Uzay ve zaman kavramları, Antik Çağdan günümüze kadar fiziğin ve felsefenin önemli problem alanlarından biri olmuştur. Günümüzde “uzay nedir?” sorusunun cevabını, uzay ve zaman felsefesinin bir alt dalı olan uzay felsefesi kapsamında ele alıyoruz. Aslında bu tartışma da popülerliğini 18. yüzyılın başlarında döneminin önde gelen felsefelerini birbirine düşürmenin planını yapan Britanya Kraliçesi Ansbachlı Caroline’e (1683-1737) borçludur.
Caroline iktidarı sürecinde iki filozoftan mektuplaşmalarını istemişti. Bu filozoflardan biri, mükemmel bir rasyonalist olan Alman filozof Gottfried Leibniz‘di. Diğeri ise Newton’un yakın arkadaşı İngiliz filozof Samuel Clarke’tı. İki adam bunu kabul etti ve fikir alışverişleri 1717’de A Collection of Papers adıyla yayınlandı. Bu tartışmaların temelinde de uzayın doğası yer alıyordu.
Leibniz, mekanın, şeyler arasındaki mekansal ilişkiler olduğunu savundu. Örneğin Avustralya Singapur’un “güneyindedir”. Ağaç çalılığın “üç metre solundadır”. Bu, uzayın bağladığı şeylerden bağımsız olarak var olamayacağı anlamına gelir. Leibniz’e göre hiçbir şey olmasaydı mekânsal ilişkiler de olmazdı. Eğer evrenimiz yok olsaydı uzay da var olmazdı.
Filozof Samuel Clarke uzayın her yerde bulunan bir tür madde olduğunu ileri sürdü. Uzay, evrendeki her şeyi içeren dev bir kap gibiydi. Bu kapta yıldızlar, gezegenler, zerre boyutlarında da olsa biz yer vardık. Uzay, nesnelerin bir yerden diğerine nasıl hareket ettiğini, tüm maddi evrenimizin uzayda nasıl hareket edebildiğini anlamamızı sağlıyordu. Ve İsmail Klark , uzayın “ilahi” olduğunu savunacaktı.
Ona göre Uzay, Tanrı’nın bizatihi kendisi varlığıydı. Bu nedenle bir gün evrenimiz yok olsa bile geride uzay kalacaktı. Tanrı’yı silemeyeceğiniz gibi, onu da silmemiz mümkün değildi.
Leibniz-Clarke mektupları 18. yüzyılın başlarındaki filozofları ve fizikçileri konu hakkında daha da fazla düşünmeye itti. Tartışmanın zaten içinde yer alan Newton gibi düşünürleri daha da derinlere sürükledi. Newton, uzayın maddi nesneler arasındaki ilişkilerden daha fazlası olduğunu savunuyordu. Onun mutlak bir varlık olduğunu, her şeyin ona göre hareket ettiğini ileri sürdü. Bu, “göreceli” ve “mutlak” hareket arasındaki ayrıma yol açtı.
Newton’a göre mutlak uzay bir nesnenin olası tüm konumlarının bileşkesinden ibarettir; ancak Leibniz’den farklı olarak bu bileşke, herhangi bir nesne yokken de mevcuttur. Oysaki Leibniz’e göre herhangi bir nesne yokken uzay diye bir şeyden söz etmek olanaklı değildir.
Daha sonra tartışmalara Immanuel Kant gibi diğer düşünürler dahil olacaktı. Kant uzayın gerçek bir varlıktan ziyade insanların dünyayı anlamlandırmak için kullandığı bir kavram olduğuna inanıyordu. Felsefi gelişimi içerisinde Kant, uzay kavramını, Leibnizci ilişkisel uzay ve Newtoncu mutlak uzay anlayışları arasındaki gerilim üzerine kuracaktı. Kant 1768 yılına kadar, içerisinde yetiştiği Leibnizci geleneğe bağlı kaldı. Ancak daha sonra Newtoncu uzay anlayışına yaklaşacaktır.
Görüldüğü gibi Samuel Clarke’ın desteklediği Newtoncu mutlak uzay anlayışı ile Leibnizci ilişkisel uzay anlayışı, uzay kavramının ele alınışı açısından temel bir farklılık göstermektedir. Newton uzay kavramını hareket yasalarının zemini olarak belirleyerek bilimsel bir bakış açısından ele alırken, Leibniz bu kavramı metafiziksel bir bakış açısından değerlendirmekte ve tanımlamaktadır.
Günümüzde bazı çağdaş filozoflar, fizikteki mevcut teorilerin Clarke’ın görüşünü (dini kısımlar hariç) desteklediğini kabul etmektedir. Yani uzay-zaman büyük bir kaptır ve hepimiz onun içinde hareket ederiz. Öte yandan kimi filozoflar da fiziğin her iki görüşle de uyumlu olduğuna inanıyorlar.