizi görünümündedir. Savaşan
tarafların başarı ve başarısızlıklarına etki eden siyasi-psikolojik etmenler net bir biçimde ifade
edilememiştir. Mesela Selanik’i bir kurşun atmadan Yunanlılara teslim eden Hasan Tahsin
Paşa’nın üzerinde durulmamakta, salt sıkıcı askeri detaylarla konu adeta saklanmak
istenmektedir. Bir yerde, bu olayın Türk tarihine düşürdüğü utanç verici ve içler acısı
durumdan bahsedilmekte, ama sorumlular üzerinde hiç durulmamaktadır.5 Selanik’i
kendilerine “bahşeden” bu komutanı Yunanlılar kahraman ilan etmişler, adına anıt mezar
yaptırmışlardır. Edirne’yi altı aydan fazla bir süre destansı bir direnişle müdafaa eden Şükrü
Paşa ile bu paşanın durumu ne denli bir tezat oluşturmaktadır. ATASE yayınındaki cesur ve
özgür olmayan üslup, adeta sıkıcı ve uzun bir ders gibi, tüm bu Balkan Savaşı külliyatını sarmış
ve gerçek durumun anlaşılmasını çoğu kez perdelemiştir. Genelkurmayın Balkan Savaşı
külliyatını emek ve zaman harcayarak okuyan bir kişi, savaşın gerçeklerine dair fazla bir şey
öğrenemez, ama kronolojiyi iyi öğrenir. Zaten ATASE merkezinin “Balkan Harbi Kronolojisi” adlı
müstakil bir başka çalışması da bulunmaktadır.6 Bunlara ek olarak Yusuf Hikmet Bayur’un “Türk
Devrim i Tarihi” içinde ele aldığı ve daha sonra da müstakil olarak basılan eser7 de, arşiv
tarihçiliği bakımından güzel bir örnektir. Salt diplomatik yazışmalardan, savaşın planlaması,
başlatılıp yürütülmesi ve siyasi pazarlıklar konusunda doyurucu fikirler edinilebilir.

3. ANILAR, HATIRATLAR, GÖZLEMLER
İkinci grup eserler muvacehesinde Edirne muhasarasını yaşamış bir subayın anılarından
oluşan bir eser hayli ilginçtir. Bu eser İttihatçı olduğu anlaşılan bir Osmanlı zabitinin günlüklerinin kitaplaştırılmış biçimidir.8
 Bu subay savaş öncesi dönemde, özellikle II.
Meşrutiyet’in yol açtığı karmaşa içinde çokça rast gelinen tiplerden Avrupa hayranı bir neslin
örneğidir. Bulgar katliamları karşısında sessiz ve ikiyüzlü hareket eden Avrupa’ya serzenişte
bulunurken, aslında kendi saflığını, züppeliğini de ortaya dökmekte ve farkında olmadan kendi
kendini rezil etmektedir.9 Bu nesil her şeyi Avrupa hayranlığıyla yapmamış mıydı? Avrupa’daki
gibi “hürriyet” getirmek için eşkıya gibi dağa çıkmamış mıydı bu gibilerin ağabeyleri? Kendi
devlet reislerini aşağılayarak tahttan indirmemişler miydi? Her şeyin çözümü o “medeni”
Avrupa’da değil miydi? Fakat bu isyanın getirdiği karmaşa devleti öyle bir hale soktu ki, Balkan
Faciası denilen bu vahşet adeta ülkenin üzerine külliyen farz oldu. Zabitimizin savaşta
yaşadıklarından sonra tam bir çöküntü ve hayal kırıklığı ile dile getirdiklerinin her biri ibretlik
vesikalardır. Tüm çıplaklığıyla ortaya çıkan gerçeklere rağmen zabit Fransız-tipi
romantizminden vazgeçmemekte ve Edirne’yi Türklüğün “Alsace-Lorraine”ı yapmaktadır.
10
Kaybedilen koyunun delinmiş postunun peşine düşme zavallılığının ve yaptığı züğürt
tesellisinin farkında bile değildir. O denli bir taklitçi hayranlık içindedir ki, kurtuluş örneklerini
bile Fransa’dan almaktadır, hatta esareti yaşadığı Bulgaristan’da Bulgar milletine hayranlık
duymaktadır. Türklerin içindeki gaflet ve ihanet manzaralarından bihaber bir şekilde Bulgar
eğitim sistemine ve uluslaşmasına övgüler düzmektedir.11 Tüm bunlara karşın bu eser, gerek
Edirne kuşatması sonrası yaşanan faciaların tüm boyutlarıyla anlaşılması, gerekse o dönemin
romantik ve aklı bir karış havada ihtilalci genç zabitanının halet-i ruhiyesine örnek oluşturması
bakımından, satır satır okunması gereken bir ehemmiyet arz eder. Edirne savunması hakkında Uful’e kıyasla çok daha objektif ve detaylı bilgiler veren ve
yazarının hissiyatla ciddiyetten uzaklaşmadığı bir hatıra kitabını da anmak gerekir. Ratip
Kazancıgil adlı akademisyen tarafından düzenlenen ve Hafız Rakım Ertür’e ait bu hatıralarda
Edirne’ye yönelik Bulgar saldırıları ve Edirne içinde yaşanan sıkıntılar, çok net ve anlaşılabilir
bir üslupla anlatılmıştır.12 Edirne müdafaası ve kentin işgali ve dahi kurtarılması konusunda anı
değil de gözlem-araştırma türünde önemli bir eser de Genelkurmay Başkanlığı tarafından
yayınlanmıştır.13 Bu çalışma kentin savaşta yaşadıkları konusunda en detaylı araştırmalardan
birisi olarak mütalaa edilebilir. Balkan Savaşından bazı kesitler sunarak, mağlubiyetin askeri
cenahtan sorumlularını arayan bir başka ilginç eser de, bozgundan yaklaşık 50 yıl sonra
yayınlanmıştır.14 Bu çalışmada savaştaki bir yığın askeri hatanın listelenmesinden öte, bu feci
sonucun sorumluluğunu büyük ölçüde bir kaç aydır vekaleten bu göreve bakan Erkan-ı Harbiye
Reisi Nazım Paşa’ya yüklenmesinden gayri kayda değer bir tahlil ve objektif bir bakış yoktur.
Uful’a benzeyen başka bir tanınmış eser daha vardır ki bu da hem Balkan Savaşları’nda
hem de bir buçuk yıl kadar sonraki Sarıkamış Harekatı’nda “bozgun”u yaşamış ve yine İttihatTerakki sempatizanı olan daha üst rütbeli bir zabit tarafından yazılmış ve adı da “Bozgun” olan
bir eserdir.15
 Bu zabit, eseri Balkan Savaşları’nın etkisiyle bir askeri eğitim kitabı olarak yazmıştır. Daha önceki dönemlerde de Osmanlı ordularının yaşadığı benzer bozgunlardan da
bahsedildiği kitapta, yine de bu savaşlar hakkında fazla detaylara inilmemektedir. Mesela 2.
Viyana Muhasarası sonrası yaşanan bozgun ve en önemlisi 1770’de Larga ve Kartal
ovalarındaki meydan savaşlarında Rus komutanı Kont Rumyantsev karşısında yaşanan
bozgunlar birkaç cümleyle geçiştirilmişlerdir.16 Balkan bozgununa dair ise, yazar esas mesele
olan siyasi bölünme, iltimas ve karmaşanın neden olduğu moralsizliğe fazla değinmeden, bir
takım geri plan noksanlıklarını öne çıkarmaktadır, sağlık sorunları, gıda sorunları gibi.
Düşmanın “münevverlerine” hayran olmakta, bizimkileri yetersiz bulmaktadır. Ama o
münevverlerle İttihat-Terakki Cemiyeti ideolojisini ve kadrosunu oluşturmamış mıydı? Yine o
kadrolar, kendi devletlerinin en başındaki kişiye karşı Ermeni komitacılarıyla işbirliği
yapmamışlar mıydı? Hafız Hakkı Paşa, kendisinin de içinde yer aldığı hareketin siyasi
sorumluluğunu hiç görmeksizin, Osmanlının düşkün aydın sınıfına boş suçlamalar
yapmaktadır.17 İman kuvvetinden bahsetmekte,18 ama o dinin halifesinin, 31 Mart
komplosundan sonra Yahudilerin ve Ermenilerin de aralarında olduğu bir heyet tarafından
nasıl aşağılayıcı bir biçimde tahttan indirildiğini, her nedense hatırlamamaktadır. İyi niyetle
yazılmış bir askeri talim kitabı, “zülf-ü yâre dokunmama” gayretleriyle bezenirse, o iyi niyetten
doğan inandırıcılığını ve samimiyetini de yitirmiş olur.
Bir başka anı-eser yine bir subaya aittir. Rahmi Apak’a ait olan bu anılar Türk Tarih
Kurumu tarafından yayınlanmıştır.19
 Yazar Balkan Savaşının yanı sıra, I. Dünya Savaşı ve İstiklal
Savaşları’nda da görev yapmıştır. Kitabının 42-91. sayfalar arası Balkan Savaşı’na aittir. Bu
savaş esnasında görev yeri Garb Ordusu’na bağlı Vardar Ordusudur. Bu orduda Fevzi Çakmak
da bulunuyordu ve yazar onun emrinde bulunmuştur. Yazarın çok büyük bir iddiası vardır.
Harbin en acı yenilgilerinin yaşandığı bu bölgedeki başarısızlıklardan Sultan Abdülhamit
dönemini sorumlu tutmakta ve “başımızda 3-4 Alman ya da o evsafta Türk komutan olsa biz
bu harbi kaybetmezdik” demektedir20. Yazara göre Türk ordusu savaşmayı Balkan Harbinden
sonraki iki üç yıl içinde öğrenmiştir. Yine yazar 1877-78 savaşından sonra Türk ordusunun
savaşmayı unuttuğunu söylemektedir.21 Bu iddiaların elbette bir miktar doğruluk payı vardır,
ama meseleyi basitleştirmek ve bazı temel gerçekleri perdelemek ya da görmezden gelmek
gibi mahzurları da ortadadır. Ordunun politize olması, İttihatçılığın olumsuz etkileri, II.
Meşrutiyet sonrası yaşanan karmaşa ve kayıplar, siyasal bilinçsizliğin romantizm ve demagoji
ile örtülmeye çalışılması, 4 yıl boyunca İttihatçıların denetimindeki orduda niçin ıslahatın
yapılmadığı gibi hususların fecii mağlubiyete etkileri üzerinde ciddiyetle durulmamıştır.
Gerçekten de 1913-14 arasında, yani iki yılda düzeltildiği iddia olunan ordu, 1908-1912
döneminde 4 yılda da ıslah olunabilirdi. Yazar burada ciddi bir çelişki yaşamaktadır. Arnavutları
basit hainler olarak tanımlamakta, ama bu insanların devlete niye küstükleri meselesini
araştırmayı dahi gerekli görmemektedir. Bunun adına da “kolaycılık” denir. Yazar, Kumanova
ve Manastır muharebelerinin ayrıntılarına girmek yerine “nasıl kaçtıklarını” anlatmaktadır.22
Bahanesi de “herkes kaçtı, ben de kaçtım” türünden bir başka kolaycılıktır. Fakat kaçma fiili
yerine “çekilme” fiilini kullanmaktadır. Bu berbat ortamda poker oynadıklarını bile söyleyebilmektedir,23 ama her şeyi böyle açıkça anlatabilmesi de dürüstlüktür. Arnavutluk’a
gidip oraya sığınan yazar ve arkadaşlarının Balkan Savaşı maceraları bu kaçıştan ibarettir. Yazarın kendi tabansızlığını örtbas ederek savaştaki mağlubiyetin “bir numaralı
sorumlusu” olarak Sultan II. Abdülhamit’i göstermesi “yavuz hırsız” hikâyesini akla getiriyor.
İki numaralı sorumlu olarak ise Rusları ilan ediyor. Yani “Ruslar Balkanlıları birleştirmese yenilgi
görmeyecekmişiz” gibi tuhaf bir sonuca varmakta24 ve böylece “şu mektepler olmasa idi
Maarif’i ne güzel idare ederdim” diyen Osmanlı nazırının durumuna düşmektedir. Rusların
asırlık davaları, Pan-Slavizm, Ortodoksluk mücadeleleri yeni bir şey değildir ve elbette
yapmaları gerekeni yapmışlarıdır. Yazar ve onun gibilere düşen görev bu planları uygulamak
için Slavlara fırsat vermemekti. Oysa o ve onun gibiler, esas düşmanı dışarıda değil içeride
aramak gafletine düşmüşlerdi. İttihatçılar olsun, onlara muhalif olanlar olsun, o dönemin
askeri ve siyasi kişiliklerinin ekserisi böyle idi. Onlara göre tüm mesele Abdülhamit idi ve o
gidince her şey düzelecekti. O gittikten sonra pek çok şeyin Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar,
Ermeniler, Arnavutlar açısından düzeldiği doğrudur, ama Türkler açısından hiçbir şey
düzelmemiş ve Balkan felaketi yaşanmıştır. Yazar üçüncü mağlubiyet nedeni olarak Hıristiyan
Avrupa’nın Türk düşmanlığını ilan etmektedir. Yazar, öyle anlaşılıyor ki 1000 yıllık Türk-Avrupa
mücadelesi tarihini yeni anlamaktadır ve “Frenk-Hayranlığı”nın geldiği son siyasi sonuç olan
Jön-Türk İhtilali ve II. Meşrutiyet karmaşasına neden olan çetelerin ve örgütlerin
koruyucularının, eğiticilerinin kimler olduğunun farkında değildir. Bu noktada “yahu hırsızın hiç
mi kabahati yok!” denilmek üzereyken yazar nihayet dördüncü neden olarak “Meşrutiyet
İnkılabı” konusuna gelmektedir. Ama onu da çok tuhaf bir tarzda ele almaktadır. Yazara göre
“Meşrutiyet İnkılabı” Osmanlı içindeki muhtelif unsurların Türkler aleyhindeki düşmanlığını
arttırmış ve alevlendirmiştir. Yazar bunun nedensellik analizini yapma cesareti ve bilgisinden
ise yoksundur. Yazar savaştaki mağlubiyetleri sadece askeri kifayetsizliklere bağlamaktadır:
Komutanların ve askerin kifayetsizliği gibi.25 Ayrıca havanın yağmurlu olması gibi tuhaf bir
neden daha ileri sürmektedir, bu ise sanki 5 asır önceki Avrupa seferleri gibi XX. yüzyılda da sadece yazın savaşılabileceği gibi saçma sonuca götürür. Hem aynı hava koşulları Bulgarlar için
de geçerliydi. İttihatçı zorbalığın moral bozucu etkilerinden hiç bahis yoktur. Bu eser, bizzat
savaşı yaşamış bir insanın mağlubiyetin gerçek nedenlerini yıllar sonra bile algılayamamış
olmasını göstermesi bakımından yararlıdır.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e anılarını taşıyan Rahmi Apak benzeri değerlerden birisi de
Hüsamettin Ertürk’tür. Onun hatıratı26 da Sultan II. Abdülhamit, II. Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı
ve İstiklal Harbi’ne dair pek çok olayla doludur. Anılarda kronolojik bir sıra yoktur ve anlaşılan
Ertürk, aklına geleni parça parça söylemiş ve başka biri de tutanak tutar gibi an be an yazmıştır.
Ertürk tanık olduğu pek çok olayı gayet dürüst ve açık yüreklilikle anlatmaktadır. 1908 Meşruti
İhtilali’nin nasıl kısa sürede yağma, patronaj, koltuk, iltimas kavgasına dönüştüğünü ve bunun
devlet ve millet üzerindeki fecii yıkıcı, moral bozucu etkilerini, Tevfik Fikret’in yaşadığı hayal
kırıklıklarını ve “Yiyin Efendiler Yiyin” şiirini niçin yazdığını gözler önüne koymaktadır. Balkan
Harbi’ndeki utanç verici sahnelerin oluşumunda, ordu ve milletteki bu moral çöküntüsünün
büyük rol oynadığı ortadadır. Bunları görerek askere gidenlerin çoğu bu “yiyici efendiler” için
ölmek istememişler ve kaçmışlardır. “İlerici” kılıklı o zamanın “zabit- siyasetçilerinin” olsun,
günümüzde onların ve İttihatçıların avukatlığını yapan tarihçilerin olsun, esas saklamak istedikleri gerçek de budur. Ertürk, dönemin asker-sivil siyasi şahsiyetleri ile ortak çalışmış ve
Teşkilat-ı Mahsusa başkanlığı gibi pek çok önemli görevde bulunmuştur. Balkan Savaşının
değişik merhalelerine dair da pek çok hatırası vardır. Çok değerli olan bu anıların zayıf yönü,
sadece olayların anlatılması, değerlendirmelere fazla yer verilmemesidir. Onu yapmak da
araştırmacıya ya da okuyucuya kalmaktadır.Askerlere ait anı-eser sayılabilecek önemli bir kitap da, savaşta görev almış ve 1935’de
vefat eden Mahmut Muhtar Paşa’nın gözlem ve anılarını içermektedir. İlk baskısı Osmanlı
harfleriyle 1341/1925 yılında yapılmış olup daha sonra Latin harfleriyle ve yeni dile uyarlanarak
1999’da yayınlanmıştır.27 Kitapta sadece anılar ve tanıklıklar değil, XIX. Yüzyıl ortalarından
itibaren yaşanan siyasal olaylara dair gözlem ve yorumlar da vardır. Tüm bu yönleriyle Balkan
meseleleriyle ilgili tarih araştırmalarında muhakkak incelenmesi gereken bir yapıttır. Aynı
yazarın bir başka yazarla ortak yazdığı anı ve değerlendirmeleri yakın zamanlarda
yayınlanmıştır ve doğrudan Balkan Savaşı ve sonuçlarına dair çarpıcı iddialarla doludur. Yine anı-eserler kapsamında ilginç bir kitap Re’fet Rodoplu’ya aittir.28
 Bu zat asker
kökenli değildir. 11 yaşında bir çocukken Balkan Harbi faciasını yaşamıştır. Yazar, o dönemdeki
Osmanlı idari taksimatına göre Edirne Vilayeti’ne bağlı Gümülcine Sancağı sınırlarına dahil
Rodop bölgesindeki Eğridere kasabasında doğmuştur ve savaşa kadar da burada meskun idi.
Bu anı kitabı, yazar kendi deyimi ile “yirmi yıllık bir esaretten sonra” 1933’de Türkiye’ye
göçmen olarak geldikten sonra kaleme alınmıştır. Kitapta Bulgarların savaş esnasında halk ve
askerler olarak Türklere tutumlarını anlatan şahitlikler vardır. Kitabı ilginç kılan bir başka yön
ise yazarının yaşadığı bu yirmi yıllık esaret dönemi, yani 1913’den sonra Bulgaristan
Türklüğünün yaşadıklarına dair hatıralardır. Bulgaristan iç politikası ve Türklerin nasıl muamele
gördükleri uzun uzun anlatılmıştır. Tüm bu yönleriyle kitap güzel bir belge değerindedir.Adı daha ziyade Ermeni tehciri meselesi ile öne çıkan dönemin Ermeni asıllı
aydınlarından Aram Andonyan’ın salt Balkan savaşları üzerine meşhur bir kitabı vardır.29
Andonyan, XIX. Yüzyıl başlarından beri bunalım ve savaşların yaşadığı Balkanlardaki temel
sorunun Osmanlının reform ile kendini yenileyememesinden kaynaklandığını ve bu asırlık
birikimin neticesinin Balkan felaketi olduğunu ileri sürmektedir. Fakat Andonyan hangi
reformun ırkçılığa dönüşmüş bir milliyetçiliği yatıştırabileceği ve İstanbul’a Balkanlıları
bağlayabileceğini net bir şekilde ifade edememektedir. Savaş sırasında yapılan MüslümanTürk katliamı Andonyan’ın düşündüğünün tam tersi sonuçlar vermiş ve Türk milliyetçiğini daha
da kamçılamıştır. Bir yıl sonra başlayan I. Cihan Harbi esnasındaki Ermeni isyanları ve
Ermenilerin ırkçı tavırları da buna eklemlendiğinde, Balkanlar gibi Anadolu’nun da
kaybedileceği ve burada da Türklerin soykırıma uğrayacağı korkusu birçok üzücü olayı da
beraberinde getirmiştir. Balkan Savaşı’ndaki Türk-Müslüman ahaliye yapılan soykırımı
görmezden gelen hatta sevinen Ermeni ırkçıları, kısa süre sonra Balkan Savaşlarının etkisiyle
tırmanan Türk milliyetçiliği ile yüzleşmek ve savaşmak zorunda kalmışlar ve bu savaşları
kaybetmişlerdir.
4. YABANCILARA AİT ESERLER
Türk dostu Fransız yazar Pierre Loti’nin savaş esnasındaki bazı gazete ve dergi
yazılarının da yer aldığı La Turquie Agonisante, “Can Çekişen Türkiye” adlı kitabı, Türklerin karşılaştığı facianın derecesini en iyi yansıtan Batılı kaynak olarak tanımlanabilir.30 Yazar
Balkanlıların hainlik ve nankörlüklerine olduğu kadar, kendini “medeniyetin merkezi” olarak
gören Avrupalıların Türklere karşı yapılan etnik temizlik ve soykırım boyutundaki katliamlara
duyarsız ve sessiz kalmasına da isyan etmektedir. Batı vicdanının en dürüst seslerinden biri
olan Loti’nin Türk dostluğunun kişisel çıkarlara değil adalet, asalet aşkına ve yüksek vicdanına
dayanmış olduğunun altını çizmek gerekir.
Meşhur Rus sosyalist fikir ve eylem adamı Lev Troçki’nin gazete muhabiri olarak izlediği
savaş gözlemlerine dair yazıları bir başka enteresan kaynaktır.31 Trotçki bu savaşı bir özgürlük
ve bağımsızlık mücadelesi olarak algılayarak cepheye gittiği halde, orada gördüğü katliamlar
karşısında bambaşka düşüncelere kaymıştır. Bulgar katliamları karşısında mazlum Türkleri
savunmak ve bu katliamları duyurmak çabalarına girmiştir. Savaş Rusya’da Pan-Slavizmin
büyük mücadelesi olarak görülüyordu. Bir Bulgar anasının oğlunu Türklere karşı savaşmak
üzere cepheye yollarken yaşadığı duyguları ifade eden Proşçeniye Slavianki adlı anonim
türkünün, bugün dahi tüm Slav memleketlerinde büyük ehemmiyeti vardır ve bizim
“Çanakkale Türküsü” ile kıyaslanabilir. 1904-1905 Japon yenilgisi akabindeki ihtilalle sarsıntı
geçiren Çarlık hükümetinin halkı oyalamak için böyle prestijli başarılara ihtiyacı vardı. Nitekim
savaş sonunda Osmanlının Balkanlarda çöküşü ile Slavistlere göre asırlarca süren bir mesele
nihayete ermiş; şimdi sıra İstanbul ve Anadolu’ya gelmişti. Troçki, Balkanlardaki savaşın ırkçılık,
Türk-Müslüman düşmanlığı ve emperyalizmin bir bileşkesi olduğunu ve Slavcılık akımının,
ilerici değil emperyalizm ve ırkçığın hizmetindeki gerici bir ideoloji biçimini aldığını,
gözlemleriyle ve şahit olduklarıyla anlamış ve bunu duyurmaya gayret etmiştir.
Balkan Savaşı esnasında Yunanistan’daki ABD Büyükelçisi olan Jacob Gould
Schurman’ın savaştan hemen sonra yayınlanmış ve kısa sürede üç baskı yapmış eserinin32
önemi, hem büyük devletler, hem de Balkan devletleri arasındaki çekişmeleri ve problemleri
net bir biçimde anlatması ve Balkanlardaki tarihsel sorunları kolay ama bilgilendirici biçimde
özetlemesindedir. Balkanlardaki Türk egemenliği asırlarca sürdüğü halde hem Avrupalılar,
hem de Balkanlılar bakımından bunun asla olağan olarak görülmediği bu eserden çok kolay
anlaşılmaktadır.
Richard C. Hall tarafından yakın dönemlerde yayınlanmış eser diplomasi ve savaş tarihi
bakımından kuşkusuz Balkan Savaşları konusunda Batılıların en detaylı çalışması olarak kabul
edilebilir.33 Kitabın belki de en önemli noksanı savaş sırasında sivillere ve asker esirlere yapılan
katliam ve insanlık dışı davranışları yeterince göstermeden, askeri ve siyasi konulara
odaklanmasıdır.
5. KÜLLİYAT VE KİTAPLARDAN BÖLÜMLER VE MAKALELER
Şevket Süreyya Aydemir’in Enver Paşa konusunda hazırladığı biyografinin ikinci
kısmında oldukça geniş bir Balkan Savaşı bölümü vardır.34 Bu yazar Balkan felaketinde İttihatTerakki’nin katkılarından ve devletin 1908 sonrasında düşürüldüğü fecii durumdan hiç bahsetmemekte, sanal bir suçlu yaratarak sanki çöküş döneminde Osmanlıda her şey
yolundaymış gibi “milliyetçilik cereyanlarını” öne çıkarmaktadır.35 Buna ek olarak da bilinen
askeri hataları tekrarlamakta, Enver’in de Edirne’ye girişini büyük zafer olarak
alkışlamaktadır.36 1909-1912 yılları arasında sarayda başmabeynci olarak görev yapmış olan
Halit Ziya Uşaklıgil’in, bu görevinden yaklaşık 25 yıl sonra kaleme aldığı anıları,37 her ne kadar
hatıralardan oluşan ikinci grup kaynaklar içinde mütalaa edilebilirse de, bu hatıratın belli
bölümleri Balkan Savaşlarını ve onunla bağlantılı anıları ihtiva ettiğinden, bu bölüm içinde yer
almaktadır. Benzer şekilde önemli arşiv tarihçilerimizden Sina Akşin’in bazı çalışmalarında
Balkan Savaşları üzerinde de, her biri titizlikle sorgulanması gereken tahliller yapılmıştır.38
Akşin’in eserlerinde açıklık getiremediği bir husus Mustafa Kemal’in “Nutuk”unda Balkan
Savaşlarına hemen hiç değinmemesinin ve tüm “çağdaş Türkiye” tarihini 19 Mayıs 1919 ile
başlatmasının sebeb-i hikmetinin ne olduğudur. Zira Mustafa Kemal 1908-1909 arası dönemde
çok önemli, kilit roller oynamış, Balkanlarda doğmuş, bölgeyi iyi tanıyan, nihayetinde de Balkan
Savaşına iştirak etmiş bir subaydı. Balkan Savaşları konusunda büyük Osmanlı tarihçilerinden
Zuhuri Danışman’ın ansiklopedik tarih çalışmasını da zikretmek gerekir.39
 Dördüncü grup eserlerin içinde bilimsel makale tarzı çalışmaların özel bir yeri vardır.
Sosyalist Bulgaristan’ın 1984 sonlarında ülkedeki Türk-Müslüman Bulgaristan yurttaşlarına
karşı başlattığı isim değiştirme, inkâr ve asimilasyon politikaları 1989 sonlarında Todor
Jivkov’un görevden alınması sonrasında sosyalist rejim sona ermesine kadar, yaklaşık 5 yıl
devam etmiştir. Türk-Bulgar ilişkilerinin kötü olduğu bu kısa dönemde hazırlanan ve dört
tarihçinin makale tarzı araştırmasından mürekkep olan kitap İngilizce40 ve Türkçe olarak ayrı
kitaplar halinde yayınlanmıştır. Aslında bu araştırmaların 7 Haziran 1985’de yapılan müstakil
bir bilimsel toplantıya sunulan bildiriler olduğu da görülmektedir. Yani Bulgar hükümetinin
mahut politikası başladıktan kısa süre sonra bu konuda böylesine bir etkinlik düzenlenmiştir.
Hasan Eren, Hamza Eroğlu, Bilal Şimşir ve Yaşar Yücel’den oluşan toplantı heyetinin sunumları
sonradan kitaplaştırılmıştır. Hasan Eren’in “Bulgarlar ve Türk Dili” adlı çalışmasında doğrudan
Balkan Savaşlarını ilgilendiren bir husus yoktur, fakat bu çalışma içinde Orta Çağ’daki kadim
Bulgar devletlerini Volga ve Tuna havzalarında kuranların Türk kökenli olduklarına dair Bulgar
tarihçilerinin görüşleri ifade edilmektedir. Bu konunun, Bizans karşısında kazanılan başarılarda
Asparug, Tervel, Kurum gibi “hanların” rolleri ve Çarigrad (Konstantinopol-İstanbul)
konusundaki Bulgar girişimlerinin eskiliği açısından Bulgar milliyetçiliğinin anlaşılmasına ve
Balkan Savaşı esnasındaki fanatik bakış açısının yorumlanmasına katkı sağlayacağı
düşünülebilir. Ayrıca Eren’in sunumunda Bulgaristan’da Türk kültürel ve dilsel izleri de pek çok
örnekle gösterilmektedir. Hamza Eroğlu’nun sunumunda ise Balkan Savaşı ile yakından
bağlantılı bilgiler vardır. Bulgaristan Türklüğünün acılarının ülkede sosyalist rejim kurulduktan
sonra daha da arttığı, ama bu baskı politikasının kökenlerinin Balkan Savaşı esnasındaki
fanatizme ve katliamlara kadar uzanabileceği ortaya konmaktadır. Ülkedeki Müslüman Türk
azınlık konusunda Bulgaristan’ın taraf olduğu tüm anlaşmalar, bu arada Balkan Savaşını bitiren
anlaşmalar sıralanarak, buralarda verilmiş olan taahhütler sayılmaktadır. Ayrıca Bulgaristan’ın BM belgelerini, bu arada Soykırımla ilgili 9 Aralık 1948 tarihli sözleşmeyi de ihlal ettiği iddia
olunmaktadır. Tüm bu yönleriyle bu makale, özellikle Balkan Savaşı öncesi ve sonrasındaki
Bulgar taahhüt ve politikalarının anlaşılması bakımından büyük ehemmiyet arz etmektedir.
Bulgar hükümeti bu denli uluslararası hukuk ihlaline uzun müddet dayanamazdı, 1912-1913
savaşının “anti-Türk” koşulları ne Avrupa’da ne de dünyada geçerliydi. Bu nedenle komünizm
propagandalarını zedeleyici bir görünüm de oluşuyordu. Tüm bu etmenler 1989 sonrasında
Bulgaristan’da rejimin çöküşü ve devletin demokratikleşmesi sonucunu getirdi, Türklerin
hakları iade olundu, yönetime etkin biçimde katıldılar, Bulgaristan Avrupa Konseyi, AB ve
NATO’ya da üye oldu, pek çok hususta Türkiye’nin ortağı ve müttefiki oldu. Fakat kültürel ve
tarihsel engellerin henüz aşıldığı söylenemez, Balkan Harbinde yapılan zulümleri kabul eden
ve özür dileyen bir Bulgar resmi yaklaşımı yoktur. Buna ek olarak Bulgaristan’la ilişkiler
konusunda “antipati’den empati’ye, sonra da sempati’ye geçiş” sorunsalı Türkiye’de var
olmaya devam etmektedir. Bu Türk Tarih Kurumu (TTK) yayınında en çarpıcı makale ve sunum
Bilal Şimşir’e ait olanıdır. “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu” başlıklı bu çalışmada, sadece
Balkan Savaşı değil, onun öncesi ve sonrasında yaşanan trajediler, muhaceretler detaylı bilgi
ve verilerle ortaya konmaktadır. Bunun sonucunda asırlarca tıpkı Anadolu gibi bir MüslümanTürk diyarı haline gelmiş olan Bulgar ülkesinin 1877-78 Savaşı ve Balkan Savaşı sonrasında nasıl
“etnik-dinsel temizlik” ile demografik olarak şekil değiştirdiği anlaşılmaktadır. Yaşar Yücel’in
sunumunda ise Balkanlarda Türk yerleşiminin temel özellikleri gösterilerek, bunun Moğol
istilalarıyla karşılaştırılmasının mümkün dahi olmadığı ve bölgeye huzur, ilerleme ve
medeniyet getirdiği gösterilmektedir.
TTK tarafından Edirne’nin 600. fetih yıldönümü anısına çıkartılan derleme kitapta
Balkan Savaşı’nda Edirne’nin yaşadıklarına dair iki dikkat çekici makale vardır. Nazmi Çağan’ın
makalesi kentin savaş ve işgal döneminde yaşadıklarını etkileyici bir biçimde gözler önüne
sermektedir.41 Bekir Sıtkı Baykal’ın makalesinde ise kentin 1829, 1878 Rus, 1913 Bulgar, 1920-
22 Yunan işgallerinde yaşadıkları hakkında doyurucu bilgiler verilmektedir.42
7. GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Yaşandığı dönemde Balkan Savaşları Türkler ve onlara yakın Müslüman halklar dışında,
bölge ile yakından ilgili merkezler olan Slav-Ortodoks Dünyası ve Batılılar için bir “özgürlük
savaşı” ve Avrupa uygarlığına dâhil bir bölgenin “kurtarılması” olarak kabul edilmektedir. Bu
savaşlarda Müslüman halka yapılan katliam ve soykırım konusunda tam bir duyarsızlık vardır
ve Pierre Loti ve Lev Troçki gibi birkaç Batılının cılız sesleri dışında, halen daha bu karanlık
sayfalar yeterince bilinmez. 1992-95 arası dönemde Bosna-Hersek’te Müslümanlara karşı
uygulanan etnik temizlik ve soykırıma karşı “medeni” Avrupalıların ilgisizliği hatırlandığında,
bu hadiseden 90 yıl önce yaşanan Balkan katliamlarına, o dönemin fanatik ve pervasız Avrupalı
ve Slav merkezlerince sergilenen alkışlayıcı ve acımasız yaklaşım anlaşılabilirdir.
Batılı ve Slav devlet adamlarının, siyasetçilerinin ve diplomatlarının tutumları
anlaşılabilir olmakla birlikte, yine de bu gözüdönmüşlüğün Balkan halkları düzeyinde
nedenlerini sorgulamak gerekir. Birinci tespit olarak Türklerin Balkanları XIV. Yüzyıl
ortalarından itibaren ele geçirmeye başlaması ve bunun uzun ve kanlı savaşlar sonucunda
yaklaşık bir asırlık bir süre sonunda tamamlanmış olması pek çok dengeyi etkiledi. Türklerin
Balkanlara girişi, bu bölgelerin egemeni olma mücadelesindeki Sırp ve Bulgar krallıklarının tüm
hayallerini sona erdirdiği gibi, kısa sürede onları da Türklerin vasalı durumuna getirdi. Ancak
beş asır kadar sonra Sırp ve Bulgar devletleri dış destekle yeniden kurulabilecektir. Bu beş
asırlık “esaret” Sırp ve Bulgar milliyetçiliğini Türklere karşı bilemişti. İkinci bir tespit de 1912-
13 Balkan Savaşlarını, kısa bir zaman önce yapılan iki savaşın etkilediği ve şekillendirdiği
üzerinedir. Bu savaşlar 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1897 Osmanlı-Yunan Savaşıdır. Hicri olarak 1293’de yaşandığı için halk nazarında “93 Harbi” diye hatırlanan OsmanlıRus savaşı 10 ay kadar sürmüş ve cesurca savaşmalarına karşın Osmanlıların ağır yenilgileriyle
neticelenmişti. 3 Mart 1878’de o zamanki adı Aya Stephanos olan Yeşilköy’de yapılan barış
anlaşması sonucunda Bulgaristan bağımsız olmakla kalmıyor, Makedonya ve Trakya’nın büyük
bölümü dahil büyük bir Balkan imparatorluğu olarak kuruluyordu. Halen daha 3 Mart
Bulgaristan’ın en büyük ulusal bayramıdır. Rusların, Bulgar gibi Slavik bir halkın varlığından
1768-74 savaşında Ukrayna Valisi Kont Rumyantsev komutasında Tuna’yı aştıklarında
haberdar oldukları bilinmektedir. Ruslar 1774’de kadar işgal ettikleri Bulgaristan’da
kendilerine çok yakın bir Slav lehçesi konuşan bu halkı keşfettiler. Bundan sonraki dönemlerde
de pek çok Osmanlı-Rus savaşı yaşandı ve Ruslar pek çok kez Tuna’yı aşarak Bulgaristan’a
girdiler. Aya Stephanos anlaşması ile kurulan bu büyük Bulgaristan’ın bölgesel dengeleri
etkileyeceği varsayılıyordu ve dört ay sonra Berlin’de Avrupa devletleri bu durumun “tashihini”
sağlayan bir anlaşmayı Ruslara ve Bulgarlara kabul ettirdiler. 3 Temmuz 1878 Berlin Anlaşması
ile bu geniş Bulgar devleti gayet daraltılmış bir duruma getirildiği gibi, en kötüsü elinden
bağımsızlığı da alınarak Osmanlıya bağlı bir prenslik durumuna getiriliyordu. Bu durumun
Bulgarlar üzerinde nasıl bir etkisi olabileceği hususunda Türklerin empati yapmadıkları
görülüyor. Kazanılmış bir bağımsızlığa ve Orta Çağdaki büyük Bulgar Çarlığı topraklarına yakın
bir araziye sahip olunmuşken tüm bunların kaybının bir halkın milliyetçiliğini ne kadar
kamçılayabileceğine dair Türklerin yine fazla bir fikri olamazdı. Türk devlet adamları ve halkı
Avrupalıların sayesinde kurtardıkları topraklarla ilgiliydi. İçine zorla sokulduğu bu zor duruma
rağmen Bulgarların aşama aşama Berlin’de dayatılan koşulları değiştirebileceklerine
inandıkları görülüyor. Berlin Anlaşması ile oluşturulmuş bir muhtar yönetim olup, halkının da önemli bir kısmı
Bulgar olan Filibe merkezli Şarki Rumeli bölgesi Eylül 1885’de aldığı bir kararla Bulgaristan
Prensliği’ne katıldığını açıkladı. Prenslik hukuksal olarak kağıt üzerinde de olsa Osmanlıya bağlı
bir ülke olduğu için, iki eyaletin birleşmesi söz konusuydu. Fakat XIX. Yüzyıl boyunca görüldüğü
üzere “muhtariyet” ya da “özerklik” Osmanlı söz konusu olduğunda “bağımsızlıktan bir önceki
aşama” haline gelmişti. Bulgarların bu genişleme girişimine en ciddi tepkiler Sırp ve Yunan
devletlerinden geldi. Zira bir sonraki adım Makedonya olacaktı ve burada Bulgarların bu iki
komşusunun da gözü vardı. Nitekim bundan sonraki dönemde Makedonya’da Osmanlı
yönetimine karşı, tıpkı Bulgar bağımsızlığı öncesi yaşandığı gibi, bir çete hareketi başlatılacak
ve Makedonya sorunu Balkan harbine değin sürecek, Osmanlının belini kıracak askeri
ayaklanmalar da hep bu bölgede başlayacaktır. Sırpların Avusturya desteği ile iki ay sonra
Bulgarlara geri adım attırmak için başlattıkları savaş iki hafta sonunda başarısızlıkla neticelendi
ve Bulgaristan Prensliği Şarki Rumeli ile birleşerek topraklarını 1/3 oranında genişletmiş oldu.
Bu gelişme Aya Stephanos Bulgaristanı’na aşama aşama gidilebileceğini gösterdi. 1908
İhtilali’nin Osmanlıyı düşürdüğü karmaşada Avusturya, Berlin Anlaşması ile yönetme hakkını
zaten aldığı Bosna-Hersek’i ilhak ederken, Bulgaristan da bağımsızlığını ilan ediyordu.
Amaçlarına doğru Bulgarlar hızla ilerliyorlardı. Tüm bu süreç dikkate alındığında 1912-13
çatışmasına girilirken Bulgarların nasıl bilenmiş ve heyecanlı şekilde hazırlanmış oldukları
anlaşılır. Fakat aynı anda da bu genişlemenin Osmanlıdan ziyade Sırp ve Yunan devletlerini
kaçınılmaz olarak tehdit ettiği görülmektedir. Balkan Savaşının çıkmasını doğrudan etkilemiş ikinci savaş ise 1897 Osmanlı-Yunan
savaşıdır. Bu çatışma 1 ay kadar sürmüş ve Türklerin tam bir zaferi ile neticelenmiştir.54 Türk
zaferine rağmen Yunanistan büyük devletlerin müdahalesi ile yıkımdan kurtulduğu gibi,
savaşın esas nedeni olan Girit’e Hristiyan vali atanmasını Osmanlılar kabul etmek zorunda
kalmışlardı. Bu savaştan Balkan devletlerinin çıkardığı ders, Osmanlıya karşı kendi başlarına
harp etmelerinin olanaksız olduğunun anlaşılmasıydı. Fakat birlikte hareket etmeleri de, aynı
Osmanlı toprakları üzerinde çekişme yaşadıkları için imkânsız görülüyordu. Osmanlının 1908
İhtilali ile düştüğü anarşi ve istikrarsızlık Balkanlılara aradıkları fırsatı verdi.Balkan Savaşları ile ilgili Osmanlı cenahından açıklanması gereken en önemli mesele,
iktidar olsun muhalefet olsun, Balkanlı düşmanlara karşı direnişten ziyade iç siyasi
mücadelelerin neden en önemli konu olarak görüldüğü hususudur. XIX. yüzyıl boyunca Osmanlılar Rusların pek çok işgalini gördüler, ama savaşın sonunda küçük toprak tavizleriyle
bu geniş işgal bölgelerinin geri kazandıklarını da gördüler. Mesela 1828-29 ve 1877-78
savaşlarında Ruslar Edirne’yi işgal etmişler, ama kent barıştan sonra geri kazanılmıştı. Kars ise
1828-29 ve 1853-56 Kırım savaşlarında işgal edilmiş ve daha sonra geri kazanılmış, ama 1877-
78 savaşında Batum, Ardahan, Iğdır ile birlikte nihai olarak kaybedilmişti. Buna benzer pek çok
örnek vardır. Kısmen sınırlı toprak tavizleri karşılığı büyük işgal bölgelerinin kurtarılması
örnekleri hep yaşandığı için, bu durum Osmanlı bürokrasisinde “alışkanlık” yapmıştı. Nasıl olsa
ağır yenilgiler ve büyük çaplı Rus işgalleri, Avrupa’nın öteki güçlerinin baskısıyla
hafifletiliyordu. Balkan Savaşlarında da Balkanlılar her tarafı işgal etmekteydiler, ama gaflet
içindeki Osmanlı yöneticileri yine Avrupalıların müdahalesi ile diplomasi yoluyla Balkanlıları
gerileteceklerine inanıyorlardı. Onlara göre ufak kayıplar yine olacaktı, ama bütün bir
Rumeli’nin, Trakya’nın, Arnavutluk’un kaybedilebileceğini hiç tasavvur etmiyorlardı. Böyle
düşünen Osmanlı siyasetçileri kendi aralarındaki koltuk çekişmesini öne çıkardılar, zira bu
mücadeleyi kazanan memleketin servetini yağmalama hakkı kazanacaktı. Bu gerçekleştikten
sonra Balkanlılarla pazarlıklar yapılabilirdi. Oysa gerçek durum bundan çok farklıydı, Bulgarlar son kez Berlin ile geriletilmişlerdi,
ama aynı anlaşma Sırbistan ve Romanya’nın da bağımsızlığını, Bosna-Hersek’in de gelecekte
ilhak edilmek üzere Avusturya’ya “rezerv” edilmesi sonucunu getirmişti. Yani 1912’ye
gelindiğinde artık “deniz tükenmişti”, Avrupa’da emperyalistler arasında gerginlik ve
kutuplaşma son aşamasındaydı ve hiçbir güç Osmanlıyı kurtarmak için öne atılacak durumda
değildi. Kırım Savaşında Osmanlıyı kurtarmak için savaşa giren İngilizler ve Fransızlar artık
Ruslarla “Üçlü Anlaşma” kurmuşlardı. Almanya ve Avusturya da Balkanlarda etkilerini arttırma
gayretlerindeydiler. Balkan Savaşı ile bir asır önce gerçekleşebilecekken, Avrupa devletlerinin
çekişmesi nedeniyle yavaşlatılan ve geciktirilen Balkanların tamamen kaybı hususu, nihayet
gerçekleşmişti. 1908 sonrasının o büyük karmaşa döneminin asker-sivil “acemi” yöneticilerinin
bu gaflet ve hatta ihanet derecesindeki çekişme ve boş vermişlikleri Balkan Savaşındaki
çöküşün en temel nedenidir. Fakat günümüzden bazı yazarların ilericilik, çağdaşlık, ulusallık
gibi “sihirli” bazı kelimeleri sıkça kullanarak, bu gaflet ve ihanet tavır ve siyasetlerini mazur
gösterme çabasında oldukları da görülmektedir.55 Savaş sonrası dönemde İslamcı, milliyetçi ya
da liberal olsun, yine İttihatçı ya da Hürriyet-İtilafçı olsun hemen hiç kimsenin bu bozgunu ve
felaketi kurcalamak istememesinde, bu kollektif gafletin etkisi vardır.Savaşın bir başka neticesi de İslam’ı öne çıkararak siyaset geliştirenlerin “güvendikleri
dağlara kar yağması” olmuştur. Bu tip siyasetin savunucuları, ister devrik Sultan Abdülhamit
olsun, ister edebiyatçı-gazeteci Mehmet Akif olsun, Arnavutlar gibi çok itimat edilen ve
devletin en üst noktalarına yükseltilen bir halkın da, Osmanlı için Balkanlılarla harp etmek
yerine, en sonunda bağımsızlık ilan etmek zorunda kaldıklarını, görmüşlerdir. Böylece
ulusçuluğun, dinin çok ötesinde bir etkisi olduğunu yaşayarak anlamışlardır. Sultan
Abdülhamit’in Arnavutları Balkanlarda en önemli müttefik ve tahta sadakatle bağlı halk kılma
çabası ile uyguladığı kayırmacı politikalar,56 Türkçü aydınları kızdırmış, onların 1908-1909
döneminde iktidarı ele almaları ise Arnavutların kopuş sürecini başlatmıştır.
Mehmet Akif şiirlerinde hem İslam soykırımından yaşadığı derin üzüntüyü, hem de
hayal kırıklıklarını pek güzel ifade etmektedir. Mesela savaşın en çetin bir anı olan Aralık Araştırma, makale, kitap, anı ya da edebiyat tarzı olsun, tüm bu kategorilerdeki eserlere
topluca bakıldığında 1912-13 Balkan faciası, Türk-İslam tarihinde ancak Cengiz’in 1219-1221
Batı Seferi ile karşılaştırılabilir. Bu dönemin vahşetinin kurbanı olmuş çok sayıda insan arasında Harzemşah Sultanı Celaleddin Mengübirti ile büyük mutasavvıf Necmüddin-i Kübra özel bir
önem arz eder. Her ikisi de Moğol terörü ile İslam âleminin yarısının nasıl yere serildiğini
görmüşler ve acıdan kahrolmuş bir şekilde ömürlerini tamamlamışlardır. Fakat gerek Cengiz’in
Moğollar, gerekse Bulgarlar ve müttefikleri karşısında düşülen bu feci durumun birinci derece
sorumluları, aralarında yedi asır olan her iki dönemin ihmalkâr ve gafil idarecileridir. Böylesi
idarecilerin başa geçmesini seyreden ve bunlara “ululemr” olarak itaat eden kitleler, sonuçta
bedeli ödeyenler olmuşlardır. Bu kural her zaman geçerlidir, ehliyetsiz, ahlaksız yöneticilere
meyledenler, sonuçta muhakkak bunun bedelini ödemektedirler
09-10-2024 / Mehmet Bülent ULUDAĞ & Soner KARAGÜL/  Araştırmacılar için Kaynak Makale .Sahiplerinden izinsiz basılamaz