Savaş Ve Barış

SAVAŞ VE BARIŞ

Tolstoy’un başyapıtlarından olan “Savaş ve Barış”, 1805 ve 1806, 1807 yıllarında Napoleon ’un Avusturya, Prusya, İngiltere ve Rusya topraklarında at koşturduğu, Avrupa’yı kana buladığı bir dönemi anlatmaktadır.

Kendisi de bir Kont olan ve Rus asilzadelerinden bir aileye mensup olan Tolstoy, o dönem Rusya’sında geçen saray hayatının debdebeli yaşantısını, balolarını, eğlence ve lükse düşkünlüklerini, genç Rus imparatorunun yönetim ve savaş yeteneklerinden mahrum olmasına rağmen, saray efradının ona hayran oluşlarını çok iyi aktarmaktadır. Bir yanda savaşın acımasız yüzü, okuyucuyu sanki meydan savaşının bir gözlemcisiymişçesine içine alıp, sararken; öte yandan prenslerin, prenseslerin, kontların, konteslerin, düşeslerin barış içinde, gösteriş içinde, sıkıntısız geçen günleri anlatılmaktadır. Her birinin geniş toprakları ve bu toprakları işleyen binlerce serfleri bulunmaktadır. Toprak kölelerine, serf anlamına gelen “can” denmektedir.

Okuyanlarınız hatırlayacaktır; Gogol’un ünlü eseri “Ölü Canlar ”da toprak sahibi asilzade, topraklarını, ormanlarını, köylerini, satmaya, elinden çıkarmaya kalkınca, içindeki canlar, serfler ile topyekûn satışa sunmaktadır. İnsanın değeri, toprak kadar, ağaç kadar, hani dilim varmıyor ama toprağı süren büyükbaş hayvan kadardır o dönemde. Feodal dönemin serfi, kapitalist dönemin proletaryası. Tek fark, proleter, emek gücünü (zihinsel ve/veya bedensel emek gücünü) satabileceği sermayedarı seçebilme şansına sahip oluşu!  Bir dönemi anlatan Tolstoy, insanları yargılamadan, fakat insanların yargılanmasını roman kahramanlarının düşünceleri üzerinden yürüten bir yöntem seçmiş. Aynı şekilde saray hayatı olsun, savaşın korkunç yüzü olsun, romanda geçen bütün olayları, toplumsal ilişkileri, roman karakterlerinin ağzından aktarmaktadır.

4 ciltten oluşan romanın henüz 2. Cildini okumaktayım, hiç şüphesiz, tamamını okumadan başka okumalara atlamayacağım. Burada sizlere aktarmak istediğim husus, okurken altını çizdiğim, roman kahramanlarından kont ve prensin serfler –canlar- hakkındaki görüşlerini satırı satırına sunmaktır. Feodal düzenin aristokratları, kendi alt sınıflarına, toprak kölelerine hangi gözle bakıyorlar, onları nasıl değerlendiriyorlardı ve de günümüz kapitalist/işçi ilişkilerine benzerlikleri nelerdir?

Bu yazının omurgasını oluşturan düşüncem, feodal ilişkiler ile kapitalist ilişkilerin, özel mülkiyet hukukunun getirisi olarak, çok da birbirinden farkının olmadığını düşündürebilmektir. “Güneyin ilkbaharı, yolların ıssızlığı, Viyana işi arabasının içinde yaptığı hızlı ve rahat yolculuk Piyer’de (Piyer, genç bir kontur. Kont bir babanın gayrimeşru çocuğu olarak doğmuş, babasının ölümü üzerine miras olarak babasının uçsuz bucaksız topraklarıyla birlikte “Kont” unvanına kavuşmuştur. Şişman, gözlüklü, kafası pek basmayan, hemen etki altında kalan bir tiptir. Biraz, Gonçarov’un Oblomov tiplemesini andırmaktadır. Piyer de Oblomov gibi, topraklarının yönetimini, şark kurnazı kâhyasına bırakmıştır.) hoş duygular uyandırmıştı. O güne dek görmediği yurtluklarının –arazilerinin, köylerinin- hepsi de birbirinden güzel, birbirinden pitoresk (göz alıcı) gelmişti Piyer’e; uğradığı her yerde durumları oldukça iyi görünen serfleri kendilerine yapılan iyiliklerden ötürü minnet duygularını dokunaklı bir biçimde gösteriyorlardı ona. Her gittiği yerde törenlerle karşılanıyordu; karşılanma törenlerinden utanmakla birlikte, Piyer, bu törenler sırasında yüreğinde derinden derine bir sevinç uyandığını da duyumsuyordu. Yurtluklarından birinde ona geleneksel ekmek-tuz ikramında bulunduktan sonra Aziz Piyotr’la Aziz Pavel’i birlikte gösteren bir ikon da armağan eden köylüler, kendilerine yaptığı iyiliklere minnettarlıklarının bir nişanesi olmak üzere, efendilerinin koruyucusu azizleri Piyotr ve Pavel onuruna –parasını da kendi ceplerinden ödeyerek- kiliseye ek bir dua vakfiyesi yaptırma izni istediler. Bir başka yerde ise onu kucaklarında çocuklarıyla kadınlar karşılayarak, ağır işlerden kendilerini kurtardığı için şükranlarını sundular. Üçüncü bir yurtlukta Piyer’i elinde haç taşıyan bir papaz, bir çocuk kalabalığı ortasında karşıladı; papaz efendi, Piyer’den aldığı destek sayesinde bu çocukları okutuyor, onlara okuma, yazma ve din dersleri veriyormuş… Her gittiği yurtluğunda yöneticileri ya da kâhyalar tuttukları defterleri çıkarıp Piyer’e, serflerin angaryalarının azaldığını gösteriyorlardı…” “Piyer Güney Rusya turundan büyük bir iç huzuruna kavuşmuş olarak dönerken, çoktandır içinde beslediği bir dileğini de gerçekleştirdi; iki yıldır görmediği arkadaşı Prens Andrey’i, babasının ona vermiş olduğu Daz Tepeler ’deki yurtluğunda ziyarete gitti.

” “

Bu ne güzel sürpriz böyle; çok sevindim,” dedi Prens Andrey.” (Prens Andrey ’de meydan savaşına katılmış ve yaralanmış, Napoleon tarafından savaş meydanından aldırılarak tedavi edilmiştir. Ailesinin öldü zannettiği prens, bir gün Rusya’ya geri dönmüştür.)  “Piyer cevap vermedi. Şaşkınlığından gözlerini arkadaşından alamıyordu; Prens Andrey ‘de gördüğü büyük değişiklik karşısında şaşkınlıktan serseme dönmüştü. Arkadaşının sesi yumuşak ve nazikti, dudaklarında, yüzünde gülümseme vardı, ama neşeli ve sevinçli bir ifade vermeye çalıştığı gözleri yine de donuk donuk, cansız bakıyordu. Prens Andrey (savaş yorgunu, romanımızın başkahramanlarından),eskisine göre daha zayıf, daha solgundu, yüzüne de daha olgun bir erkek havası gelmişti.” Hoş-beş lafladıktan, geçmişteki günlerini andıktan sonra, aralarındaki sohbet şu şekilde gelişti; (özellikle benim yazımın konusunu da bu kendilerinin köleliğini yapan insanlara soyluların bakışını yansıtması açısından oldukça önem arz etmektedir.) “… hadi, tartışalım bakalım,” dedi Prens Andrey. “Okullardan,” diye parmaklarıyla saymaya başlayarak sözünü sürdürdü, “eğitimden, buna benzer şeylerden söz ediyorsun; yani, şu adamı (önlerinden geçerken şapkasını çıkararak onları selamlayan bir köylüyü gösterdi) içinde bulunduğu hayvanca koşullardan çıkarıp, manevi gereksinmelere de sahip kılmak istiyorsun sen; yoksa ben bu adamın durumuna imrenirken, sen ona benim aklımı, benim duygularımı, benim duyarlığımı vermeden onu ben yapmak istiyorsun. Onun ‘ağır iş yükünü hafifletmek’ istediğini de söylüyorsun. Oysa bence, fiziksel çalışma onun en temel gereksinmesidir, varlığının nedenidir adeta; tıpkı senin ve benim için beyinsel çalışmanın esas oluşu gibi. Düşünmeden edemezsin ki sen. Ben sabaha karşı üçe doğru yatağa girerim, yine de, kafama düşünceler üşüştüğü ve düşünmeden edemediğim için şafak sökene kadar gözümü uyku tutmaz, döner dururum yatağımın içinde; tıpkı onun da tarlasını sürmeden, ekip biçmeden edemediği gibi. Bunu yapamazsa ya meyhaneye düşecektir, ya da hastalanıp döşeğe. Onun fiziksel çalışmasını ben yapmaya kalksam dayanamayıp, bir haftaya kalmadan ölürüm; aynı biçimde, o da benim fiziksel aylaklığımı kaldıramaz, yağ bağlayıp şişmanlıktan ölür. Üçüncüsü-“ diye üçüncü parmağını kıvırırken, “Neydi bakayım sözünü ettiğin şey? “dedi Prens Andrey…”

*1 Savaş ve Barış, bu minvalde devam edip gitmekte… Rusya’da 1800’lü yılların başında feodal üretim tarzı sürüp giderken, üretici güçler, tamamen toprağa bağımlı bir hayat sürmekteydi.  Düzenin üçgen ayaklarını oluşturanlar şunlardı; köylüler (emek gücü sahipleri), aristokratlar (sözüm ona zihinsel emek sarf edenler) ve Kilise mensupları, papazlar (üfürük gücü sarf edenler). Zengin sınıfı temsil eden aristokratlar, sanayi sermayesi değil, toprak rantına sahiptiler. Yani sermaye değil, servet sahibi olmak söz konusuydu. Kapitalist üretim tarzına geçilmesiyle servetler, yatırımlara, sermayeye dönüştü. Ama üretim ilişkileri değişirken, üretim araçları tamamen teknolojik yeniliğe uydurulurken, zenginlerle fakirler; sermaye sahipleri ile sermayesi emek-gücünden ibaret olanlar arasındaki ilişkiler hiçbir değişikliğe uğramadı ne yazık ki! *

1- Savaş ve Barış, Tolstoy, Çev. Mete Ergin, Engin Yayıncılık. İkinci cilt, s. 150-160 11.10.2024, Sedat PAMUK, SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ çalışmalarından. 

12-10-2024/ SEDAT PAMUK