Yeni Türkiye Cumhuriyeti- Graham Fuller-

Derleyen: Halit YILDIRIM 24 Kasım 2008

Her ne kadar siyasete askeri müdahale hâlâ mümkünse de, bu durum eskiye kıyasla
daha az kabul edilebilir bir olgudur, hele Türkiye Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolunda
mücadele verdikçe. Türkiye’de AB üyeliği yolunda yürütülen kampanyaya AKP öncülük
etmektedir. Soğuk Savaş sırasında Türkiye’nin asıl ilişkisi, anlaşılır şekilde ABD ileydi,
ancak Fuller’ın da vurguladığı gibi, Türkiye’nin şimdi Avrupa, Avrasya ve Orta Doğu ile
ilgili menfaatleri vardır. Washington politika yapıcılarının keşfetmekte oldukları gibi, artık
Türkiye’nin gündemi ABD’nin gündemiyle örtüşmemektedir. Her ne kadar Washington’daki
Büyükelçilik Ankara için çok önemli olmaya devam etse de, Soğuk Savaşın sona ermesi,
siyasette ve ticarette Avrupa’nın öne çıkması, artık Türkiye’nin jeopolitik konumunun
kaçınılmaz olarak getirdiği değişiklikler ve fırsatlar Türkiye için çok yönlü bir dış politika
dikte etmektedir.
Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Türkiye, Orta Doğu’ya sırtını dönmüştür, Fuller
bu olguyu “Kemalist tarihsel lobotomi”nin1
bir eseri olarak nitelendirmektedir.
Türk-Arap ilişkilerinde uzun süren bir kesintinin ardından bugün artık Türkiye, bölge
ile bağlarını yeniden kurmaktadır.
Türkiye, İsrail ile önemli bir stratejik ilişki geliştirmiş olmakla birlikte, bu yönelimini
Orta Doğu’da geliştirmekte olduğu bir dizi başka ilişki ile de dengelemektedir. Türkiye’nin
bağımsız dış politikasının en iyi göstergesi, komşusu, önemli bir ticaret ortağı ve Arap
olmayan bir ülke olarak İran’la ilişkisidir. Özellikle Şah’ın 1979’da devrilmesinden sonraki
on yıl olmak üzere, gergin geçen yıllardan sonra iki ülke makul derecede dostane ilişkiler
geliştirmiştir.
Washington’un hoşuna gitmese de, Türkiye ve İran güvenlik konusunda ortak bâzı
çıkarları olduğunu fark etmişlerdir. Bu durum, ABD ile Türkiye arasında gözlenen çıkar
ayrışmasının önemli bir örneğidir.
“Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kendi yolunu ve kendi sesini buldukça, Soğuk
Savaş’ın daha basit hareket tarzlarına geri dönmenin imkanı olmayacaktır. Bundan dolayı,
ABD-Türkiye ilişkilerinin kalitesi kaçınılmaz şekilde evrilip olgunlaşacaktır, aynen
Türkiye’nin durumunda olduğu gibi.
Augustus Richard Norton
Boston Üniversitesi Antropoloji ve Uluslararası İlişkiler Profesörü
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkçe Çevirisine Önsöz
Söz konusu başlık benim tarafından değil, ABD’deki yayıncı tarafından seçilmiştir ve
korkarım biraz yanıltıcı olabilir, zira kitap gerçekte Türkiye’de bir “Yeni Cumhuriyet”ten
değil, daha çok yeni bir dönemden söz etmektedir. Doğru başlık “Türkiye’nin dünyadaki Yeni
Yeri” olmalıdır, çünkü kitabın odaklandığı nokta budur.
İkincisi, gerek küresel düzeyde gerekse bölgedeki ABD politikalarına oldukça eleştirel
baktığımı okuyucu fark edecektir. Üzülerek belirtmeliyim ki ABD, orta Doğu ve Avrasya
bölgesinde hegemonik veya tahakkümcü bir rol oynamaya yeltendiği sürece Türk ve
Amerikan politikaları bir ölçüde çelişik olmak durumundadır. Bu tür politikaların devri
geçmiştir. Artık Türkiye’nin kendisini çevreleyen bütün bölgelerde ve bütün yönlerde önde
gelen bir oyuncu olacağı çok-kutuplu bir dünyaya dönüşmek durumundayız.
1
Lobotomy (veya leucotomy): Beynin bir kısmını kesip çıkartma; beynin ön tarafına girip çıkan sinir hatlarının
iptal edilmesi; ciddi bir zihinsel hastalığın tedavisi için beyindeki bazı sinirlerin kesildiği, çoğu kez ciddi bilişsel
ve kişiliksel değişikliklere yol açan tıbbi operasyon.
www.altinicizdiklerim.com 2
Türk dış politikasını takip ettiğim uzun yıllar boyunca, genel olarak Türkiye’nin
hemen hemen her komşusu ile ilişkileri kötüydü. Aslında böyle olması gerekmiyordu. Oysa
bugün Türkiye oldukça akıllı biçimde hemen her komşusuyla iyi ilişkiler kurmuş durumdadır.
İşte bu iyi komşuluk ilişkileri, Türkiye’nin bölgedeki güç ve etkisini geçmiş on yıllara kıyasla
çok daha sağlam hale getirmektedir.
Bu arada okuyucularımdan bana bir iyilik yapmalarını istiyorum: Bir süre için,
1960’larda Türkiye’de istihbarat görevlisi olarak hizmet verdiğimi veya uzun yıllar CIA’de
çalıştığımı unutun. Zamanla her şey değişir, benim görüşlerim de değişti. Lütfen bu kitabı
sanki arkasında özel bir amaç güdüyormuş gibi okumayın. Argümanları ve analizi maksatlı
değil. Söylediklerimi ciddiye alın, çünkü demek istediğim sâdece söylediğimdir, ne eksik, ne
de fazla.
Kitap herhangi bir ABD politikasını veya istihbarat gündemini ileri taşımak için
tasarlanmış değildir. Gizli bir kanaldan ABD politikasına yardım etmek için yazıyor değilim.
Esasen, ABD politika yapıcılarının çoğu bu kitaptan hoşlanmayacaktır.
Graham E. Fuller/Vancouver, BC/Mart 2008-08-20
Çevirenin Önsözü
Her şeyden önce Fuller, Türkiye’yi ve İslam dünyasını iyi tanıyan biri. Hayatının bir
bölümünde istihbarat görevlisi olarak, bir bölümünde bölgeye ve Türkiye’ye duyduğu kişisel
ilgi ve yakınlık nedeniyle içinde bulunduğumuz coğrafyayı gezmiş, tanımış, gözlemlemiş biri.
Türkçe, Arapça, Farsça ve Rusça biliyor. Bölgemizi çoğumuzdan daha iyi bildiği, gelişmeleri
de gayet yakından takip ettiği kesin.
İkincisi, akademik kimliği de olan Fuller’ın takdire değer bir analitik yeteneğe ve
sağduyulu bir yaklaşıma sâhip olması.
Benim için Fuller’ı önemli kılan bir üçüncü husus ise, farklı din ve kültürlerin, farklı
coğrafyaların yetiştirdiği insanlar olmamıza karşın, sorunların kaynağına ilişkin tespit ve
çıkarsamalarının büyük çoğunluğunda aramızda bir frekans uyumu, bir paralellik olması.
Kitapta ileri sürülen görüşler elbette ki bazılarına ters gelecektir. Görüşlerine katılsak
da, katılmasak da, Fuller’ın değerlendirmesi okunmayı, üzerinde ciddiyetle durup düşünmeyi
hak ediyor.
Mustafa Acar/Ankara 7 Mart 2008
GİRİŞ
Türkiye Orta Doğu’da mıdır?
Sorunun basit cevabı tabii ki “evet”tir: Jeopolitik ve coğrafi yönden Türkiye, orta
Doğu’nun bir parçasıdır; aynen Avrupa’nın, Akdeniz’in, Balkanların ve Kafkasların da bir
parçası olduğu gibi. Fakat soru, aslında coğrafyanın çok ötesine; kimlik, oryantasyon ve
derinlerde yatan arzularla ilgili meselelere de uzanmaktadır.
Oysa 1960’lara kadar ABD Dışişleri Bakanlığı bürokrasisi, Türkiye’yi Yakın Doğu
İlişkileri Bürosu aracılığıyla takip ediyordu. Türkiye, NATO’ya katıldıktan sonra, tek bir
kalem darbesiyle, Avrupa İlişkileri Bürosu’na transfer edildi. Hem Türklerin Batılı olma
arzularını okşamak, hem de bürokratik kolaylık amacıyla, Türkiye gayet basitçe yeniden
sınıflandırılmıştı (“sınıf atlatılmıştı” demeye cüret etsek mi acaba?)
Türkiye Avrupa’nın parçası olsa bile, orta Doğu’daki coğrafi konumu, Türkler bundan
hoşlansa da hoşlanmasa da, ülkeyi Orta Doğu siyasetinin tam göbeğine kaçınılmaz şekilde
çekmektedir.
On yıllarca yıldır ABD’nin sadık bir müttefiki olarak görülen Türkiye’nin bundan
sonra sadakatini rutin bir şekilde sürdürmeyeceğine dair açık işaretler bulunmaktadır. Elbette,
Türkiye’deki bu tutum kayması, Washington’a karşı başka ülkelerin tutumunda meydana
gelen değişikliklere paralel gitmektedir.
www.altinicizdiklerim.com 3
Uluslararası Stratejik Araştırma Örgütü’nün (International Strategic Research
Organization: ISRO) 2004’te yaptığı, Türklerin algılarına ilişkin saha araştırmasında ortaya
çıkan çarpıcı sonuçlara göz atalım:
-ABD, Türkiye’ye yönelik bir numaralı tehdit olarak sıralanmıştır; bunu Yunanistan,
Ermenistan ve İsrail takip etmektedir. Rusya yedinci, İran dokuzuncudur.
-ABD, Türkiye’ye en dost ülkeler sıralamasında yedincidir.
-Dünya barışını en çok tehdit ettiğine inanılan ülkeler sıralamasında ABD açık ara ilk
sırada yer almış, ABD’yi İsrail ve İngiltere izlemiştir.
-Buna rağmen, ilginç bir şekilde, kriz zamanlarında (deprem, iç savaş vb.) Türkiye’nin
en çok güvenebileceği ülkeler sıralamasında ABD ilk sırada yer almıştır.
Böylesi bir baş döndürücü ve kontrol dışı değişim ortamında çok az Müslüman ülke,
bu tür bir sendeletici geçiş sürecini başarıyla veya olumlu bir şekilde geride bırakabilmiştir.
Sonuç olarak, yeni ve daha bağımsız tarzında Türkiye artık, bölgede basit bir Batı
“hayranı” olarak algılanmaktadır. Müslüman dünyada Türkiye ilk defa olumlu anlamda
izlemeye-ve belki de taklit etmeye-değer bir ülke olarak görülmektedir.
Dinî açıdan Türkiye nüfusunun %99.8’i Müslümandır. Mezhep açısından bakıldığında
ise, güçlü bir cemaatsel kimlik duygusuna sâhip hatırı sayılır (yüzde 30) bir Alevi (heterodoks
Şii) topluluk mevcuttur. Buna ilave olarak, Türkiye açıkça çoklu bir etnik yapıya sahiptir:
Ülkedeki en büyük etnik azınlık olan Kürtler, nüfusun yaklaşık %20’sini temsil etmekte ve
Türkçe-olmayan, Farsça ile akraba bir dil konuşmaktadırlar.
Her ne kadar durum biraz iyileşmiş olsa da, Türkiye’nin “Kürt sorunu” henüz
çözülmüş olmaktan çok uzaktır; üstelik Saddam sonrası Irak’ta Kürtlerin izlediği siyaset
nedeniyle, şimdi artık daha karmaşık bir hal almıştır.
İslami hareketler Orta Doğu’ya yayıldıkça, Türk hükümetinin siyasal İslam’ın her
türüne karşı hasmane tutumu, ülkenin İslami radikalizme karşı bir siper olma imajına katkıda
bulunmuştur. Buna ilaveten, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra, yeni bağımsızlığa
kavuşan, orta Asya’daki Türki devletlerle etnik bağları, Türkiye’nin stratejik önemini
arttırmıştır; aynen Hazar ve Orta Asya petrol ve doğal gazının dağıtımında bir geçiş güzergahı
olma planlarının da ülkenin stratejik önemini arttırdığı gibi. Bu zaman zarfında Türkiye İsrail
ile askeri ilişkilerini de yoğunlaştırmıştır.
11 Eylül 2001’den sonra Washington, Terörizmle Küresel Savaşta (TKS), bölgedeki
ABD askeri operasyonlarını desteklemek konusunda Türkiye’nin kendisine doğal bir ortak ve
destek kaynağı olmasını ve anti-İslamcı ideolojinin muhkem sembolü olarak kalmasını
beklemiştir. Ancak bu beklentiler Washington’un umduğu yönde gerçekleşmemiştir.
Kitabın anahtar iddialarından biri, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin-orta Doğu ve
Avrasya’dan uzun bir anormal izole olma döneminden sonra-bugün artık yeniden Orta Doğu
siyasetinin bir parçası haline gelme sürecinde olduğudur. Bu süreç, Türkiye’nin dünyadaki
yeni jeopolitik konumuna ilişkin genişleyen vizyonuyla bağlantılıdır. Dolayısıyla, Batı’nın
son yarım asırda kendisinden gayet memnun olduğu Türkiye, şimdi yeniden dönmekte olduğu
uzun dönemli rotadan geçici bir jeopolitik sapmayı temsil etmektedir. Her ne kadar bu
“tarihin dönüşü” Türkiye’nin Batı ile ilişkisini kısmen sulandırıp karmaşıklaştırsa da, aynı
zamanda bu ilişkiyi zenginleştirmekte ve tamamlamaktadır.
Bu kitapta aynı zamanda Türkiye’nin, ABD ile ilişkisinin daha önceki yakınlık
düzeyini üç temel nedenle büyük ölçüde kalıcı biçimde kaybetme sürecinde olduğu ileri
sürülmektedir. Birincisi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Avrupa siyasetinin yeniden
düzenlenişi, Türkiye’ye yönelik başlıca stratejik-jeopolitik tehdidi ortadan kaldırmıştır.
İkincisi, hemen hemen aynı zamanda, Washington’un Orta Doğu’daki bölgesel gündeminin
Ankara’nın bölgedeki kendi çıkarlarıyla çatıştığı algısı giderek güçlenmektedir. Üçüncüsü,
Ankara, alternatif siyasî ve ekonomik opsiyonlar öneren Müslüman dünya, Avrasya, Rusya ve
Çin ile giderek daha fazla yeni stratejik bağlantılar kurmuştur.
www.altinicizdiklerim.com 4
Her ne kadar bu ilişkiler büyük ölçüde AKP yönetimi altında hızlanmışsa da, ben bu
özel kaymayı, Ankara’nın Washington ile bağlarını kaçınılmaz şekilde değiştirecek, uzun
dönemli bir jeopolitik kayma olarak değerlendiriyorum.
Washington’un bakış noktasından Türkiye, bugün artık çok daha zor, bağımsız
düşünen, daha önceki on yıllara kıyasla çok daha az güvenilir bir müttefiktir, hâttâ bazıları
Türkiye’nin kaybedildiğini bile söyleyebilir.
Kısım 1
Türkiye’nin Tarihsel Yörüngesi
Tarihsel Mercek
Türklerin Orta Doğu’ya Karşı Tutumu
Türkler en azından dört nesildir kendilerini Orta Doğu’dan boşanmış
hissetmektedirler. Türkiye’de bugün Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalma kişisel
anılarını ailesiyle hâlâ paylaşabilecek durumda çok az yaşlı nine kalmıştır. Onlarca yıldır
devam eden Kemalist-eğilimli tarih öğretimi, genelde İslam dünyası, özelde Arap dünyası
hakkında olumsuz düşünme yönünde, ülkenin beynini yıkamıştır. Türkler Müslüman dünyayı
sâdece geri kalmışlık ve aşırılıkçılıkla ilişkilendirecek şekilde yetiştirilmişlerdir.
Türkiye’nin tarihte izlediği yörüngeye bakmak için en azından üç temel mercek vardır:
Kemalist, tarihsel ve döngüsel/diyalektik mercek. Bu merceklerden her birinde birçok hakikat
payı olsa da hiçbiri hikayenin tamamını yansıtmamaktadır.
Türkiye’nin stratejik kimliği hâlâ bir oluşum süreci içindedir.
Kemalist Görüş: Türkiye’nin Tarihten Radikal Kopuşu
Türkiye’nin tarihi seyrine ilişkin geleneksel görüş, klâsik Kemalist-veya Atatürkçükurucu ideolojiyi yansıtmaktadır.
Bu görüşe göre, Kemalist dönem, Osmanlı sonrası devleti Batılılaşmış, homojen, etnik
temelli bir ulus-devlete dönüştürmüştür.
Bu Batılılaştırmacı vizyon, Kemalist bir elit zümreye, Türkiye’yi karanlık Osmanlı
geçmişinden alıp ona parlak ve aydınlık bir Batılı gelecek bahşetme rolü biçmiştir. Söz
konusu Kemalist elitlerin amaç ve ihtiyaçlarına hizmet edecek bir şekle sokulmuş Türkiye’nin
modern ulusal anlatısı ve kurucu miti ile birlikte bu vizyonun bekçiliği, Kemalist mirasın
önde gelen koruyucusu olarak görev yapan ordu tarafından yerine getirilmektedir.
Her ne kadar prensipte demokrasiye bağlı olsa da, koruma ve kollama rolü, geçmişte
orduyu ideolojik tehditler karşısında müdahalede bulunmaya zorlamıştır. Bunun sonucu
olarak, geride kalan seksen yılda ordu, zaman zaman ülkeyi Atatürk’ün çizdiği rotaya geri
döndürmek üzere harekete geçmiştir; bir mizahçının gözlemiyle, “alıştırma tekerlekleri
üzerinde demokrasi” yâni.2
Pekala, Türklerin dilinde “Batılılaşma” denince acaba tam olarak ne akla gelir?
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaştırmacı reformların ilk günlerinden
beri Batılılaşma, kültürel bir projeye karşılık olarak değil, daha ziyade Batı’nın gücüne
kavuşmaya karşılık olarak kullanılmıştır; özellikle de Batı emperyalizminin sızmalarına karşı
kendini daha iyi savunmak amacıyla. Esasen, gelişmekte olan dünyada bir bütün olarak
modernleşme tarihi göstermektedir ki Batılılaşma genel olarak bir modernleşme ve kendini
sağlamlaştırma biçimi olarak algılanmıştır, bir kültürel öykünme biçimi olarak değil.
Bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılılaştırma süreci bile Batı’nın Türkiye ve
menfaatlerine yönelik niyetleri konusunda kuşkularla yüklüdür. Dahası, Atatürk’ün reform
yaklaşımı, kendi sağlığında gayet canlı iken, ölümünden sonra donup bir-izm’e dönüşmüştür.
2 Alıştırma tekerlekleri (training wheels): Bisiklet sürmeyi yeni öğrenmeye çalışan birinin düşmemesi için arka
tekerleğin iki yanına yerleştirilen küçük destek tekerlekler. (ç.n.)
www.altinicizdiklerim.com 5
Bunun sonucu olarak reformlar, halefleri tarafından belki Atatürk’ün kendisinin bile
onaylamayacağı yollarla uygulamaya sokulmuştur.
Tarihçi Görüş: Türk Tarihinde Devamlılık
Türkiye’nin tarihsel serüveni ile ilgili ikinci bir görüş, olayı yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile değil; 1839 yılındaki Tanzimat (idari reformlar) ile yola çıkan
çok daha uzun bir reform süreci ile başlatır.
Bu görüşün taraftarlarına göre-hayati, sağlam ve önemli de olsalar-Kemalist
reformların ön adımları daha önceki yüzyılda atılmıştır; söz konusu reformlar durup dururken
aniden ortaya çıkmış şeyler değildir veya Türk tarihinde köklü bir kopuşu temsil etmezler.
Bununla birlikte bu görüş, Atatürk’ün bir reformcu ve kurtarıcı olarak olağanüstü etkisini
hiçbir şekilde küçümsemez.
Bu yüzden de bu görüş açısından Kemalist reformlar tamamen “devrimci” olarak
değerlendirilmez, özellikle de reformların neredeyse bir yüzyıl geriye giden öncü adımları
dikkate alındığında.
Döngüsel/Diyalektik Görüş
Türkiye’nin tarih macerasıyla ilgili üçüncü bir görüş, ki kişisel olarak benim
benimsediğim görüş budur, hem Kemalist kurumsallaşmış değişimin merkezi önemini hem de
reformist geleneğin büyük bir süreklilik içinde Osmanlı dönemine kadar gittiğini kabul eder.
Bu görüş şuna inanır ki Kemalist reformlar, Türk siyasî, toplumsal ve ideolojik yaşamına bir
dizi otoriteryen yenilikler ve ayrımcılık biçimleri takdim etmiştir; tarihin ışığında bu
reformlardan bazılarını bugün artık, ana akım Türk kültüründen çok keskin, gerçekçi olmayan
biçimde sapmış zararlı aşırılıklar olarak görmek mümkündür. Daha sert terimlerle söylersek
diyebiliriz ki Atatürk, Türkiye üzerinde ülkenin İslamı ve Osmanlı geçmişi hakkında bir
ulusal amneziye yol açmış bir tür “kültürel lobotomi” uygulamıştır. Bu, İslam-öncesi Türk
tarihinin ırkçı eğilimli bir bakışla yeniden okunması suretiyle yeni bir milliyetçilik oluşturmak
amacıyla yapılmıştır.
Sonuç olarak 1950 sonrası modern Türk tarihi, aşamalı bir şekilde Kemalist ideolojik
aşırılıkları törpüleyen ve milletin Cumhuriyet öncesi geçmişiyle daha rahat ve “normal” bir
ilişkiye dönmesini sağlayan bir süreç özelliği göstermiştir.
Sonuç itibariyle bu sentez, Kemalist ulus-inşa sürecinden kalma üç anahtar psikolojik
ve kültürel yarayı iyileştirmeye başlamaktadır. Bu yaralar şunlardan oluşmaktadır:
*Kemalist seçkinlerin bir kısmının bugün bile tam olarak terk etmediği, özellikle
ulusal politikalar üzerinde ciddi bir asker ağırlığı tarafından temsil edilen bir otoriteryenizm
mirası;

  • Avrupa tarzı ve sözde “etnik olarak homojen” bir ulus devlet inşa etme sürecinde
    Türk olmayan etnik kimliklerin (özellikle Kürtlerin) dışlanması ve bastırılması;
  • Kemalist dönemin Aydınlanma’dan mülhem reformlarında örtük biçimde mevcut
    olduğu üzere, İslam ve İslami geleneklerin kötülenmesi; ki bu reformlar, ülkeyi güçlendirmek
    için reform ve değişimin gereğini kabul eden ama İslam ve Osmanlı geçmişiyle de gurur
    duyan ve bugün artık ana akım Türk siyasetine dâhil olan daha geleneksel toplumsal
    sınıfların büyük bölümünü yabancılaştırmıştı.
    Osmanlı Dönemi
    Osmanlı Deneyimi: İyi mi, Kötü mü?
    Türklerin Arapları sevmediğini söylemek klişe bir ifadedir. Popüler Türk konuşma
    tarzında Araplar tembel, dürüst olmayan, geri, ihanet etmiş ve fanatik gibi sıfatlarla anılır. Öte
    yandan Araplar da halk arasında Türkleri anlayışı kıt, sert, emperyal, inatçı, Batı karşısında
    yaltaklanan ve kendi öz-kimliği konusunda kafası karışık insanlar diye nitelerler.
    www.altinicizdiklerim.com 6
    Türkler ve Araplar arasında ciddi bir düşmanlık, tarihi bir gerçek değildir, önceden
    tayin edilmiş, kaçınılmaz bir kader değildir; çokuluslu devletin bir dizi etnik temelli,
    milliyetçi ve birbirine rakip ulus-devlete yol verdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun son
    günlerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak bu neredeyse asırlık Arap-Türk siyasî
    düşmanlığı dönemi, muhtemelen sonuna yaklaşmakta; yeni ve daha verimli ilişkilere kapı
    aralanmaktadır. Bunun sonucunda, Osmanlı mirasına bugün artık bütün taraflarca daha
    dengeli bir gözle bakılmaktadır.
    Osmanlı yönetimi, bu çoklu tehditler karşısında çareler ararken, Osmanlıcılık doktrini
    adı altında, İslami kavramlar, reformcu inisiyatifler ve Batılı milliyetçilik arasında ilginç bir
    bileşim geliştirdi; çokuluslu imparatorluğa yeni bir “millî” bağlılık duygusu yaratmayı
    amaçlayan bir ideolojiydi bu. Osmanlıcılık, İslami fikirler ile Batılı Aydınlanma fikirlerini
    sentezlemeye yönelik bilinçli bir çabayı temsil ediyordu.
    Araplar ve İmparatorluğun Dağılması
    Her iki taraftaki popüler mitlerin aksine, Türkler ile Araplar arasında uzun süreli bir
    düşmanlık olmamıştır.
    Önemli gerçek şudur ki, imparatorluğun Arap nüfusu, ilke olarak, dağıldığı son ana
    kadar imparatorluğa sadık kalmıştır. Buna rağmen bugün yaygın Türk görüşü, imparatorluğun
    Arap nüfusunun İngiliz ve Fransızların yanında yer alarak “Türkiye’yi arkadan vurduğu”
    şeklindedir.
    Arap dünyasında Osmanlı otoritesini sarsmaya yönelik İngiliz ve Fransız gayretlerine
    rağmen, ta 1. Dünya Savaşı’na kadar, Osmanlı devleti, parlamentosu ve idari düzeni, Araplar
    tarafından büyük ölçüde kabul görmüştür. Bu dönemde Arap uleması bile neredeyse tam
    mutabakat halinde Osmanlı iktidarına ve kurumlarına sadık kalmıştır.
    Esasen etnik Arap milliyetçiliğine bağlı güçler, ancak imparatorluk çöktükten ve Arap
    dünyası sömürgeci İngiliz ve Fransız güçleri tarafından ele geçirildikten sonra üstünlük
    kurabilmişlerdir.
    Pan-İslamizmin Doğuşu
    Sultan II. Abdülhamit, imparatorluğun geniş Müslüman kesiminin bütünlüğünü
    koruyabilmek için Pan İslamizm ideolojisine yönelerek, Müslüman dünyanın tahtının Batılı
    imansızların tehdidi altında olduğunu belirten ve Müslümanları Hıristiyan Avrupalı işgalci
    düşmanlara karşı birlik olmaya çağıran kapsamlı bir ferman yayınladı.
    Pan-İslamist bir politika kavramının bizzat kendisi, bugün elbette ki modern
    Türkiye’nin Kemalist ideolojisine ve seküler değerlerine son derece yabancı bir kavramdır;
    oysa tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan daha sâdece bir onyıl öncesinde
    İstanbul’da Pan-İslamizm düşüncesinin ne kadar da yaygın bir fikir olduğunu ortaya
    koymaktadır.
    Her ne kadar Pan-İslamizm ideolojisinin çağdaş Türkiye tarafından dış politikaya asla
    temel alınmayacağı neredeyse kesin ise de, realite şudur ki, bugün Müslüman dünya hâlâ bir
    lider arayışındadır. Mevcut liderlik boşluğunun ışığı altında Türkiye giderek daha fazla itibar
    edilen, bağımsız ve başarılı bir Müslüman ses olarak daha dikkatle dinlenmektedir. Türklerin
    birçoğunun böyle bir lider boşluğunu doldurma hevesi muhtemelen ancak minimal
    düzeydedir; birçok Müslümanın Türkiye’yi bu rolü oynamaya çağırması da çok muhtemel
    değildir. Ancak bu boşluk mevcut oldukça, Türkiye’nin eninde sonunda bölge üzerinde
    etkisini yaymaya en ehil ve becerikli ülke olma ihtimali, diğer bir Müslüman ülkeninkinden
    çok daha fazladır.
    Kemalist Deneyim
    Kemalistlerin Müslüman Dünyadan Kopuşu
    Kemalist misyon her ne kadar son derece reformist bir yapıya sâhip olsa da bu reform
    dürtüsü, durup dururken boşlukta doğmuş bir olgu değildir.
    www.altinicizdiklerim.com 7
    Kemalist reformlar, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu reform hareketleri
    birikiminin bir sonucunu ve zirveye tırmandığı anı temsil eder!
    Türk Devleti ve Milletini Yeniden İnşa Etmek
    Kemalistler açıkça Türk etnik milliyetçiliği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnik
    unsurlu, çok-dinli ve İslami yönelimli değerlerinin yerini alacak yeni bir milliyetçi değerler
    kümesi üzerine bina edilmiş yeni bir Türk ulus-devleti inşa etmek istiyorlardı.
    İlaveten, yeni etnik temelli ulus-devleti destekleyecek şekilde tarih de yeniden yazıldı:
    Buna göre Türklerin şan ve şerefi İslam’la değil, İslam’dan çok daha önceki dönemlerde
    başlamıştı; hâttâ bâzı yazarlar Türk tarihinin İslam’la batağa saplanmış hale geldiğini ileri
    sürdüler. Türk dili üzerinde de radikal değiştirme çalışmaları yapıldı: Osmanlı Türkçesinin
    merkezinde yer alan, Arapça ve Farsça’dan ödünç alınmış çok sayıda sözcük atılırken,
    bunların yerini eski Türkçe kökenli sözcüklerden türetilen geniş bir yeni sözcük dağarcığı
    aldı. Arapça alfabe kaldırılarak yerine Latin alfabe kondu. Bu değişiklikler, sonraki nesillerin
    Osmanlı geçmişine dair bütün bir yazılı külliyata rutin erişiminin önünü bir kalemde tıkadı.
    Siyasî alanda, saltanat kaldırılarak cumhuriyet kuruldu. Ayrıca, seçilmiş Batılı yasalar toptan
    alınarak, islam hukukunun bütün birikimi atıl hale getirildi. Batılı giyim tarzı yeni ve gerekli
    norm haline gelirken, kadınlar herhangi bir tür örtü kullanmaktan caydırıldı.
    Atatürk’ün 1924 yılında bizzat bütün Sünni dünyanın en üst dinî mercii olan Halifeliği
    kaldırmasıyla birlikte Türkiye, İslam dünyası ile ilişkilerine en önemli darbeyi vurmuş oldu.
    Bu son derece önemli bir olaydı.
    Bu eylem, bir İtalyan Başbakanı’nın dünyanın her yanında bulunan Katolik
    topluluklara danışmadan, ani bir kararla Papalığı ilga etmesi gibi bir şeydi.
    Halifeliğin devam eden eksikliği, yirmi birinci yüzyılın İslami hareketlerinin çoğunda
    yeni yankı bulmuştur. Gerçekten de bu eksikliğin İslam’ın bugünkü zayıflığının ve
    bölünmüşlüğünün üzerinde ciddi etkisi olduğu birçok kişi tarafından kabul edilmektedir.
    Kemalist Türkiye, Müslümanlar için, özellikle de Araplar için, İslam’ın, Arap
    dünyasının ve daha genelde İslam dünyasının Türklerle olan kadim bağlarının ve ortak
    kültürlerinin tümüyle reddini temsil etmektedir.
    Arap tarihi, 1258 yılında Abbasi Halifeliği’nin Moğollara yenik düşmesiyle “sona
    ermişti.” O günden sonra, Araplar uluslararası alanda bağımsız bir oyuncu olmaktan çıkmış;
    zira önce Selçuklu Türklerine, daha sonra da Osmanlı Türklerine boyun eğmişlerdi. Arap
    milliyetçileri, adı geçen yüzyıllar boyunca bağımsızlıklarını korumuş, kendi kurumlarını ve
    iktidarlarını geliştirmiş olsalardı-aynen Türkiye’nin I. Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı gibiAvrupa emperyalizmine daha iyi karşı koyabilir durumda olabileceklerine inanmaya
    başladılar.
    Türklerin Arap Dünyasını Kötülemesi
    I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Arap dünyası, birçok nedenle Türk dış politikasının ilgi
    alanının bir hayli dışında kalmıştır: (1) Arap dünyası artık Türk devletinin bir parçası değildi;
    (2) Komşu Arap devletleri Avrupa’nın manda yönetimleri altındaydı, bundan dolayı da
    uluslararası alanda gerçek bir rol oynayabilir veya Ankara’ya bir tehdit oluşturabilir durumda
    değillerdi; (3) Türkiye, kendi içinde yeni ulus-inşası işleriyle fazlasıyla meşguldü; ve nihayet
    (4) Türkiye’nin önceliği, eski Avrupalı düşmanlarıyla yeni bağlar kurmaktı.
    İslam kültürü, Türklerin geri kalmışlığının ve zayıflığının kaynağı olarak görülüyordu;
    yeni aydınlanmış bir Türkiye’nin yükselişi, ancak “öteki” uçtan olacaktı. Bunun sonucu
    olarak Arapça ve Arap kültürü konusundaki çalışmalar, dinî çalışmalarla ilgilenen küçük bir
    azınlık çevresi dışında, Türk toplumunda neredeyse tamamen ortadan kalktı.
    Ateşli Türk milliyetçilerinin çoğunun gözünde İslam ve din adamları, Türk
    vatanseverliğinin antitezi haline gelmişti, ki Türk siyasî dilinde bunun anlamı, hainlik değilse
    bile bir hayli kuşkulu bir konuma düşmek demekti.
    www.altinicizdiklerim.com 8
    Kemalistlerin hızlı bir şekilde propagandasını yaptığı görüşe göre Arap dünyası,
    sâdece Osmanlı’nın geri kalmışlığının kaynağı değildi, aynı zamanda Türkiye’yi “karanlık
    çağlar”a geri götürme tehdidini de taşıyordu.
    Sonuç
    II. Dünya Savaşı’na kadar Müslüman dünya, Türk dış politikası hesaplarında son
    derece önemsiz bir rol oynamıştır. Yeni Cumhuriyet esas itibariyle daha acil olan Avrupa’nın
    emperyal siyasetinin meseleleriyle uğraşırken, Arap dünyasının büyük bölümü de Avrupa’nın
    emperyal mandasına girmişti. Sonuç olarak Ankara’nın bölgeye karşı tavrı; kültürel olarak
    red, siyasî olaraksa küçük görme değilse bile belirgin bir siyasî soğukluk şeklinde cereyan
    etmiştir.
    Soğuk Savaş Ara Dönemi
    Türkiye Batı Safında
    Sovyet tehdidinin yükselmesinin etkisiyle, Türkiye’nin yeni bir unsur olarak Batı
    savunmasına katılması ve Türkiye’de Arap dünyasına karşı artan ideolojik düşmanlık, TürkAmerikan ilişkilerinde önemli bir köşe taşı oluşturmuştu. Soğuk Savaş aynı zamanda Orta
    Doğu’ya yönelik Türk dış politikasında son derece dar görüşlü ve başarısız bir dönemi
    işaretlemektedir.
    1952’ye gelindiğinde Türkiye, Batı güvenlik sisteminin bütünleyici bir parçası haline
    gelmiş ve Washington tarafından bürokratik anlamda “Avrupa’nın parçası” olarak yeniden
    sınıflandırılmıştır. Türkiye, yüzyıllarca Avrupalı emperyal arzuların kurbanı olduktan sonra,
    artık Avrupa sistemi içinde kendisine koruma temin etmeyi başarmıştı.
    ABD, 1955’te Bağdat Paktı’nı vücuda getirmiştir. İngiltere, Türkiye, İran, Pakistan ve
    Afganistan ile, tek Arap üye olarak Irak monarşisinin dâhil olduğu bu pakt, Sovyetler
    Birliği’ni çevreleyip kuşatmaya dönük, daha geniş bir stratejinin parçasıydı. Ancak Türk ve
    Irak hükümetlerinin pakta verdikleri destek, Arap kamuoyunu kızdırdı; zira Arap kamuoyu
    kendisini ilgilendiren en büyük stratejik tehdit olarak Sovyet askeri saldırısını değil, devam
    eden Arap-İsrail askeri çatışmasını görüyordu.
    1950’den 1960’a kadar, Adnan Menderes yönetimi altında Türkiye’nin demokratik
    yolla seçilmiş ilk hükümeti döneminde, ülkenin dış politikası hemen tamamen Batının
    çıkarlarına göre pozisyon aldı.
    Türkiye, 1955’te Ürdün hükümetine, Bağdat Paktı’na katılmaması halinde (hiçbir
    zaman da katılmadı) Türkiye’nin bir gün Ürdün’e karşı İsrail’in yanında savaşabileceğini
    belirtti. Bu tehdidin ardından Washington ve Londra, Türkiye’yi esas itibariyle Batı-yanlısı
    olan Arap liderleri kendisinden uzaklaştırmaması konusunda uyardı.
    Cezayir’in Fransa’ya karşı sert bir anti-sömürgeci savaş verdiği sırada, 1955’te,
    Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada Türkiye Cezayir’in bağımsızlığına karşı oy
    kullanmak suretiyle gelişmekte olan dünyayı şoke etmişti. Ankara herhangi bir ulusal kurtuluş
    savaşına daha baştan kuşkuyla yaklaşıyordu.
    Ankara, Birleşik Devletler ile olan yakın bağlarına rağmen 1960’larda Washington ile
    iki ciddi kriz yaşamıştır. Küba Füze Krizi ve Kıbrıs konusundaki ABD politikası, ABD’nin
    güvenlik garantilerinin inanılırlığı ve Türk çıkarlarına karşı ABD duyarlılığının derecesi
    konularında Ankara nezdinde kuşku yaratmıştır.
    Arap Dünyası ile İdeolojik Kapışma
    Şiddetlenen Filistinli göçmen sorunu ve İsrail’e karşı ardı ardına alınan yenilgilerin
    yarattığı travmayla, Arap devletleri bu dönemde-çoğu zaman askeri olmak üzere-otoriteryen
    rejimler tarafından yönetilen “polis devletler” haline gelmeye başladılar.
    www.altinicizdiklerim.com 9
    Milliyetçi duygular ve anti-emperyalist bilincin bu yükseliş atmosferinde, birçok Arap
    lider, gerek silâh temini ve gerekse Batı gücüne karşı daha geniş bir diplomatik denge
    arayışıyla giderek yönünü Sovyetler Birliği’ne çevirdi. Moskova’nın en önemli müşterileri
    arasında-Türkiye sınırında yer alan-Suriye ve Irak’ın yanı sıra Cezayir, Libya, Mısır ve
    Yemen vardı.
    Güç dengesi politikaları, Araplar açısından, benimsenebilecek en güvenli politika idi.
    Türkiye kendisini Batılı kampa satmış, Batılı stratejik amaçlara hizmet etme azminde, arap
    ihtiyaç ve arzularına karşı ise hasmane tutum alan bir ülke olarak algılanıyordu.
    Bölge Devletleri ile İlişkiler
    Ankara’nın Arap dünyası ile olan daha çok çatışmacı ilişkilerine karşılık Pehlevi İranı
    ile ilişkileri iyiydi. Her ne kadar Şah çoğu zaman Türkiye’yi bir parça rakip olarak görse de,
    Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan ortak jeopolitik korkulara ve Batı’nın desteğine duyulan
    ortak arzuya dayanan bu ilişkiler, 1979’daki İran Devrimi’ne kadar devam etti. Her ne kadar
    üye devletler söz konusu işbirliği düzenlemelerine hiçbir zaman ciddi bir önem atfetmedilerse
    de, İran ve Türkiye aynı zamanda Bağdat Paktı, CENTO, daha sonra İktisadi İşbirliği
    Örgütü’ne dönüşecek olan İşbirliği ve Kalkınma Bölgesi gibi bölgesel örgütlerin üyesi
    oldular.
    Türkiye ile Suriye arasındaki olumsuz ilişkiler, Soğuk Savaş döneminde daha da
    yoğunlaştı. Daha geniş bir jeopolitik düşmanlık bağlamı içinde, gerek Türkiye gerekse Suriye
    karşı tarafa baskı yapabileceği araçlar peşinde koştu: Türkiye’nin elindeki temel koz,
    Suriye’ye akan Fırat sularının kontrolü iken; Suriye’nin kozu, Türkiye devletine karşı
    harekete geçmiş olan Kürt isyancılara yardım sağlama şeklindeydi. Örneğin Şam, 1980’lerin
    başından itibaren Kürt İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan’a sığınma hakkı tanımış ve
    bu örgüte gerilla eğitim kampları ve lojistik destek sağlamıştır.
    Müslüman Dünyaya Yönelik Yeni Açılımlar
    Orta Doğu ile Artan Ekonomik İlişkiler: 1970-1980
    1970’lerden başlayarak, Türkiye ilk defa dış politikasına ekonomik bir boyut ekledi.
    Bunda üç haneli enflasyon, yarı kapasiteyle çalışan sanayi üretimi ve 1973’te petrol
    fiyatlarının ciddi biçimde yükselişini takiben dış kredilerin faiz borçlarını ödemek için gerekli
    sağlam parayı temin edememe gibi sorunlardan oluşan büyük ekonomik krizin etkisi olmuştu.
    Bunun sonucu olarak Ankara, Orta Doğu ile olan ilişkilerinde sâdece güvenliğe odaklı
    yaklaşımdan uzaklaşmıştır. Her ne kadar bölgeyi bir ölçüde düşman bir blok olarak görme
    eğiliminde olsa da, karşılıklı devlet çıkarlarına dayalı yeni ikili ilişkiler kurmaya başlamıştır.
    Nitekim 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kalıp, Birleşik Devletler’in İsrail’e yakıt
    veya başka türlü bir destek sağlamak üzere üslerini kullanmasına izin vermemiştir. Aynı şey
    1973 Yom Kippur Savaşı’nda da söz konusu olmuştur. Türkiye aynı zamanda İsrail’in Batı
    Şeria ve Gazze Şeridi’nde işgal altında tuttuğu Filistin topraklarından çekilmesini isteyen BM
    çağrılarını desteklemiş, 1976’da Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) tanımış, daha sonra da
    FKÖ’nün Ankara’da büro açmasına izin vermiştir. Ankara 1980’de İran’daki Amerikan
    rehineleri kurtarma konusundaki talihsiz ABD girişimine de destek vermemiş ve
    Washington’un Orta Doğu’ya yönelik Acil Müdahale Gücü teşkil etme planlarına direnmiştir.
    İran-Irak Savaşı
    İran-Irak Savaşı boyunca Türkiye, o eski Kemalist tarafsızlık ilkesine geri dönerek
    tarafsız kalmış, rehine krizinden sonra Birleşik Devletler’in Tahran’a uyguladığı ticaret
    ambargosunu benimsemeyi manidar biçimde reddetmişti. Bunun sonucunda, savaştan en kârlı
    çıkan taraf Ankara olmuştur, zira savaşan her iki taraf da çatışma sırasında ekonomik olarak
    yüksek oranda Türkiye’ye bağımlı hale gelmiştir. Türkiye bu ülkelerin Batı’ya açılabildikleri
    ender kapılardan biri ve yerel gıda maddelerinin temin kaynağı olmuştur.
    www.altinicizdiklerim.com 10
    Türkiye’nin Irak ile ticareti savaş sırasında yediye katlanarak, 961 milyon dolara veya
    Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 12’sine ulaşmıştır. Bu kazançlar Türkiye’de devam
    eden ekonomik krizin aşılmasına bir hayli yardımcı olmuştur.
    1991 Körfez Savaşı
    Türkiye’nin İran-Irak Savaşı sırasında tarafsız kalmış ve bu duruştan ekonomik
    kazançlar sağlamış olmasına rağmen, 1991 Körfez Savaşı’nın patlak vermesiyle Özal,
    Saddam Hüseyin’e karşı girişilen kavgada Türkiye’yi ABD öncülüğündeki koalisyonla aynı
    safa sokmak suretiyle durumu çarpıcı bir şekilde değiştirmiştir.
    İslam Konferansı Örgütü
    Türkiye, başlangıçta Suudi sponsorluğunda oluşturulmuş, bütün Müslüman ülkelerin
    menfaatlerini temsil etmeyi ve korumayı amaçlayan uluslararası bir Müslüman örgüt olan
    İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) bünyesindeki uzun süreli, düşük profilli ve gayri-resmî
    üyeliğine fazla bir önem atfetmemiştir. Hâttâ parlamento, Türkiye’nin tamamen Müslüman
    bir örgüte üyeliğini uzun yıllar onaylamamıştır bile. Ancak 1969 yılına gelindiğinde, Türk
    Dışişleri Bakanı’nın Rabat’ta bir İKÖ zirvesine ilk kez katılmasıyla Türkiye’nin İKÖ üyeliği
    iç politik bir mesele haline gelmiş ve radikal laikçilerin itirazlarına konu olmuştur. Fakat
    Türkiye’nin İKÖ üyeliği, 1980’lerin ortalarında Bulgaristan’daki Türk azınlığın baskıya
    uğramasına karşı Ankara’nın, verdiği mücadeleye destek bulmasını sağlamıştır. Türkiye
    Müslüman dünya ile olan ilişkilerine daha fazla önem vermeye başladıkça, yararlı bir
    diplomatik araç olarak İKÖ’ye daha büyük bir ilgiyle bakmaya başlamıştır, özellikle de Bosna
    krizi sırasında.
    Suriye Boyun Eğiyor
    Türk ordusunun, 1999 yılında, PKK’ya desteğinden ötürü Suriye’yi açıkça savaşla
    tehdit etmesi, Türkiye’nin Arap dünyası ile olan ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur.
    Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra izole hale gelmiş olan ve 1990’larda gelişen Türkİsrail stratejik işbirliğinden endişe duyan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat, kendisinden
    beklenmedik şekilde Türkiye’ye boyun eğmiştir.
    Sonuç
    Otuz yıllık bir dönem boyunca, önce ekonomik, ardından da politik ve stratejik
    alanlarda olmak üzere, Türkiye aşamalı ama net bir Orta Doğu ile daha yakından ilgilenme
    sürecinden geçmiştir. Müslüman dünya ile düzenli ve geniş kapsamlı temaslar, Türkiye’nin
    dış politika sürecinin merkezinde giderek daha büyük oranda yer tutar hale gelmiştir.
    Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi
    Modern Türk devletinin sıkı İslam karşıtı yapısına rağmen Türkiye, sâdece Türkiye
    için değil, aynı zamanda genelde günümüz İslamı için oldukça önemli iki dinamik İslami
    hareket üretmiştir: Gayet politik AKP ve büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen
    hareketi. Bunun sonucu olarak, özellikle halihazırda evrilmekte olan siyasî bağlamı içinde,
    Türk İslamı’nın yeni yüzü, giderek her yerde Müslümanların daha fazla ilgisini çekmektedir.
    Adalet ve Kalkınma Partisi
    Kuşkusuz AKP pat diye gökten düşmemiş; Türkiye’de otuz-beş yıllık bir zaman
    zarfında evrilip gelişmiş, öğrenmiş ve değişmiş bir dizi İslami hareketin içinden büyüyüp
    ortaya çıkmıştır. Ancak AKP, 1970’den 1997’ye kadar birbiri ardına dört farklı İslamcı
    partiye liderlik etmiş olan Necmettin Erbakan’ın daha geleneksel İslamcı etkisinden ilk
    kurtulan partidir.
    Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesi ülkedeki tedrici siyasal, toplumsal ve
    ekonomik demokratikleşmeyi yansıtır. Bu süreç, Özal’ın 1980’lerdeki ekonomik açılımlarını
    içermektedir; söz konusu açılımlar dış yatırımları, İslami bankacılık faaliyetlerini, dış ticareti,
    www.altinicizdiklerim.com 11
    özel girişimcilik fırsatlarını ve genelde ülke içinde refahı arttırmıştır. Bu değişiklikler en
    azından üç grubu güçlendirmiştir: Yeni ve büyüyen bir Anadolu işadamları sınıfı; şehirlerdeki
    geleneksel alt sınıflar; ve modern oldukları halde İslami gelenekte anlamlı bir kimlik bulan,
    yeni ve büyüyen bir İslami profesyoneller ve entelektüeller sınıfı.
    Geleneksel zihniyetli yeni Anadolu işadamları sınıfı, Atatürk’ü bir reformcu ve ülkeyi
    Batı emperyalizminden kurtaran kişi olarak takdir etse de, Osmanlı geçmişi ile derin bir
    özdeşleşmeyi sürdürmekte ve Kemalizm’in bünyesinde taşıdığı, ülkenin Osmanlı ve İslami
    mazisini küçümseyip kötüleme düşüncesinden rahatsızlık duymaktadır. Bu yeni sınıfın gerek
    Türkiye’nin İslamcı partileri için gerekse politik bir hareket olmayan Gülen hareketi için
    anahtar bir finansal destek kaynağı olduğu anlaşılmaktadır.
    1990’ların ortalarında İslamcı temsilin parlamentoda arttığına ve Ankara ile İstanbul
    dâhil ülkenin dört bir yanındaki önemli belediyelerde İslamcıların seçim zaferlerine tanık
    olunmuştur.
    Eski başarılı İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Ağustos
    2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en
    ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur.
    AKP, kendisini bir “muhafazakâr demokrat parti” olarak tanımlamakta ve kendisini
    tarif ederken “İslami” veya “İslamcı” gibi bir terim kullanmaktan kaçınmaktadır. Bu tutum,
    askeriyenin İslamcılar hakkındaki fazlasıyla negatif görüşleri dikkate alındığında, elbette ki
    siyaseten zekice bir tutumdur.
    Yine de AKP’nin Erbakan’ın uzun süredir izlediği politikalardan ciddi biçimde
    sapması, Türk seçmenlerin bir kısmı tarafından hâlâ kuşkuyla karşılanmaktadır; bunun başlıca
    nedeni ise Erdoğan ve Gül gibi, eski Erbakan kadroları içinde yer almış bâzı anahtar
    şahsiyetlerin partide liderliğinin devam etmesidir. Ancak bu dönüş, Erdoğan’ın zaman zaman
    suçlandığı gibi bir “dinsel gizlenme”yi (takiyye) değil, daha ziyade, politikalarda bilinçli bir
    sapmayı temsil etmektedir.
    Başbakan Erdoğan’ın kıdemli danışmanlarından Yalçın Akdoğan, AKP’yi “değerlerde
    muhafazakâr, geçmiş tarihine, kültürüne ve dinine sâhip çıkan bir ulusal kitle partisi” olarak
    tanımlamaktadır.
    Akdoğan’ın dediğine göre AKP’nin dış politikasında Orta Doğu’da Türk millî
    menfaatlerini kollamaktan başka özel bir misyon yoktur. Esasen AKP’nin, Türkiye içinde
    hiçbir dinî veya etnik grupla veya herhangi bir dış bölgesel grup ya da örgütle bağlantısı
    bulunmamaktadır. Akdoğan’a göre partinin Türkiye’de sâhip olduğu geniş desteğin sebebi de
    budur.
    AKP İslamcı mıdır?
    Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın dediğine göre AKP,
    kendisini “ılımlı İslamcı” bir parti olarak değil, daha ziyade “ılımlı Müslümanlar”dan oluşan
    bir parti olarak görmektedir. Mehmet Aydın ve daha birçok AKP üyesi, yeni bir
    “Müslümancılık” kavramından söz etmektedir; AKP üyelerinin kabul ettiği bu kavrama göre
    insanların “dinsel değerleri birey olarak onların kamuya hizmet etmelerine ilham kaynağı
    olmaktadır, ancak bu onların politik kimliklerinin bir parçası olarak yorumlanamaz. Dinin
    temelde kişisel bir şey olduğunu kabul etmekle birlikte, AKP “seküler devlet sisteminden
    taviz vermeden [dinin] kamusal ve siyasal alanlara eklemlenebileceğini” ileri sürmektedir.
    Bir partinin İslamcı veya İslami bir parti olup olmadığını belirleyen şey nedir? Benim
    görüşümce, “İslamcı” terimi, Kur’an’ın ve Peygamber’in hayatının İslami yönetişim ve
    toplumla ilgili önemli ilkeler va’zettiğine inanan geniş bir aktivistler spektrumuna
    uygulanabilir bir terimdir.
    Müslümancılık (Muslimhood) kavramı, açık bir dinî gündemi partinin siyasî
    programından çıkarırken, İslam’ın doğasından gelen değerleri dışlamayan, yaratıcı bir
    kavramdır. Ben bir dizi başka nedenle de AKP’yi bir tür İslamcı parti saymaktayım.
    www.altinicizdiklerim.com 12
    İlk olarak, AKP liderlerinin geniş bir kesimi doğrudan doğruya Türkiye’nin geniş
    İslami hareketinin içinden gelmektedir ve geçmişte Erbakan ve onun Refah/Fazilet Partisi ile
    yakından ilişkili olmuşlardır.
    İkincisi, kendisini “muhafazakâr” bir parti olarak tarif ederken AKP, aslında İslam ile
    Türkiye’nin Osmanlı mirasının bastırılması yerine tanınması ve takdir edilmesi şeklinde, Türk
    müminlerinin çoğunda bulunan yaygın bir arzuya karşılık vermektedir.
    Üçüncüsü, parti inançlı Müslümanlar tarafından hararetle desteklenmektedir-bununla
    birlikte, kamuoyu araştırmalarının gösterdiği üzere, AKP desteği sâdece bu grupla sınırlı
    değildir-ve bâzı önde gelen Türk işadamlarının protesto ettiği gibi, dinî meseleler üzerinde,
    ihtiyaç duyulan reformlar pahasına kutuplaşma yaratacak kadar fazla odaklanmaktadır.
    Dördüncüsü, AKP birçok sosyal-dinî politika izlemiştir: Şu ana kadar başarılı olamasa
    da, devlet dairelerinde, üniversitelerde, kamu hizmetlerinde ve siyasette kadınların başörtüsü
    takması konusunda devletçe getirilen yasağın kaldırılmasını desteklemiştir; zinanın suç
    sayılması düşüncesiyle kısa bir süre flört etmiş, sonra bundan vazgeçmiştir; imam-hatip
    okullarının geniş akademik sisteme tam entegrasyonu çağrısı yapmıştır; kamu yaşamında
    İslam için daha fazla ifâde özgürlüğü istemektedir; İslami bankacılık üzerinde yakinen
    çalışmıştır; ve tarihsel İslami Osmanlı sembolizminin unsurlarına destek vermiştir.
    Beşincisi, AKP üyeleri genel olarak dindar ve Tanrı’ya hürmetkar özellikler
    göstermektedirler.
    Altıncısı, AKP liderleri öteki Müslüman ülkelerle acilen iyi ilişkiler kurulması ve bu
    ülkeleri izole edip radikalleştirmeye son verilmesi ihtiyacının altını çizmektedir.
    Dolayısıyla, geniş Müslüman dünyanın standartları açısından bakıldığında, AKP açık
    bir şekilde ılımlı İslamcı kategorisine girmektedir.
    İslamcı bir entelektüel olarak Mehmet Metiner şöyle der: “Devlet kişisel maneviyat
    empoze edemez. Bizlere günah işlemek özgürlüğü tanınmalıdır. Sâdece Allah’a hesap
    vermekle yükümlüyüz. Cehennemin kapılarından içeri girmek yasaklanmamalıdır. Metiner,
    Müslümancılık kavramını tartışırken şunu da ifâde etmiştir ki; İslâm, sâdece şeriat hukukuna
    bağlı olmaya indirgenemez. Ona göre İslam, yalnızca bir kişisel inanç sistemi ve eylem kodu
    değildir; aynı zamanda bir kimlik ve âidiyet duygusu, mânevî ve cemaatsel bir yönelim ve
    kişisel bir bağlantı sağlamakta; basit kanuni düzenlemelerden çok daha geniş bir tarihsel ve
    felsefi vizyon önermektedir. Bu görüşler, her ne kadar İran ve Suudi Arabistan’da bulunan
    boğucu hukuki yapı ile keskin bir zıtlık içerse de, Müslüman dünyada pek çok başka liberal
    İslamcı tarafından da paylaşılmaktadır.
    Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ehil bir din hukukçusudur ve etkileyici bir
    akademik geçmişe ve din anlayışını yenileme kararlılığına sahiptir. Başkanlık halihazırda yeni
    bir Kur’an tefsiri ortaya koyacak uzun vadeli bir projeyi tamamlamak üzeredir. Bardakoğlu
    şöyle demektedir:
    “Her toplum ve birey, dinî yukarıdan aşağıya, kendi özel dünyasına indirmekte ve
    kendi dünyasının ve imkanlarının çerçevesi içinde kendi dindarlık duygusunu pratiğe
    yansıtmaktadır… Dinin bizzat kendisinde reform yoktur, sâdece kendi din anlayışımızda bir
    yenilenme söz konusudur, daimi bir yenilenme… Temel dinî kaynaklar dışında, geçmişin din
    yorumlarını bugün harfi harfine bir model olarak almamalıyız. Her dönemin kendine ait, o
    dönem ve o dönemin kendi koşulları için anlamlı olan bir din anlayışı vardır; biz bunlardan
    fikir üretebilir, tecrübe kazanabiliriz.”
    Müslüman dünya bugün Türkiye’yi büyük bir ilgiyle izlemektedir, sâdece ne
    söylediğini değil, aynı zamanda ne yaptığını da.
    Fethullah Gülen Hareketi
    Nur hareketinin kökleri, imparatorluğun gerileme döneminde ortaya çıkan siyasî
    kargaşa, bozgun ve mânevî bunalımlardan doğmuştur.
    www.altinicizdiklerim.com 13
    Nur hareketinin kurucusu Bediüzzaman Said Nursi, kayda değer bir İslamcı modernist
    düşünürdür.
    Gülen hareketi Nur hareketinden çıkmaktadır. Gülen hareketi ülkedeki en geniş ve en
    güçlü altyapı ve finansal kaynaklara sâhip hareket olarak toplum hayatına damgasını
    vurmaktadır.
    Gülen hareketi bir tür millet duygusu ile İslam’ı belirli bir şekilde kaynaştırması ile
    karakterize edilmektedir. Öteki İslami hareketlerin çoğunun aksine, devlet tarafından
    bastırıldığı zaman bile, devletle bir hayli barışık bir hareket olmuş ve Türk dış politikasının
    genel amaçlarına arka çıkmıştır.
    Esasen Gülen’in devletle iyi geçinme arzusu, Türkiye’de bâzı İslamcılar arasında
    eleştiri konusu olmuştur.
    Hareket-neredeyse kendisini Calvinist bir karaktere büründürür şekilde-dünya
    hayatıyla aktif olarak ilgilenen, eğitimli ve müreffeh bir inananlar toplumu inşa etme peşinde
    koşmaktadır. Hareketin bâzı önemli inisiyatifleri, inançları ve faaliyetleri aşağıda
    özetlenmiştir.
  1. Eğitim
    Gülen hareketi eğitimi sosyal değişim ve toplumsal yenilenmenin en önde gelen aracı
    olarak görür. Dinin ancak bilgisizliğin tümüyle ortadan kaldırılmasıyla tam olarak
    anlaşılabileceği ve toplumun güçlenmesi ve ilerlemesinin ancak yaygın bir eğitimle mümkün
    olabileceği üzerinde ısrarla durur.
    Bu kanaatlerin bir uzantısı olarak Gülen hareketi, yüzlerce okuldan oluşan bir ağ inşa
    etmiş, bir öncü program başlatmıştır. Bunun parasal kaynağı, toplumdan ve bir okul yapmanın
    modern zamanlarda cami yapmaya denk bir hayır olduğuna inanan zengin işadamlarından
    gelmektedir.
    Bu okulların popüler olması eğitimin kalitesinden, tertip ve düzenlerinden ve
    öğretmenlerinin kendilerini işlerine adamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
    Gülen karşıtları kendisini gizli bir gündem peşinde olmakla ve evlerde kalan
    çocukların beyinlerini dinî öğretileri kabul etmeleri yönünde yıkamakla, böylece laiklik
    konusundaki Türk yasalarını ihlal etmekle suçlamaktadırlar.
  2. Şiddet ve Aşırılıkçılık
    Hareket her türlü aşırılıkçılık ve şiddeti reddetmekte, bunların İslam’ın hakiki
    mesajıyla uyuşmadığını belirtmekte ve dinî cemaatler arasında hoşgörünün geliştirilmesi
    üzerinde durmaktadır.
    Dinler arasında tolerans, Gülen için çok önemli konulardan biri olmaya devam
    etmektedir. Gülen’e yönelik eleştiriler, onun Sünni olmayan İslam biçimlerine, meselâ
    Türkiye’deki geniş alevi (heterodoks Şii) cemaatine karşı daha az duyarlı olduğuna işaret
    etmektedir.
  3. Medya Kullanımı
    Gülen hareketinin dikkat çekici özelliklerinden biri de modern medyayı gayet ustaca
    kullanmasıdır ki bu, dünya çapında başka birçok İslami hareketin de tipik özelliğidir. Hareket,
    Türkiye’deki muhtemelen en yüksek tirajlı ve en bağımsız günlük gazete olan Zaman, etkili
    bir televizyon istasyonu ve birçok radyo istasyonunun yanı sıra aralarında popüler bir haftalık
    derginin de bulunduğu çok sayıda dergiyi içeren ciddi bir medya imparatorluğu kurmuştur.
  4. Hareket Gerçekten de Apolitik midir?
    Gülen hareketi toplumda bölünmelere yol açmasının yanı sıra, değerler ve ilkeler gibi
    çok önemli meselelerden uzaklaştırdığı inancıyla siyasetten kaçınmaktadır.
    www.altinicizdiklerim.com 14
    Şayet toplumu dönüştürmeye yönelik her girişimi politik bir proje olarak
    nitelendirirsek, bir anlamda bunu da politik bir proje olarak adlandırmak mümkündür. Fakat
    bana göre bu hareket, en az bu kadar da sosyal ya da mânevî bir projedir.
  5. Yüksek Derecede Kabul Edilebilirlik
    Hareketin karşıtları bu hareketin sâdece hile yaptığını ve “gerçek gündemi”ni
    gizlediğini iddia etmektedirler ki bu aşırı ve kanıtlanamaz bir suçlamadır. Askeriyedeki birçok
    kişi, hareketin çapından ve toplumsal etkisinden çekinmekte ve en nihayetinde Türkiye
    Cumhuriyeti’nin lâik düzenini yıkmayı amaçladığına inanmaktadır. Bunun sonucu olarak,
    Gülen hareketi mensuplarının ordu, istihbarat ve güvenlik teşkilatına girmesi
    engellenmektedir. Ancak hareket, üyelerinin dışlanmadığı polis teşkilatı içinde önemli bir etki
    gücüne kavuşmuş durumdadır, bu olgu ise askeriyeyi rahatsız etmektedir.
  6. Bir Ulusal İslam Vizyonu
    Gülen hareketi, bilinçli olarak, Türk toplumunun bağlamı içinde hareket etmektedir;
    Pan-islami bir hareketin bir parçası olarak değil. Dolayısıyla hareket, devlete veya sisteme
    karşı değildir. Tolerans, akıl ve din özgürlüğü çerçevesi içinde hareket ettiği sürece Türk
    milliyetçiliğini hareketin değerleriyle uyumlu olarak görür.
    “Türk İslamı” Diye Bir Şey Var mı?
    Bâzı ulus-ötesi İslami hareketler İslam’ın mesajının tamamen devleti aşması
    gerektiğine inanmaktadırlar. Böyle olunca, Gülen hareketinin “Türk İslamı” olarak
    adlandırılabilecek özel bir yerel form yaratarak çağdaş Türk devleti değerleri içinde çalışma
    istekliliğini ilke olarak reddetmektedirler. Ancak acaba gerçekten Türk İslamı diye bir şey var
    mıdır?
    Gülen, global İslam’ın evrimini farklı ve iyi bilinen tarihsel çizgiler üzerinde ilerleyen
    ve tarih boyunca özel kişilerin ve halkların aracılıkları yoluyla işleyen bir süreç olarak
    algılamaktadır.
    Esasen Gülen, İslam’ın farklı bir kolu olarak Türk İslamı diye bir şeyin varlığını
    reddedecektir, hele farklı bir din formunu hiç kabul etmeyecektir; kendisi bu kavrama sâdece
    belirli bir kültürel ve tarihsel tecrübe birikimi olarak atıf yapmaktadır.
    İlke olarak Gülen hareketi, ulusal ifâde biçimlerine olanak tanıyan, ama İslam’ın
    evrensel karakterini inkar etmeyen bir İslam anlayışı önermektedir. Bu anlamda, her biri
    kendine özgü tarzda, kendi kültürel, dilsel, coğrafi ve tarihsel deneyimlerinden fışkıran
    Mısırlı, Pakistanlı ve Endonezyalı İslam formları açıkça mevcuttur.
    Uzun zaman boyunca, Gülen hareketinin arası Türkiye’nin İslamcı partileriyle bile iyi
    olmamıştır, özellikle de Erbakancı partiler zinciriyle ve hâttâ başlarda AKP ile bile. Gülen
    İslami hareketlerin siyasetten uzak durması gerektiği üzerinde ısrar eder, hâttâ kendisinin
    İslamcı olarak tarif edilmesine bile itirazı vardır.
    Ancak AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal
    platform benimsediğinden beri Gülen hareketi, AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde
    azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok
    daha iyi durumdadır.
    AKP aynı zamanda büyük ölçüde kentsel bir olgu iken, Gülen hareketi kırda ve
    kasabalarda daha güçlü köklere sâhip olmuştur. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık,
    Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasî bir tamamlayıcısı olarak, AKP’ye
    katılmıştır.
    Entelektüel Tolerans ve Sorgulama: Abant Platformu
    Gülen hareketinin en büyük başarılarından biri kayda değer bir entelektüel diyalog
    sürecinin ortaya çıkardığı, Abant Platformu adı verilen yıllık yuvarlak masa toplantıları
    dizisidir.
    www.altinicizdiklerim.com 15
    1998 ve 1999’da yapılmış olan ilk iki toplantı, bâzı anahtar kavramlar konusunda bir
    sonuca ulaşıncaya kadar tartışan öncü bültenler çıkarmış ve şu sonuçlara ulaşmıştır:
  • Akıl ile ilâhî ilham (vahiy) arasında çelişki yoktur.
  • İslam’a göre akıl, vahyin bize söylediği şeyi anlamamızı sağlar. Vahiy, bilginin
    iletilmesi için ilâhî bir araç iken; akıl, bilginin edinilmesinde işe yarayan beşeri bir araçtır.
    Vahiy ile akıl arasında uyumsuzluk fikrî kabul edilecek olursa, bilgi ile din arasında, devlet ile
    din arasında ve hayat ile din arasında gerilim yaratılmış olur.
  • Vahyi anlama ve yorumlama konusunda hiç kimse ilâhî bir otoriteye sâhip olduğunu
    iddia edemez.
  • Din hayatın ve kültürün temel unsurlarından biridir, ortak değerlere ilişkin temel bir
    kaynaktır.
  • Aynen modernleşmenin tek bir modeli olmadığı gibi, din ile modernleşme arasında
    da zorunlu bir çatışma yoktur. Bütün gericiler dindar olmadığı gibi, bütün dindarlar da gerici
    değildir.
  • Müslümanlar kendi dinî sorunlarını çözme yetkisine sahiptirler. Bundan dolayı, din
    adamları hiçbir meseleyi tartışma sınırları dışında tutmamalıdır.
  • İnananların gözünde Allah, bilgi, irade, merhamet, adalet ve güç sahibi olarak
    alemin mutlak egemenidir.
  • Devlet kutsal değil, beşeri bir kurumdur.
  • İslam siyasî bir rejimin nasıl yürütüleceğinin detaylarını topluma bırakmaktadır.
    Devlet dinî inançlar konusunda tarafsız olmalıdır. En nihayetinde devlet, bireyin ve toplumun
    entelektüel ve ruhsal gelişimini engelleyen değil, kolaylaştıran bir araç olmalıdır.
  • Tarih boyunca din ile devlet arasında daima bir gerilim olmuştur. Atatürk’ün yaptığı
    reformların özü, dinin özüne karşı bir tutumu değil; din yerine geçen geleneklere, görüntülere
    ve çürümüş kurumlara karşı bir tutumu yansıtmaktadır.
  • Laiklik altında bireysel yaşam tarzına bir müdahale olmamalıdır. (Bu önermeden
    kasıt, devletin giyim tarzı dayatmasının önüne geçilmesi veya herhangi bir kişisel giysinin,
    başörtüsünün veya dinî inanç tezahürünün devlet tarafından yasaklanmasının önlenmesidir.)
  • Dine dayalı olarak sunulan gelenekler veya ideolojik olarak dayatılan politik
    görüşler vasıtasıyla kadınlar üzerine kısıtlama getirilmemelidir (Örneğin kamu hizmetinde
    veya eğitim kurumlarında başörtülü kadınlar üzerine getirilen Kemalist yasaklar.)
  • İslam, hukuka dayalı demokratik bir devletin varlığına engel değildir.
    Bu ilkelerin Refah, Fazilet ve AKP gibi İslamcı partiler tarafından kabul edilmesi, son
    derece önemli bir vaat ifâde etmektedir.
    Sonuç
    Her ne kadar Türkiye’nin “lâik” bir devlet olarak kalacağı neredeyse kesin olsa da,
    Türkiye içinde laikliğin anlamı halihazırda evrilmektedir ve ülke yavaş yavaş kendi Osmanlı
    geçmişi ile birlikte kültürel ve dinî gelenekleriyle de yeni ve daha rahat bir ilişki
    geliştirmektedir. AKP ile Gülen hareketinin ortak yanları bu olgunun göstergesidir ve
    Türkiye’de yaratıcı ve canlı bir İslamcı camianın yükselişine işaret etmektedir.
    Kısım II
    Türkiye’nin Müslüman Dünya ve Öteki Ülkelerle İlişkileri
    Müslüman Dünyaya Yönelik AKP Politikaları
    Türkiye’de, bölgede “sıfır düşman” ilkesine dayalı bir dış politika üzerinde bir
    mutabakatın yükselişiyle AKP, hararetle, Ankara’nın Orta Doğu ve Müslüman dünya ile uzun
    zamandır körelmiş ilişkilerini gözden geçirmeye ve canlandırmaya yönelmiştir.
    www.altinicizdiklerim.com 16
    Ancak AKP, ordunun bunu özel bir İslami gündemi temsil ettiği şeklinde yorumlaması
    ihtimaline karşı, böyle bir programı yoğun şekilde teşvik etmek konusunda çekingen
    davranmıştır. Dolayısıyla AKP, ordunun güvensizliğini uyarmaktan kaçınmak için, Orta
    Doğu’ya yönelik yeni inisiyatiflerin üzerine çok hızla veya cesaretle atlama konusunda
    tereddüt geçirmiştir.
    Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz birkaç yıl boyunca, Ermenistan hariç bölgedeki her
    ülkeyi yorulmaksızın ziyaret etmiş, bölgesel meseleler konusunda Türk perspektifini
    anlatmıştır.
    Nitekim Arap ülkeleri ve Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler son yıllarda neredeyse
    ikiye katlanmış, eşzamanlı olarak da, Türkiye’nin ekonomik gelişimine katkıda bulunmuştur.
    Irak
    ABD’nin Irak’ı işgalinden önce, ufukta görünen bir savaş ihtimali AKP’yi, Irak’ın altı
    komşusunu bir araya getiren bir inisiyatif başlatmak üzere harekete geçirdi. Bu inisiyatif, bir
    adım ötesinde İstanbul Deklarasyonu’nu ortaya çıkardı, ki deklarasyonun açık amacı,
    Bağdat’a karşı bir ABD saldırısını önlemekti.
    Dolayısıyla, AKP’nin çoğunluğu oluşturduğu parlamento, Türkiye’ye pek bir faydası
    olmayacağı öngörüsüyle, Birleşik Devletler’in Irak’ın işgali için Türk topraklarını
    kullanmasına izin vermedi.
    Her ne kadar savaşın sebep olduğu yer değiştirmeler Türkiye’nin Irak ile karşılıklı
    ticaretini büyük ölçüde etkilemişse de, Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacmi 2004 yılında
    2.3 milyar dolara, ya da Türkiye’nin toplam ticaretinin yüzde 3.4’üne ulaşmıştır.
    Suriye
    Türkiye-Suriye ilişkileri AKP yönetimi altında, özellikle de bir dizi üst düzey
    ziyaretle, çarpıcı şekilde iyileşmeye devam etmiştir. Örneğin Erdoğan 2004’te, Suriye’ye
    giderek Şam ile ekonomi, güvenlik ve serbest ticaret anlaşmaları imzalamıştır.
    Türkiye ile Suriye arasındaki geçmişten gelen yoğun sürtüşmelerin fiilen sona
    ermesiyle Şam, Türkiye’nin önerebileceği yeni stratejik opsiyonlara sıcak bakmaya
    başlamıştır.
    Ankara artık Şam’da daha bağımsız bir sesle, bundan dolayı da daha büyük bir itibarla
    konuşmaktadır. Ancak acaba Türkiye, izole ve zayıf durumdaki Suriye’yi gerçekten de kendi
    ekonomik ve siyasî yörüngesine doğru çekebilecek midir? Şu ana kadar Suriye’nin
    politikalarındaki değişiklik sınırlı düzeyde kalmıştır, ama çevresindeki bölgesel güçlerin
    doğası değişmektedir.
    İran
    Şaşırtıcı bir gelişme de, Başkan George W. Bush’un İran’ın “şer ekseni”nin parçası
    olduğunu ilan etmesinin ardından, oldukça koyu lâik Sezer’in İran’ı ziyaret ederek, Türkiye
    ile İran arasında ekonomik ilişkiler inşa edilmesi bağlamında yeni öncelikler çağrısında
    bulunması olmuştur. Ayrıca Sezer İran’ın Azerbaycan bölgesine sembolik bir ziyaret
    gerçekleştiren ilk üst düzey Türk yetkili olmuştur. Satır aralarında sezilen bütün etnik imalara
    rağmen Tahran, ilginç bir şekilde bu ziyarete râzı olmuştur. Tahran ile bir başka önemli
    sembolik yakınlaşma da, Sezer’in Tahran Üniversitesi’nde Atatürk’ün başarıları üzerine bir
    ders vermiş olması ve İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin de Türkiye’nin Avrupa
    Birliği’ne girmesinin İran’ın çıkarına olduğunu ilan etmiş olmasıdır.
    Sezer’in ziyaretinden beri Türk ve İranlı yetkililer arasında, Erdoğan’ın Bakü’de
    Cumhurbaşkanı Ahmedinejat ile görüşmesi dâhil, birçok üst düzey görüşme yapılmıştır.
    Washington, uzun bir süre Türk-İran ilişkilerinde hiçbir gelişmeye sıcak bakmamış,
    Tahran üzerinde birçok cepheden yoğun baskı kurmak istemiştir. Hâttâ şayet gerekirse
    Tahran’a karşı ABD tarafından girişilecek muhtemel bir askeri saldırıda yardımcı olma
    konusunda Ankara’ya baskı yapmaya bile teşebbüs etmiştir.
    www.altinicizdiklerim.com 17
    Ancak Ankara, bu tür baskılara direnmiş ve Tahran ile Washington arasında muhtemel
    bir arabuluculuk rolüne doğru yönelmiştir.
    2006 baharının sonlarından itibaren Washington, Türkiye’nin dış politikası konusunda
    daha yapıcı ve gerçekçi bir yaklaşım benimsemiş görünmektedir. Türkiye’nin oynamak
    istediği türden bir bölgesel rolü engelleme konusundaki ABD kısıtlamalarının farkına
    varmaya başlamış ve Türkiye’ye istediği rolü oynama ve bunun faydalarını görme imkanı
    tanımaya karar vermiştir. Öyle görünüyor ki “yeni Türkiye”nin bölgede zaman zaman ABD
    çıkarları için dahi yararlı bir güç olarak hizmet verebileceği gecikmeli de olsa fark edilmiştir.
    Filistin
    AKP Filistin sorununa daha önce iktidara gelmiş partilerden daha fazla ilgi göstermiş
    ve bu konuyla ilgilenmiştir.
    Örneğin 2006’da, Hamas’ın Filistin seçimlerinde elde ettiği zaferin ardından, AKP
    hükümeti önde gelen Hamas liderlerinden Halit Mişal’e gayri resmi bir davetiye
    göndermekten sakınmamış, bu da Hamas’ı tümüyle izole etmek isteyen Washington ile
    İsrail’i kızdırmıştır.
    İsrail
    Her ne kadar İsrail ile yakın iş ilişkilerini devam ettiriyor olsalar da, Başbakan
    Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı politikaların, özellikle
    Ariel Şaron ve daha sonra da Ehud Olmert yönetimindeki koyu sağcı hükümetlerin uyguladığı
    politikaların katılığını sert bir dille eleştirmişlerdir.
    Ancak AKP yönetimi altında bile, Türkiye’nin İsrail ile ekonomik ilişkileri hâlâ
    güçlüdür.
    İsrail ve Saddam Sonrası Irak
    Türkiye, kimi İsrailli stratejik düşünce unsurlarının, Arap devletlerinin merkezi
    gücünü zayıflatmanın bir yolu olarak, bölgedeki etnik azınlıkları, meselâ Kürtleri, genel
    olarak desteklemekten yana olduklarının farkındadır.
    Sonuç
    AKP yönetimi altında Türkiye, özelde Amerika Birleşik Devletleri, genelde Batı ile
    gergin ilişkileri olan devletler arasında arabuluculuk rolü oynamaya aktif olarak çaba
    harcamıştır. İran, Suriye ve Hamas gibi anti-Batıcı olarak görülen Müslüman devletler ve
    organizasyonlarla ilişkilerini iyileştirmek, Müslüman dünyada Ankara’nın elini
    güçlendirmekte ve geleneksel Kemalist bölgesel tarafsızlık politikalarına dönüşü temsil
    etmektedir.
    Mart 2006’da bir üst düzey Türk diplomatın söylediği gibi, “Bugüne kadar, Orta
    Doğu siyasetindeki gri alanları, Türkiye dâhil bütün bir Müslüman dünya adına başka bir güç
    doldurmuştur. Şimdi artık bu gri alanları doldurma sırası bizzat Türkiye’ye gelmiştir.”
    Gerçekten de Washington’un artık, büyüyen bölgesel krizler karşısında Türkiye’nin
    oynayacağı daha bağımsız bir rolün, keşfetmeye değer potansiyel avantajları olabileceğini
    kabul etmeye istekli olabileceğine dair işaretler vardır.
    Türkiye’nin Bölgesel Etkisinin Temelleri
    Petrol dışındaki bütün standartlar açısından, Türkiye Orta Doğu’daki en önemli
    ülkedir.
    Bugünkü ılımlı nüfus artış hızı dikkate alındığında, birkaç on yıl içinde Türkiye,
    Avrupa’nın en kalabalık ülkesi olacaktır. Kalabalık bir nüfus, insan kaynaklarından
    yararlanma becerisine bağlı olarak, gelişmeyi engelleyebilir de, hızlandırabilir de.
    Ülkedeki genel eğitim ve profesyonel becerilerin düzeyi, ekonominin çeşitliliği ve
    ekonomik ve sosyal fırsatlar dikkate alınınca, Türkiye’nin, nüfusunu dünyadaki diğer
    Müslüman ülkelerden daha etkili şekilde istihdam ettiği ileri sürülebilir.
    www.altinicizdiklerim.com 18
    Ordu
    İsrail dışarıda tutulursa Türkiye, Orta Doğu’daki en önemli askeri güçtür. 515,000
    civarındaki asker sayısıyla Türk ordusu, NATO içinde Amerika Birleşik Devletleri’nden
    sonra ikinci en kalabalık askeri gücü oluşturmaktadır.
    Türkiye 2004 yılında askeri harcamalar bakımından dünyada on dördüncü sırada yer
    almıştır; 10.1 milyar dolarlık bir savunma bütçesiyle, Orta Doğu’da İsrail’in ardından ikinci
    sıradadır.
    Bilim adamı Elliot Hen-Tov’un da not ettiği gibi, “Bölgesel açıdan orantısız olan
    Türkiye’nin askeri modernizasyonu, Türkiye ile komşuları arasındaki uçurumu daha da
    büyütecektir, zira Sovyetler Birliği’nin sona ermesi Türkiye’nin komşularında, ekonomik
    durgunlukla birlikte silâh temini konusunda bir gerilemeye sebep olmuşken, Türkiye hem
    ekonomik hem de askeri açıdan gelişmesini sürdürmüştür. Esasen, dünyanın en güçlü askeri
    ittifakının bir üyesi olarak Türkiye, sâdece modern silahlara kolay erişim imkanına sâhip
    olmakla kalmamakta, aynı zamanda çağdaş stratejik düşünme ve planlamanın yanı sıra
    birçok stratejik meselede Batı’nın diplomatik desteğine sâhip bulunmaktadır.”
    Sovyetler Birliği’nin çökmesinden bu yana, Türkiye’nin dünyadaki jeopolitik konumu
    daha merkezi bir hal almış, bu durum bölgedeki bir dizi başka önemli jeopolitik değişiklik
    tarafından da teşvik edilmiştir. Daha ayrıntıya inilecek olursa, Türkiye’nin bir zamanlar yüz
    yüze olduğu hemen hemen bütün potansiyel bölgesel tehditler ya zayıflamış, ya da ortadan
    kalkmıştır: Rusya’nın bölgedeki jeopolitik rolü büyük oranda azalmıştır, Ankara bugün
    Moskova ile alışık olunmadık yakın ilişkilerin tadını çıkarmaktadır; İran ve Irak birbirleriyle
    yaptıkları sekiz yıllık savaş yüzünden perişan duruma düşmüşler; Irak ve Suriye önemli askeri
    ve siyasî Sovyet desteğini kaybetmişlerdir; ve de Saddam ve onun Baas rejimi artık yoktur.
    Her ne kadar Irak’taki kaos, bölgesel istikrarsızlık bağlamında daha da acil yeni sorunlar
    ortaya çıkarmışsa da, Türk-Yunan ilişkileri çarpıcı şekilde iyileşmiştir. Dolayısıyla, Türkiye
    artık hiçbir ciddi bölgesel askeri gücün tehdidi ile karşı karşıya değildir-yirmi yıl öncesine
    kıyasla gerçekten de çarpıcı bir değişimdir bu.
    Bütün bu faktörlerin bir araya gelmesi, Türkiye’yi karşı konulamaz biçimde Orta
    Doğu’da İsrail’den sonraki en önemli askeri güç konumuna taşımıştır.
    Ekonomik ve Finansal Faktörler
    Sektörlere göre dağılıma bakıldığında, Türkiye ekonomisinin yüzde 11.7’sini tarım,
    yüzde 29.8’ini sanayi, yüzde 58.5’ini hizmetler oluşturmaktadır. Sağlam tarımsal altyapı bol
    su kaynağı ile desteklenmekte, tarım sektörü ülke işgücünün yüzde 35’ini istihdam
    etmektedir.3
    Almanya gerek ihracat gerekse ithalatta Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı iken,
    Amerika Birleşik Devletleri Türkiye ihracatında dördüncü, ithalatında ise altıncı sırada yer
    almaktadır.
    Avrupa Birliği’ne girme olasılığı, öteki Orta Doğu ülkelerinde, Türkiye’nin
    “medeniyet bariyeri”ni aşmayı başaracak ilk Müslüman ülke olacağına dair umutları
    arttırmaktadır.
    İşgücü İhracatı
    Türkiye, misafir işçilere göçmenlik kapıları kapanmaya başladıktan ve artan enerji
    maliyetlerinin sağlam döviz gelirlerine yönelik talebi artırmasından sonra, 1970’lerde Orta
    Doğu’ya işgücü ihraç etmeye başladı. Türk Çalışma Bakanlığı’na göre, 2004 yılında
    Türkiye’nin yurtdışında hâlâ toplam 1.2 milyon işçisi vardır ve bunların yüz binden fazlası
    Orta Doğu ülkelerinde bulunmaktadır. Bu işçilerin ezici bir çoğunluğu (95.000) Suudi
    Arabistan’da, geri kalanı ise çoğunlukla Libya (10.000) ve Kuveyt’tedir.
    3
    Türkiye son yıllarda hızlı bir dönüşüm sürecine girmiş, bu çerçevede tarımsal istihdamın payı da kayda değer
    oranda düşmeye başlamıştır.
    www.altinicizdiklerim.com 19
    Türkiye’nin Orta Doğu’ya yaptığı ihracat, 1990 ve 2004 yılları arasında neredeyse
    beşe katlanarak, 1.5 milyar dolardan 7.2 milyar dolara yükselmiş olup Türkiye’nin toplam
    ihracatı içinde yüzde 11.5’lik paya sahiptir.
    Türk hükümetinin dış ticaret istatistiklerine göre, Türkiye’ye ihracatta Avrupa Birliği
    ilk sırada yer alırken, bunu Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu izlemektedir, ki bu
    sonuncusunun Türkiye’ye ihraç ettiği başlıca ürün ham petrol ve doğal gazdır.
    Türkiye hem bir tüketici olarak, hem de bölgesel enerji akışında Doğu-Batı transit
    kavşağı olması nedeniyle enerji alanında kilit bir oyuncudur.
    Petrol hâlâ Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 40’ından fazlasını karşılamaktadır.
    Bunun yüzde 90’ı Orta Doğu’dan (Suudi Arabistan, İran, Irak, Suriye) ve Rusya’dan
    gelmektedir. Ancak Türkiye’de tercih edilen enerji kaynağı, jeopolitik nedenler de dâhil
    olmak üzere birçok nedenle, giderek petrol yerine doğal gaz almaktadır.
    Türkiye en başta Hazar Denizi ve Orta Asya’dan gelen enerjinin dağıtımında kilit bir
    transit geçiş noktası haline gelmiştir. Mayıs 2005’te Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının
    açılmasıyla Türkiye, Akdeniz’e çıkış noktasından günde 1 milyon varil Azerbaycan petrolü
    arz etmeye başlamıştır. Her ne kadar mevcut ABD politikaları Türkiye’nin İran ile enerji
    anlaşmalarını sınırlandırsa da, İran’ın dünyada ikinci en büyük gaz rezervlerine sâhip ülke
    olması, Türkiye’nin gelecekteki tüketim ihtiyacını karşılamada İran’ın önemli bir rol
    oynamasını kaçınılmaz kılmaktadır; dahası bu durum, Türkiye’nin İran gazının Avrupa’ya
    aktarılmasında bir transit geçiş güzergahı olmasını da kaçınılmaz kılmaktadır.
    Saddam’ın 1991’de Kuveyt’i işgali üzerine kapatılmış olan, Irak’tan Türkiye’ye
    uzanan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı, nihayet Saddam’ın düşmesinden sonra, 2004
    yılında yeniden açıldı.
    Su Siyaseti
    Suyun jeopolitiği ve ona bağlı rekabet ve gerilimler, uzun yıllar Türk dış politikasında
    önemli bir rol oynamıştır. Hem Dicle hem de Fırat nehirleri Türkiye’den doğup güneye doğru
    akmaktadır: Dicle doğrudan Irak’a girerken, Fırat Irak’a girmeden önce kuzeybatı Suriye’de
    bir kavis çizmektedir. Gerek tarım gerekse hidroelektrik gücü açısından, bu nehirlerle ilgili
    istekler bir hayli fazladır.
    Su çatışması, 1960’larda Türkiye, Irak ve Suriye’nin tarımsal üretimi artırmak için
    barajlar yapmaya ve su kullanımını artırmaya başlamasıyla ortaya çıktı.
    Bir keresinde, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) bir parçası olarak
    inşa edilen, büyük hacimli ve yeni barajı Atatürk Barajı’nın doldurulması sırasında, 1990
    yılında, Türkiye geçici olarak gerçekten de Suriye’ye su akışını azalttı. Bu eylem Şam’a açık
    bir mesaj göndermişti: Suriye PKK’ya desteğini sürdürürse, Türkiye de bu ülkenin su sorunu
    konusundaki savunmasızlığından yararlanabilirdi.
    Fırat ve Dicle dışında Ceyhan ve Seyhan gibi büyük nehirler de Türkiye’ye değerli su
    kaynakları sağlamaktadır.
    Ulusötesi Etnik Sorunlar
    Kürt Sorunu
    Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnik unsurlu yapısında “Kürt sorunu” diye bir sorun
    yoktu. Ne var ki, yeni milliyetçi Türkiye Cumhuriyeti’nin “Türk” adında tek bir etnik kategori
    yaratma kararlılığıyla, bir Kürt problemi ortaya çıkmıştır.
    Kendi kimliklerini ileri sürmedikleri müddetçe Türkiye içinde Kürtler aleyhine formel
    bir ayrımcılık söz konusu değildir: Orada herkes “Türk”tür. Bu, vatandaşlık açısından
    kuşkusuz doğrudur, ancak etnisite veya kültür açısından doğru değildir. Kürtlüğünü basitçe
    görmezden gelen Kürtler, Türkiye’de en yüksek makamlara bile tırmanabilirler, nitekim sık
    sık tırmanmaktadırlar da.
    www.altinicizdiklerim.com 20
    Yirminci yüzyılın büyük bölümünde Kürt politikası ordunun sıkı kontrolü altındaydı.
    Ordu sorunu kesinlikle bir güvenlik meselesi olarak görüyordu; temel amaç sosyal ve
    ekonomik şikayetleri gidermekten ziyade, terörizmi sona erdirmekti. Ne var ki sorunun gerek
    Türkiye içindeki gerekse uluslararası düzeydeki ciddiyeti, 1990’ların sonunda meseleyi sivil
    alana da kaydırmaya başladı. Talepler, sorunun bütün boyutlarını tanımak gerektiği; yâni
    sorunun sâdece terörizmden ibaret olmayıp aynı zamanda bir etnisite ve kimlik sorunu
    olduğunun kabul edilmesi gerektiği yönünde büyüdü. Bu gerçeklik, sonunda Kürtlerin
    Türkiye’de yaşayan, kendilerine ait kültürel ve kimliksel talepleri olan farklı bir halk
    olduğunun resmen tanınmasını gerekli kıldı.
    Ordu verilecek kültürel tavizlerin, Kürtleri eninde sonunda Türkiye’den ayrılma ve
    bağımsızlık taleplerine götürecek kaygan zeminin bir parçası olmasından hâlâ
    endişelenmektedir. Her ne kadar Türkiye’deki Kürt arzularının uzun dönemli geleceği
    bilinemez ise de, açık olan şey şudur ki Kürt realitesine geçmişte yapılan inkar ve acımasız
    muamele, Kürt toplumunun her seviyesinde genel anlamda Kürtlerin kendilerini
    bilinçlendirme sürecinin yaygınlaşmasını hızlandırmıştır.
    Temmuz 2007 seçimleriyle birlikte cesaret verici iki gelişme ortaya çıkmıştır: Kürt
    nüfus iktidarda bulunan AKP’ye, kendi etnik partileri olan Demokratik Toplum Partisi’nden
    (DTP) daha fazla oy vermiştir.
    Türkiye’nin Kürtlerle ilgili zorluklarının bir kısmı, sorunun ulusötesi boyutuyla
    ilgilidir: Dünyada kendilerine ait bir devleti olmayan en kalabalık etnik grup olan Kürtler,
    Türkiye’nin doğusu, Irak’ın kuzeyi, İran’ın kuzeybatısı, Suriye’nin kuzeydoğusu ve
    Azerbaycan’ın belirli bölgelerine doğru dağılmış durumdadır. Bu devletler arasında en
    kalabalık Kürt nüfusa sâhip olan Türkiye’de Kürtlerin sayısı en az 12 milyondur ve toplam
    nüfusun en az yüzde 20’sini teşkil etmektedir. Kürtlerin yarısı ülkenin doğu ve
    güneydoğusunda yaşamaktadır, geri kalanı da Türkiye’nin batı bölgelerine dağılmış
    durumdadır: İstanbul dünyadaki Kürt nüfusu en kalabalık şehirdir.
    Türk Kürdistanı’nın gayriresmi başkenti olan “mutsuz” bir Diyarbakır’ın Türkiye’nin
    en büyük Aşil topuğunu teşkil ettiği ileri sürülebilir, zira var olan iç çekişmenin devamını
    garanti eder, potansiyel ayrılıkçılığı teşvik eder ve yabancı istismarına kapı aralar. Bunun
    aksine “mutlu” bir Diyarbakır, Kürt azınlığın ülkeye daha iyi entegre olması anlamına gelir.
    PKK Türkiye’ye dikkate değer şekilde meydan okumaktadır: Bütün Kürtlerin tek bir
    devlet çatısı altında birleşmesini öngören Pan-Kürdist bir ideale sâhip ilk ve tek Kürt
    hareketidir.
    Teorik yönden parlak olmakla birlikte Öcalan, hareket üzerinde katı bir Stalinist
    kontrol tarzı uygulamış, dolayısıyla PKK asla demokratik olmamıştır.
    Pan-Türkizm
    Türkçe konuşan dünya Anadolu, Kafkaslar, İran, Orta Asya ve Batı Çin arasında
    uzanmaktadır. Bu muazzam büyüklükteki dil grubu, kendi içinde oldukça farklı yapılara sâhip
    olmakla birlikte, ortak bir kültürü paylaştığının bilincindedir. Pan-Türkizm geçmişte çeşitli
    yerlerde, farklı siyasî amaçlarla zaman zaman peşine düşülmüş bir ideolojidir ve gayet
    rahatlıkla yeniden kendisine müracaat edilebilir potansiyel olarak bu, bölgede Türkiye’nin
    nüfuzunu güçlendiren bir olgudur. Ancak Ankara, özellikle Rusya olmak üzere bölgedeki
    devletlerle arasındaki geniş menfaatleri dikkate alarak Pan-Türkist kartı oynama konusunda
    pek hevesli olmayacak, ama bu kart asla tamamen ortadan kalkmayacaktır.
    Sonuç
    Geride bıraktığımız yirmi yıllık dönemde askeri, ekonomik ve diplomatik alanlarda
    Türkiye’nin Orta Doğu’nun açık şekilde hâkim gücü olma yolunda ilerleme süreci kayda
    değer ölçüde hızlanmıştır. Demokratik karakteri ve meşru hükümeti Türkiye’ye muazzam bir
    güç ve dayanıklılık sağlamaktadır.
    www.altinicizdiklerim.com 21
    Türkiye yaklaşan muazzam fırtınaları devrimsiz atlatabilecek politik düzene sâhip
    bölgedeki az sayıdaki ülkeden biridir, ancak henüz tam çözüme kavuşturulamamış Kürt
    sorunu Ankara için bir kırılganlık noktası oluşturmaktadır.
    Türkiye ve Suriye
    Dönüşen Bir İlişki
    Daha Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kurulduğu günlerden beri, Türkiye’nin Suriye ile
    ilişkileri genelde zayıf kalmış ve hâttâ gergin olmuştur. İki ülke birçok olay vesilesiyle
    savaşın eşiğine gelmişlerdir. Ancak Türkiye’nin Şam ile ilişkileri 1998’de dramatik bir
    değişim sürecine girmiş, iki ülke arasında tarihi bir yeni dönemin başlamasına ve aralarındaki
    en önemli sorunların çözümüne yönelik yeni, pozitif bir atmosferin doğmasına kapı
    aralanmıştır.
    Her ne kadar bugün Türkiye-Suriye ilişkilerindeki temel belirsizlik, ABD’nin
    Suriye’ye karşı devam eden hasmane tutumundan kaynaklansa da Türkiye ile Suriye
    arasındaki ilişki tarihsel olarak kimlik, sınır, ideoloji ve Soğuk Savaş saflaşması, Kürtler, su
    ve İsrail ile ilgili gerilimler tarafından belirlenmiştir.
    Kimlik meselesi hemen her ikili ilişkinin değerlendirilmesinde çoğu zaman
    “yumuşak” bir mesele olarak görülür; oysa bu, ilişkinin doğasını kavramak bakımından belki
    de en önemli unsurdur.
    I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası yıllarda Arap milliyetçiliğinin merkezi olarak Şam
    için de, yeni bir milliyetçi Arap kimliğinin yaratılması, eski Türk-Osmanlı düzeninde
    Suriye’nin oynadığı ikincil rolün reddedilmesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda, Türkiye ve
    Suriye’nin yeni resmî milliyetçi kimlikleri kendi özel güvenlik değerlerini ve kendilerine özgü
    yeni subjektif tehdit algılamalarını yaratmıştır.
    Uzun süredir devam eden Hatay/Aleksandriya ihtilafı, Başbakan Erdoğan’ın Aralık
    2004’te Şam’a yaptığı tarihi ziyaret sırasında her iki tarafın da, aralarında artık bir sınır
    sorunu olmadığını kabul etmeleriyle birlikte, de facto bir çözüme doğru yönelmiştir.
    Soğuk Savaş sırasında Türkiye’nin Batı ittifakına güçlü desteği, Suriye’nin ise
    SSCB’ye yönelmiş olması, komünizmin çöküşüne kadar bu ülkeler arasındaki ideolojik
    gerginliğin önemli bir sebebiydi.
    Her iki taraf da su, Kürtler ve İsrail gibi, karşı tarafa baskı yapmaya yarayacak
    araçlara sarıldılar.
    Kürt Meselesi
    Suriye, ülkenin kuzeydoğu köşesinde bulunan Cezire bölgesinde yerleşmiş yaklaşık 1
    milyonluk bir Kürt nüfusa sahiptir. Suriye Kürtlerinin çoğunluğu, Türk baskısı nedeniyle
    1920’lerde sınırın öte yakasına kaçarak Türkiye’den bu bölgeye gelmiş sığınmacıların
    torunlarıdır.
    PKK liderleri 1980’de, Ankara’daki bir askeri darbeden sonra Türkiye’den Suriye’ye
    kaçmış, burada kendilerine devlet desteği verilmiştir. Suriye, Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde
    PKK’ya eğitim kampları sağlamış ve Öcalan’a Şam’da sığınma hakkı tanımıştır. Ancak
    Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesiyle birlikte, Suriye’nin pozisyonu ciddi şekilde
    zayıflamış; Türk ve İsrail askeri güçleri arasında izole edilmiş ve sıkışmıştır.
    1998’de Ankara Şam’a açık bir ültimatom vererek, PKK’ya desteğini kesmez ve
    Öcalan’ı sınırdışı etmezse, Türk askeri işgaline hazır olmasını belirtti. Bu tehdit Suriye
    sınırına onbin askerin kaydırılmasıyla da desteklendi. Hafız Esat, elinde fazla seçenek
    olmadığını hissederek, kendisinden pek beklenmeyen bir tavırla diz çöküp Türkiye’ye karşı
    uyguladığı çatışmacı politikaları tamamen gözden geçirmeye yöneldi. Bu gelişme, bölge için
    ciddi içerimleri olan yeni ve önemli bir ikili ilişki sürecini tetikledi.
    www.altinicizdiklerim.com 22
    “Ankara’nın Suriye’ye karşı tutumunun değişmiş olduğunun en iyi kanıtı, iki ülke
    arasındaki yaklaşık 450 mil uzunluğunda ve 1,500 fit genişliğindeki (Soğuk Savaş’ın heyheyli
    günlerinde, 1952’de yerleştirilmiş olan) mayınlı alanı Türkiye’nin temizlemekte oluşudur.”
    Sonuç
    2005 yılında iki ülke arasında bir serbest ticaret bölgesi kurulması konusunda
    anlaşmaya varılmış ve Şam’ın Suriye’de Türk yatırımlarını teşvik etmesiyle, iki ülke petrol
    arama amaçlı ortak bir şirket kurmuşlardır. Aynı zamanda sınır bölgelerinde ortak bir elektrik
    şebekesi geliştirmektedirler. Nihayet, dikkate değer bir nokta da, Suriye’ye giden Türk
    turistlerin sayısının büyük oranda artarak 2000’den 2005’e on dokuz katına çıkmış olmasıdır.
    Türkiye ve Irak
    1958’deki Irak devriminden beri Türkiye-Irak ilişkileri sınırlı ve limoni
    etkileşimlerden, Saddam sonrasında Türkiye’nin Irak’ın işlerine müdahil olmasına uzanan bir
    seyir izlemiştir. Bugün iki ülkenin ilişkileri hızla genişlemekte, ancak Irak’taki iç karışıklıktan
    kaynaklanan ihtilaflar bu ilişkilere damgasını vurmaktadır.
    Son yıllarda, Ankara’nın Bağdat’la ilişkileri şu unsurlarca belirlenmiştir:
    *Irak Kürtlerinin siyasî özerklik arzuları, Kerkük kentinin statüsü, petrolü ve orada
    yaşayan Türkmen nüfusun kaderi;
    *Sınır sorunları ve eski Osmanlı vilayeti Musul’un statüsü;
    *Terörizm, iç savaş ve İslami radikalizm gibi, Saddam sonrası Irak’ın istikrarı ve
    bütünlüğüne ilişkin sorunlar;
    *Irak içinde yeni yeni fakat hızla artan İran etkisi
    Dünyadaki çoğu ülke, devrimci İran’dan çekinmeleri nedeniyle Irak’ı desteklemiştir.
    Türkiye ise her iki ülkeye karşı da pozitif bir tarafsızlık tavrı benimsemiş ve ticaret yoluyla bu
    ülkelerin acil ekonomik ihtiyaçlarını karşılama yoluna gitmiş az sayıdaki ülkeden biri
    olmuştur. Bunun sonucunda Türkiye, savaştan ciddi gelir sağlamıştır.
    Türkiye aynı zamanda petrol boru hattından dolayı Irak’tan yaklaşık 250 milyon dolar
    kira geliri elde etmiş, Türkiye ile Irak daha geniş bir bölgesel plân kapsamında elektrik
    şebekelerini entegre etme konusunda anlaşmışlardır. Ayrıca 1974 ile 1990 yılları arasında
    Irak’ta Türk inşaat projelerinin toplam değeri 2.5 milyar doları bulmuştur.
    1991 Körfez Savaşı Felaketi
    İran-Irak Savaşı’nın aksine 1991 Körfez Savaşı ve sonrası, Türkiye için hemen her
    açıdan tam bir felaket olmuştur:
    Irak’ın Kürt bölgesi üzerinde Saddam’ın kontrolü kesin olarak kırılmıştır.
    Saddam’ın Kürt bölgesi üzerinde yeniden mutlak kontrol tesis etme girişimlerinin
    sonucu olarak yarım milyon Kürt kuzeye, Türk sınırına doğru harekete geçmiş, bu da Ankara
    için kitlesel bir sığınmacı sorunu doğurmuştur.
    Irak’ın Kürt bölgesi, ABD’nin sponsorluğunu yaptığı Çekiç Güç kapsamında
    uluslararası BM koruması ve gözetimi altına alınmıştır. Dahası, Kürt insanî krizi yüzünden,
    ABD’nin Kürt özerkliğini tolere etmeme sözü tartışmalı hale gelmiştir.
    Kürt partileri, ABD’nin baskısıyla, Irak’ta ilk defa kendi aralarında siyasî olarak
    “ulusal” düzeyde kurumsal işbirliği yapmaya zorlanmışlar, bu durum Ankara’nın bunları
    birbirine karşı kullanma seçeneklerini peşinen ortadan kaldırmıştır. Bu olgu, Irak Kürt siyasî
    tarihinin evriminde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur.
    Irak’ın Kürt bölgesi, neredeyse bağımsız de facto bir devletin altyapısını hızla
    geliştirmiştir.
    Bu durum Türkiye ile bir “Kürt varlığı” arasında gayriresmi bir diplomatik ilişkinin
    başlangıcını teşkil etmiştir. (2004 sonunda bu süreç, hiç akla gelmeyeni başaracaktı: Türkiye
    kıdemli Kürt lider Celal Talabani’yi Irak Cumhurbaşkanı olarak Ankara’da ağırlamak
    durumunda kaldı.)
    www.altinicizdiklerim.com 23
    Saddam’ın Irakı üzerine uygulanan uluslararası yaptırımlar Türkiye’yi Irak’la olan
    karşılıklı ticaretinin büyük bir kısmından vazgeçmeye zorladı ki bunlar arasında iki petrol
    boru hattı da vardı. Ambargo dönemi, Türkiye’ye en azından 8 milyar dolara mal olmuştur.
    1991 Savaşı’nın Türkiye’ye tek faydası, Washington’la olan stratejik ilişkisinin
    pekişmesiydi, zira Türkiye güvenilir müttefik imajını sağlamlaştırmıştı.
    2003 Körfez Savaşı-İstenmeyen Savaş
    Saddam rejiminin devrilmesi, Ankara’nın istediği en son şeydi; Türkiye için bu,
    Irak’ta Pandora’nın kutusunun açılması demekti. Saddam’ın Ankara açısından tek önemli
    problemi; Irak’ı sürekli çatışma içine çeken, tahmin edilmesi zor, agresif ve dengesiz
    karakteriydi. Oysa bunun dışında Saddam, kendi Kürt nüfusunu kontrol altında tutmak için
    muazzam çaba harcamıştı.
    Türkiye’nin 2003 yılından beri Irak’la ilgili olarak dile getirdiği en önemli dış politika
    amaçlarından biri, hassas petrol bölgesi Kerkük ve çevresindeki Türkmen nüfusun refahını
    korumaktır. Her ne kadar bu grubun nüfusu muhtemelen 1 milyondan az ise de-Türkmenler
    sayılarının 3 milyon olduğunda ısrar etmektedirler-Türkmenler Kerkük şehrinde yaşayan
    nüfusun önemli bir parçasını teşkil etmektedirler. Esasen Sünni Türkmenler, Kürtlerin alt
    sınıfı temsil ettiği Osmanlı yönetimi altında Kerkük’ün yönetici elit sınıfını
    oluşturmaktaydılar. Ancak o zamandan beri Türkmenler kesin bir konum ve etki kaybına
    uğramışlardır, özellikle de Kerkük ve çevresini kontrol etmek için yapılan üçlü rekabet
    sırasında.
    Ankara hâlâ, Kürtlerin Kerkük’ten elde edecekleri geliri kendi özerkliklerini tahkim
    etmek ve hâttâ gelecekte bağımsızlık kazanmak amacıyla kullanmalarını önlemek için, Irak
    petrolünün tamamının Bağdat’ın merkezi kontrolü altında olmasını istemektedir. Ancak petrol
    gelirinin bir dereceye kadar bölgesel kontrolü yolunda yapılan müzakereler halihazırda bir
    hayli yol almış durumdadır.
    Birleşik Devletler eninde sonunda Irak’ı terk edecektir, fakat Avrupa Birliği
    Türkiye’nin oradaki siyasî statükoyu değiştirmeye yönelik bir askeri müdahalesini hoşgörüyle
    karşılamayacaktır; özellikle de sağlam meşrulaştırıcı gerekçeler olmadıkça, ki bugün yoktur.
    Ayrıca öteki Arap ülkeleri ile İran, Kuzey Irak’ta olabilecek herhangi bir Türk askeri
    müdahalesine karşı sert tepki göstereceklerdir, hele hele Türkiye orada bir şekilde sürekli
    kalmaya heveslenirse. Bu takdirde Türkiye, bir anda kendisini kazanılması imkansız bir
    gerilla savaşının ortasında bulabilir.
    Peki acaba bugün Şiilik Türkiye için ne anlama gelmektedir? Bir hayli heterodoks Şii
    nüfuslarıyla Alevilerin, Şiiliğin herhangi bir Ortodoks biçimini temsil etmemeleri dolayısıyla
    İran’a doğru yönelmeleri için pek bir nedenleri yoktur. Esasen, geçmişteki hâkim Sünni
    baskısı nedeniyle Aleviler genel olarak sıkı laiktirler.
    Her ne kadar bugün Orta Doğu’da hemen her şey mezhepsel siyaset üzerine kurulu
    olsa bile, Ankara’nın Irak’taki mezhep çatışmasında taraf olması hemen hiç ihtimâl dahilinde
    değildir. Mezhepsel dürtüler üzerine politika bina etmek, modern Türkiye’nin işi değildir,
    öteki Sünni devletler tarafından böyle yapmaya teşvik edilse bile.
    PKK gerillalarının eylemleri birkaç yıldır sahneye geri dönmüş durumdadır.
    Washington’un kuşku uyandırır şekilde hakkında pek bir şey yapmadığı PKK’nın Kuzey
    Irak’ta hâlâ müstahkem bir mevkii vardır. Pek çok Türk, ABD’nin PKK üslerini hava
    saldırılarıyla bölgeden dışarı atmamasının, Türkiye’nin topraklarını ABD askerlerine
    kapatmasına karşı ödenen bedelin bir parçası olduğuna inanmaktadır.
    Ancak Türkiye tarafından Kuzey Irak’ın tam olarak işgali ve Irak toprağının ele
    geçirilmesi hiç muhtemel değildir; böyle bir şey Kuzey Irak’ta Türkiye’nin kazanamayacağı,
    tahripkar bir gerilla savaşıyla sonuçlanır.
    www.altinicizdiklerim.com 24
    Türk özel sektörü, Irak Kürdistanı’na büyük paralar yatırmıştır ve Kürtlerin Irak petrol
    satışlarından elde ettikleri petrol gelirleri dışında, o bölgedeki en hâkim ekonomik güç
    konumundadır. Irak Kürdistanı’na yönelik Türk ihracatının, özellikle de gıda ve inşaat
    malzemeleri ihracatının, 2007 yılında 5 milyar dolara ulaşması beklenmektedir.
    Sonuç
    Bağımsız bir Kürt devleti ihtimali bugün her zamankinden fazladır. Dahası, dünyada
    kimlik politikalarının tanınması ve genel anlamda yapılan demokrasi ve insan hakları
    çağrıları, kaçınılmaz şekilde Kürtlerin kendi kaderini tayin ihtimalini güçlendirmektedir. Buna
    ilaveten, Irak devleti içindeki artan bölünmeler, çökmekte olan bir Irak devletinin bir parçası
    olarak kalmak yönünde Kürtlere fazla bir ümit vermemektedir. Sonuç olarak, bütün sınırları
    aşan uluslararası Kürt davasının sonunda nereye doğru evrileceğini hiç kimse bilemez. Bir
    gün acaba bâzı Kürtler için bağımsızlık söz konusu olacak, bazıları için olmayacak mı, PanKürt bir devlet mi olacak, yoksa hepsi için özerklik mi söz konusu olacak? Ya da gevşek bir
    konfederasyon altında çeşitli Kürt grupları arasında kalıcı siyasî bölünmeler, statükonun
    devamı, ABD himayesinde bir Kürt devleti, veya Arap Irak’ında pek hoş karşılanmayacak ve
    ABD askeri üslerine ev sahipliği yapacak özerk bir Kürdistan mı? Çok sayıda olası senaryo
    mevcuttur, ancak bölgesel devlet rekabeti bağlamında bunların hemen hepsinin son derece
    değişken olması muhtemeldir.
    Her ne kadar Irak Kürtleri genel olarak PKK’nın silahlı eylemlerinin ve terörizminin
    aleyhinde olsalar da, PKK’nın başarmaya çalıştığı şeye karşı bir sempati ve anlayış
    beslemektedirler.
    Türkiye ve İran
    İhtiyatlı Bir Birarada Varolma
    Türklerin başka hiç kimse ile Farslarla olduğundan daha eski veya daha karmaşık
    kültürel etkileşimi yoktur. İki bin yıldan daha uzun zamandır İran, Anadolu’ya kim
    hükmetmişse onun jeopolitik rakibi olmuştur, ki bunlar arasında Bizans da vardır.
    İran’ın Osmanlı devletinin baş teolojik ve ideolojik rakibi haline gelmesi, ancak
    İran’ın 1500 yılında dinî bir çark edişle Şiiliği devlet dinî olarak kabul etmesiyle olmuştur. On
    altıncı yüzyıldan itibaren, Şii İran ile Sünni Osmanlı İmparatorluğu arasındaki bu ilişki,
    ideolojik açıdan birbirini kötüleme ve Anadolu ile Mezopotamya üzerinde uzun bir mücadele
    içeren dinî bir soğuk savaş teşkil etmiştir.
    I. Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti İran’ın yeni Pehlevi
    hanedanıyla bir tür iş ilişkisi gibi yürüyen ilişkiler kurmayı arzu ediyordu. Gelişen ilişkiler,
    1932 yılında iki ülke arasında yeni bir sınır anlaşmasıyla sonuçlandı. Her ne kadar Şah
    Rıza’nın reformları çok daha az zekice, daha az beceri, anlayış veya kalıcı etkiyle icra edilmiş
    olsa bile, uyguladığı Batılılaştırmacı reform programı konusunda Şah’ın örnek aldığı model,
    bizzat Atatürk idi.
    Modern Türk-İran ilişkileri genel anlamda şu faktörlerce belirlenmektedir:
    *Türk-İran ilişkilerini olduğu kadar Irak, İran ve Türkiye Kürtleri arasındaki üçlü
    ilişkileri de etkileyen Kürt meselesi;
    *Her ne kadar çoğu zaman sürtüşmenin nedeni değil de aracı olsa bile, devlette dinin
    rolü konusundaki ideolojik gerginlikler;
    *Saddam sonrası Irak, Suriye, İran Körfezi, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinde etkili
    olmaya yönelik jeopolitik rekabet;
    *İran’ın potansiyel nükleer silahlara sâhip olma arayışı.
    Sünni-Şii bölünmesine rağmen, her iki devlet de dinî farklılıklarını görmezden
    gelmeyi büyük ölçüde başarmıştır, özellikle de daha yakın yüzyıllarda.
    www.altinicizdiklerim.com 25
    Meselâ Sultan II. Abdülhamit, Osmanlı döneminin son yıllarında, Avrupa’nın
    emperyal meydan okuyuşları karşısında bütün Müslümanları birleştirmeyi amaçlayan Panİslamcı politikalarına İran’ın desteğini kolayca isteyebilmişti.
    1920’lerde, her iki devlet de-Türkiye Atatürk, İran ise Rıza Şah yönetimi altında-geniş
    kapsamlı bir reform ve Batılılaştırma programının parçası olarak sıkı laikleştirici gündemler
    benimsediler.
    Ancak 1979’da Şah’ın sekülarizmini ve Batıcılığını yıkıp ülkede teokratik düzen
    kuran İran Devrimi’nden sonra, iki ülke arasındaki dinî gerginlikler yeniden canlandı.
    Ankara’ya gelen İranlı resmî ziyaretçiler diplomatik zorunluluk olarak Atatürk’ün
    mezarına yapılması gereken ziyareti sürekli reddettiler-bu, Türkiye’nin resmî ideolojisine
    karşı büyük bir hakarettir.
    Bugün İslami eğilimli AKP, Tahran’la ilişkileri geliştirmek için ciddi gayret
    göstermekteyse de Türk Silahlı Kuvvetleri, İran konusunda Türkiye’nin sivil yetkililerine göre
    çok daha şahince bir tutum benimsemektedir.
    İran ile Osmanlılar arasında cereyan etmiş önemli sınır ihtilaflarının çoğu, Osmanlı
    Irakı ile İran arasındaki sınırlarla ilgiliydi. Her ne kadar bu özel gerginlik kaynağı modern
    Türk devletinin yeni sınırlarıyla ortadan kalkmışsa da, İran’ın Saddam sonrası Irak’ta
    yükselen etkisi, gelecekte bir İran-Türk gerginliği olması ihtimalini ortaya çıkarmıştır.
    İran’daki, Türkçe konuşan azınlıklar, çağdaş Türk-İran ilişkilerinde önemli bir sorun
    teşkil etmemekle birlikte, Türkiye’nin İran üzerinde tek yönlü baskı kurabileceği potansiyel
    bir araç durumundadır. İran nüfusunun yaklaşık yüzde 26’sı Türkçe konuşmaktadır, ki
    bunların ezici bir çoğunluğu Azeridir ve kültürel ve dilsel açıdan Azerbaycan Azerileriyle çok
    yakın irtibatlıdır.
    Tüm dünyada Türkçe konuşan halklar arasında, “Türklükleri”nin en az farkında olma
    eğilimindeki İran Azerileri, kültürel ve ekonomik açıdan İran’a gayet iyi entegre olmuş
    durumdadırlar.
    Pan-Türki meselelerin gelecekte Türk-İran ilişkilerinde ciddi bir rol oynaması pek
    muhtemel değilse de bunlar, ikili ilişkilerin kötüleşmesi ihtimaline karşı, Türkiye tarafından
    kuluçka halinde ve istismara açık durumda tutulmaktadır.
    Bölgesel koşulların gerçekten ciddi biçimde kötüleşmesi halinde İran, İran Azerileri,
    Azerbaycan Azerileri, Ermenistan, Irak ve Türkiye arasında altı-yönlü bir kriz çıkması
    tamamen ihtimâl dışı değildir.
    Genel olarak Türk ordusu, bilhassa İran hükümetinin İslami karakteri nedeniyle, İran’a
    karşı sivil dış politika mahfillerinden çok daha sert bir tutum takınmıştır. Nitekim eski
    Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin İran’la ilişkilerini iyileştirme çabalarına karşı ordunun
    eleştirel tutumu, bizzat dış politika ile ilgili olmaktan ziyade İslam konusuna yönelik iç
    politikalarla ilgiliydi.
    Ne de olsa PKK, kendine özgü Pan-Kürt ideolojisiyle sonuçta İran’ı da tehdit
    etmektedir. Türkiye ve İran, 2006 ve 2007’de PKK’ya ve İran’daki ikizi PJAK’a (Özgür
    Yaşam Partisi) karşı ortak askeri operasyon konusunda yakın işbirliği yapmışlardır.
    Ekonomik Faktörler
    İran, Türkiye ile ticaret hacminde, Rusya ve Ukrayna’dan sonra Türkiye’nin komşuları
    arasında üçüncü sırada yer almıştır. 2006 itibariyle, karşılıklı ticaret hacmi 6.2 milyar dolara
    ulaşmıştır. Ancak bu seviye hâlâ görece ılımlı bir seviyedir ve Türkiye İran’ın en önde gelen
    altı ihracat ve ithalât ortağı arasında henüz yer almamıştır.
    Türkiye’nin Orta Doğu’dan yaptığı en büyük ithalât, elbette ki, İran doğal gazıdır.
    Nisan 2007’de Türkiye ve İran, enerji alanında ortak girişime dayalı stratejik bir ittifak
    planladıklarını ilan etmişlerdir. Söz konusu proje, yeni petrol ve gaz kuyuları açılmasını ve
    Türkiye’den geçen mevcut boru hatlarını kullanarak Yunanistan üzerinden Avrupa’ya enerji
    aktarılmasını kapsamaktadır.
    www.altinicizdiklerim.com 26
    Avrupa Birliği, Rus enerji kaynaklarına aşırı bağımlılıktan kurtulmak için, İran
    enerjisini ithal etme projesini hararetle desteklemekte, ancak Washington bu projeye şiddetle
    karşı çıkmaktadır-bu da Ankara ile Washington arasında devam eden bir sürtüşme kaynağıdır.
    Bu arada Washington Türkmen petrolünün İran yoluyla Türkiye’ye getirilmesine dair her
    plana karşıdır.
    Türkiye artık İran gazının ve petrolünün tüketiminde ve Batı’ya aktarılmasında önemli
    bir kavşak noktası konumundadır. ABD’nin sıkı muhalefetine rağmen Avrupa, tamamen Rus
    ihracatına bağımlılığa karşı söz konusu İran alternatifini memnuniyetle karşılayacaktır-bu da
    Washington’un hoşuna gitmeyen bir şeydir.
    İran’a karşı ABD askeri saldırısı Ankara’nın menfaatlerini olumsuz etkileyecekken,
    Tahran’a karşı geniş kapsamlı ekonomik yaptırımlar getirme girişimleri bile Türk dış
    ticaretine ciddi şekilde tesir edecektir: Örneğin her yıl yaklaşık yetmiş beş bin Türk kamyonu,
    Orta Asya ve ötesine gitmek üzere İran’dan transit geçiş yapmaktadır.
    Nükleer Sorunlar
    Her ne kadar Türkiye’de İran’ın nükleer silahlarla ilgili planlarına olumlu bakılmasa
    da, Kürt sorunu ile kıyaslanınca, bu konu Türkiye’de çok öncelikli bir sorun değildir, hâttâ
    Türk ordusu için bile. Konvansiyonel silahlarda Türkiye İran’dan çok daha güçlüdür. Ayrıca
    aralarındaki çeşitli gerginlik kaynaklarına rağmen, iki ülke arasında yakın tarihte ciddi bir
    askeri kapışma mevcut değildir. Türkiye’nin temel kaygısı, İran’ın nükleer silahlarının
    bölgedeki güç dengesi denklemlerini nasıl etkileyeceğidir.
    Olası bir ABD-İran çatışması ile ilgili olarak 2003 Haziran ayında yapılan bir
    kamuoyu yoklamasında, Türklerin yüzde 55’i bu konuda tarafsız kalmayı yeğlerken, yaklaşık
    yüzde 24’ü İran’ın safında yer almayı tercih etmektedir; Birleşik Devletler safında yer almak
    isteyenlerin oranı yüzde 17’inin altındadır.
    Sonuç
    Tarihsel olarak, Türklerin Batı’ya yakınlığının İran’ı kaygılandırdığı ya da rahatsız
    ettiği anlaşılmaktadır; son Şah bile zaman zaman Türkiye’yi Batı’nın dikkatini cezbetme
    konusunda bir rakip olarak algılamıştır. Bundan dolayı, görünür gelecek için, İran’ın
    Türkiye’ye karşı tutumu, büyük ölçüde Ankara’nın İran’a karşı Batılı stratejik politikaları ne
    ölçüde benimseyeceği tarafından belirlenecektir.
    Türkiye ve İsrail
    Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu içinde uzun bir tarihi vardır. 1492’de,
    Müslümanlarla birlikte Katolik İspanya’dan sürüldükleri zaman Osmanlı’ya sığınmışlardır.
    Esasen, Soner Çağaptay’ın dediği gibi, “Onyedinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda
    yaşayan Yahudilerin sayısı, dünyanın başka yerlerinde bulunan toplam Yahudi sayısından
    daha fazlaydı.
    Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu da birçok meslek dalında Yahudi bilgi ve
    becerisinden faydalanmış, onlarla gelen Batılı know-how’ı imparatorluğun gelişmesi ve
    dönüşümünde kullanmıştır.
    Yahudiler, modern Türkiye’de de baskıdan uzak bir hayat sürmüşlerdir ve İsrail’de de
    hayli Türk yanlısı önemli bir Türk-Yahudi topluluğu mevcuttur.
    Türk düşüncesinde Arap-İsrail meselesi ile Kudüs meselesi arasında önemli bir fark
    vardır. Kudüs, İbrahimi dinlerin her üçü için de kutsaldır.
    Müslümanların çoğu gibi, Türkler de Kudüs’te bulunan geleneksel İslami dinî
    mekanların tamamen İsrail kontrolü altında bulunmasından son derece rahatsızdırlar. 2000
    yılında yapılan bir kamuoyu yoklamasında Türklerin yüzde 63’ü, Kudüs ve Mescid-i
    Aksa’nın kendileri için önemli olduğunu belirtmiş, yüzde 60’ı da Filistin halkının
    korunmasında Türkiye’nin daha aktif bir rol oynaması gerektiğini ifâde etmiştir.
    www.altinicizdiklerim.com 27
    Müslüman dünya hâlâ Kudüs’teki Müslüman çıkarları adına yüksek sesle konuşması
    için Türkiye’ye bakmaktadır.
    Türk-İsrail İlişkilerinde Askeri Faktör
    Türkiye’de İsrail ile yakın ilişkiler kurulmasının önde gelen savunucusu Türk Silahlı
    Kuvvetleridir. Radikal biçimde lâik olan ordu için İsrail, “anti-İslami” bir sembol olarak,
    değerli bir yüksek askeri teknoloji transferi kaynağı, ABD Kongresi’ne erişimi kolaylaştıran
    bir unsur ve nihayet, radikal komşulara karşı stratejik bir yıldırma kaynağı olarak önemlidir.
    Çoğu Türk, İsrail devleti ile Türkiye’nin az sayıdaki Yahudi nüfusu (120.000) arasında
    hemen bir ayrım yapmakta, Türkiye’deki Yahudilere yüksek derecede bir tolerans ve saygı
    beslerken, İsrail devletine karşı yaygın bir muhabbet duymamaktadır.
    Askeri işbirliği Türkiye’nin İsrail ile büyüyen ilişkilerinin en dramatik ve tartışmalı
    unsurunu teşkil etmektedir.
    Türkiye İran, Irak ve Suriye’ye karşı Türkiye topraklarında İsrail ile ortak gizli
    dinleme üslerinin kurulmasını kabul etmiştir.
    Türk ordusunun yirmi-beş yıllık bir zaman diliminde gerçekleşecek ve yaklaşık 150
    milyar dolar tutacak büyük bir askeri modernizasyon projesine giriştiği bir zamanda gelen bu
    İsrail bağlantısı, Türkiye için özellikle değerliydi. İki ülkenin savunma sanayilerini bir araya
    getiren bu girişimde, İsrail’in gerek teknolojisi ve gerekse Türkiye’deki ciddi finansal yatırımı
    hayati bir rol oynamıştır.
    Türkiye bir ara, olası bir Suriye-İsrail barış anlaşmasının Ankara’nın elini Şam’a karşı
    zayıflatacağından ve potansiyel olarak Şam’ın İsrail sınırındaki kuvvetlerini kuzeydeki Türk
    sınırına kaydırmasına imkân vereceğinden kaygı duyar hale gelmiştir. Türkiye ile İsrail’in
    Şam’a karşı ortak kıskaç gücünün, Suriye’nin 1998 yılında PKK’yı desteklemekten vazgeçme
    ve Ankara’ya karşı izlediği düşmanca politikaları revizyondan geçirme kararına önemli
    ölçüde katkıda bulunduğu konusunda hiç kuşku yoktur.
    Sivil İşbirliği
    İki ülke arasındaki yoğun askeri işbirliğine birçok alanda sivil ilişkiler de eşlik
    etmiştir. Örneğin, yılda 1.85 milyar dolara ulaşan İsrail’in Türkiye turizmi, Türkiye’nin
    toplam turizm gelirlerinin önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Buna ek olarak, tarım alanında
    özel bir uzmanlığa sâhip olan İsrail, Türk tarım sektörünün gelişimine yatırım yapmıştır.
    Bugün İsrail’in ticaret ortakları listesinde Türkiye on üçüncü sırada yer alırken,
    Türkiye’nin ticaret ortakları listesinde İsrail dokuzuncu sırayı almaktadır. 2007 yılında
    Türkiye ile İsrail, Karadeniz’i Kızıl Deniz’e bağlayacak bir boru hattı inşası üzerinde geçici
    olarak anlaşmaya varmışlardır. Suyun altından gidecek bu boru hattı, Suriye ve Lübnan’ı bypass edecek, Rusya ve Azerbaycan’dan getireceği gaz ve petrolü Türkiye üzerinden İsrail’e
    iletecektir.
    İsrail SSCB’nin çökmesinden sonra bu bölgeye girmek için Türkiye’yi değerli bir
    köprü olarak görmüş, ardından Türkiye de İsrail’in bölgeye girişini kolaylaştırmıştır.
    İsrail, Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’dan İsrail’in kullanabileceği enerjiyi
    getirme potansiyeli ile ilgilenmeye devam etmektedir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattının
    tamamlanması bu yönde atılacak bir ilk adım niteliğindedir.
    Robins, İsrail ile ilişkilerin gerilemesinin başlangıcını, bizzat ordu içinde birçok
    kişinin Türkiye’nin İsrail ile bağlarının Washington nezdinde beklenen meyveleri vermediğini
    düşündüğü 1996 yılı ile tarihler.
    AKP’nin iktidara gelmesi ve “düşmanlık yok” ilkesine dayalı bir bölgesel politikaya
    sarılması, İsrail’in artık Türkiye’nin dış politikasında merkezi bir konumda olmadığı bir ilişki
    kaymasına yol açmıştır.
    Türk-İsrail ilişkilerinin ekonomik ve teknik yönleri hâlâ güçlü olmaya devam etse de
    söz konusu ilişkinin stratejik yönü önemli ölçüde zayıflamıştır.
    www.altinicizdiklerim.com 28
    Suriye’nin refahından Türkiye’nin alacağı yeni pay, Türkiye’nin İsrail ile bağlarını
    daha da karmaşık hale getirmektedir. Benzer şekilde, savaş sonrası Irak’ta, özellikle deİsrail’in peşmerge güçlerinin eğitimine destek verdiği ve bölgeyi İran’a karşı istihbarat
    operasyonları için bir üs olarak kullandığı-Kürdistan’da İsrail’in yürüttüğü faaliyetler de
    Ankara’yı kaygılandırmaktadır.
    Gerek Kudüs ve gerekse Washington, Türkiye’nin İsrail’in politikasına yönelttiği açık
    eleştirilerin çoğundan rahatsızlık duysa da, söz konusu başkentlerin ikisi de Türkiye’nin
    bölgeyle ilgili yeni planlarını tamamen tıkamamıştır. Türkiye bölgede her iki ülkenin de
    müttefiki olup aynı zamanda Arap ülkelerinin çoğu ve İran nezdinde itibarı olan neredeyse
    yegane ülkedir. Ancak İsrail zayıf veya düşmanca ilişkiler içinde olduğu Müslüman devletleri
    güçsüz düşürmek ve bölmek peşinde koştuğu ölçüde, İsrail’in çıkarları Türkiye’nin
    çıkarlarıyla otomatik olarak aynı safta yer almamaktadır artık.
    Sonuç
    Türk-İsrail ilişkileri Orta Doğu’nun geniş diplomatik ve stratejik ilişkiler yelpazesi
    içinde önemli bir unsurdur. Aradaki bağlar biraz soğumuş olsa da İsrail hâlâ-bir Müslüman
    ülke ile geliştirmiş olduğu yegane kapsamlı ve yakın çalışma ilişkisi durumunda olan-Türkiye
    ile ilişkisine kayda değer bir önem vermektedir.
    Ankara, Saddam’ın devrilmesinden beri Amerika Birleşik Devletleri’nin de İsrail’in
    de Ankara’nın terörizmle ilgili baş kaygısı olan PKK ile pek ilgilenmediklerinin farkındadır.
    Gerçekten de İsrail dünyadaki Kürtlerin kötü durumuna her zaman biraz gizli bir sempati
    göstermiş, PKK’ya karşı Ankara ile işbirliğinden kaçınmış, duruma esas itibariyle
    Türkiye’nin bir iç meselesi olarak bakmıştır.
    Ekonomik ve maddi alanda Türkiye-İsrail ilişkisi her iki taraf için de bir hayli
    avantajlıdır ve devam etmesi muhtemeldir. Askeri modernizasyon programı nedeniyle
    Ankara, İsrail ile oldukça güçlü bir askeri ilişkiyi çok büyük olasılıkla devam ettirecektir, iki
    ülke arasında stratejik işbirliği olmasa bile.
    Şayet Ankara, İsrail ile askeri ilişkisini öteki bölgesel çıkarlarına fazlasıyla zarar verici
    bulmaya başlarsa, Türkiye’nin İsrail ile kurduğu askeri ilişkinin belirli yönlerini potansiyel
    olarak başka devletler-Çin, Rusya ve Avrupa Birliği gibi-devralabilir. Ancak büyük bir Orta
    Doğu devletinin Türk güvenliğine meydan okuması halinde, Ankara’nın stratejik
    düşüncesinde İsrail ile ilişkisinin önemi yeniden ağırlıklı hale gelebilir.
    Türkiye ile Mısır, Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri ve Afganistan Arasındaki İlişkiler
    Mısır
    Türklerle Mısırlılar arasında asırlardır süren yakın irtibata rağmen, modern
    Türkiye’nin Mısır ile ilişkisi hiçbir zaman samimi olmamış, düşmanlık ile soğukluk arasında
    gidip gelmiştir. Bu soğukluk, belirli tarihsel hoşnutsuzluklara dayalı olmaktan ziyade
    günümüz jeopolitik çekişmeleri gerçekliğine dayanmaktadır.
    Mısır kendisini geniş boyutlu Arap davasının önde gelen hamisi ve her ne kadar böyle
    bir rolde giderek daha az ikna edici hale gelse de, Arap dünyasının doğal lideri olarak
    görmektedir.
  • Her ikisi de Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefikidir (Mısır Camp David’den
    sonra).
  • Her ikisi de İsrail ile diplomatik ilişki kuran az sayıdaki Müslüman ülke arasındadır.
  • Her ikisi de bölgesel radikalizmi bastırmaya çalışmaktadır.
  • Her ikisinin de İran Devrimi’nden beri İran’la ilişkileri gergindir.
    Türkiye ile İsrail arasında bir güvenlik ittifakı yapılabilme potansiyeli ve AKP’nin son
    zamanlardaki Orta Doğu’daki bütün ülkelerle dostane ilişkiler geliştirme politikaları TürkiyeMısır ilişkilerinin daha iyiye gitmesinin yolunu da açmıştır. Ancak bu ilişki şu anda esas
    itibariyle durağan vaziyettedir; bunun başlıca sebebi de, Mısır ekonomisinin yavaş karakteri
    ile bu ülkedeki katı, kabız edici ve kıskanç siyasî düzendir.
    www.altinicizdiklerim.com 29
    Türkiye ve Suudi Arabistan
    I. Dünya Savaşı’ndan sonra, el-Suud’un Vahhabi kuvvetleri, ki Osmanlı’nın çok
    kültürlü İslam ifadelerine hasmane bir tutum takınıyorlardı, Hicaz’daki kutsal mekanların
    kontrolünü ele geçirdi. Sonuçta modern Türkiye’de hem Hicaz’daki Haşimi isyanının, hem de
    el-Suud’un Osmanlı devletine karşı giriştiği isyanın hatıraları hâlâ yaşamaktadır.
    El-Suud’a karşı olan gizli husumet, 2002 yılı gibi daha yakın bir tarihte yeniden su
    yüzüne çıkmış; Mekke’de bir konut projesine yer açmak amacıyla tarihi bir Osmanlı-Türk
    Kalesi yıkılınca Türkler Suudilere ateş püskürmüşlerdir. Türk Kültür Bakanlığı “Kalenin
    yıkılması olayı Suudi Arabistan’da Türk mirasına yapılan en son saldırıdır, ki bu ülke
    geçmişte de Osmanlı evlerini, mezarlarını ve tarihi bir demiryolunu tahrip etmişti. Bu,
    insanlığa karşı bir suç…ve kültürel soykırımdır” demiştir. Suudiler ise buna verdikleri cevapta
    Türkiye’yi İslami bir devlet olarak kendi mirasını ve kimliğini lağvetmekle suçlamışlardır.
    Kemalist düzen Suudi Arabistan’ın uluslararası İslami politikalarına daima kuşkuyla
    bakmıştır. Bireyler olarak Suudiler muhtemelen Türkiye’ye karşı kendi hükümetlerinden daha
    sıcak duygular beslemektedirler, ancak bu duygu pek karşılıklı sayılmaz. Türk sokak basını
    sık sık krallıkla ilgili dehşetli hikayelerden bahseder, el-Suud Hanedanı da Türklerden pek
    dinî saygı görmez. Yine de Suudiler İstanbul’u Müslüman turizm güzergahlarından biri olarak
    değerlendirirler.
    Altını çizmek gerekir ki yaklaşık son kırk yıldır ilk defa Suudi Kralı Abdullah, 2006
    yılında Türkiye’ye bir kraliyet ziyareti gerçekleştirmiştir; neredeyse kesinlik derecesinde
    denebilir ki bunun sebebi, Türkiye’nin Irak dâhil Orta Doğu meseleleriyle daha fazla
    ilgilenmesi ve duyarlılık göstermesinin takdir edilmesi idi.
    Türkiye ve Afganistan
    Afganistan, Türklerin Doğu dünyasına yönelik geniş jeopolitik vizyonunun çok
    candan bir parçasıdır ve Arap dünyasına kıyasla birçok bakımdan Türk ruhuna daha yakındır.
    Afganistan bugün bünyesinde kalabalık ve önemli Türki Özbek ve Türkmen azınlıkları ve
    genelde İngiliz emperyalizmine başkaldırırken çoğu kez yardım için Osmanlı Türkiyesi’ne
    bakmış olan Güney Asya bölgesindeki Müslüman yöneticileri barındırmaktadır.
    Afganistan (Sovyetler Birliği’nin ardından) yeni Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ni
    tanıyan ikinci ülke olmuş, hâttâ Atatürk’ün Avrupalı emperyalistlere karşı yürüttüğü Ulusal
    Kurtuluş Savaşı’na yardım etmek için askeri destek göndermiştir. Gerçekten de Afgan Kralı
    Emanullah Han’ın (1919-29) Atatürk’le yakın bir kişisel dostluğu vardı; Emanullah Han,
    Atatürk’ün modernleştirici reformlarının büyük bir hayranı idi ve bunları Afganistan’da da
    aynen gerçekleştirmek istemişti.
    Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, Türkiye’nin jeopolitik manzarası aniden geniş bir
    şekilde Doğu’ya açılmış; Afganistan ve Pakistan, bir gecede Orta Asya’ya ve Keşmir’e açılan
    kapılar haline gelmiş, Türk halklarının zihninde o eski bağlar yeniden canlanmıştır.
    Genişleyen bu Doğu alanı Türk siyaset tasavvuruna yeni fırsatlar ve yeni bir kafa yapısının
    kazınmasına yaramıştır. Türk kamuoyu, Taliban’a hiçbir sempati beslenmemesine karşın,
    ABD’nin Afganistan’ı işgaline karşı büyük bir tepki göstermiştir: Halkın yaklaşık üçte ikisi
    bölgedeki ABD askeri operasyonlarına ve ABD kuvvetlerinin Türk askeri tesislerini
    kullanması da dâhil olmak üzere ABD operasyonuna destek verilmesine karşı çıkmıştır.
    Türk kamuoyunun aksi görüşüne rağmen Türk hükümeti, Afgan operasyonunda
    Birleşik Devletler’e yardım etmeyi kabul ederek Kuzey İttifakı askerlerinin güneye, Kabil’e
    doğru hareketine destek ve eğitim sağlamıştır.
    Ayrıca Afganistan’a giden barış gücü askerlerine katkıda bulunmuş, Orta Asya’ya
    yönelik ABD ve NATO destek uçuşlarına hava üssünü kullanma imkanı vermiştir. Dahası
    Türkiye, ilk başlardaki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’nün barışı koruma operasyonuna
    bindörtyüz askerle katkı sağlamıştır.
    www.altinicizdiklerim.com 30
    Bu ABD dışında operasyona en büyük, Müslüman ülkelerdense tek katkıyı teşkil
    etmiştir. Ancak Türkiye 2006’da NATO’nun Kabil dışındaki operasyonlar için asker
    gönderme çağrısını reddetmiştir.
    Daha da etkileyici olansa, Türk özel sektörünün Afganistan’daki yatırımlarıdır. Başka
    herhangi bir ülkeden gelenden daha büyük olan yatırım miktarı 2006 başları itibariyle
    yaklaşık 1 milyar dolara ulaşmıştır.
    Türkiye, uzun vadeli bir bakışla kendisini Afganistan’a mutlaka yardım etmek zorunda
    hisseden ve bu ülkenin refahında kalıcı menfaati olan az sayıdaki bölge ülkesinden biridir.
    Her ne kadar Peştun nüfus arasında bulunan Taliban yanlısı unsurlar, Türkiye’nin, ABD
    çıkarlarını kollayan bir paravan olmasından kuşkulansalar da, her iki tarafta da duygusal
    bağlar gücünü korumaktadır.
    Türkiye ve Avrasya
    Sovyetler Birliği artık ölmüştür ve daha önemlisi, Türkiye artık Rusya ile ortak bir
    sınır bile paylaşmamaktadır. Bugün Türkiye’ye karşı Rus askeri saldırganlığı neredeyse akla
    gelmez durumdadır. Azerbaycan ve Orta Asya gibi, SSCB’nin Türki Müslümanlarının büyük
    çoğunluğu 1991’de bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Türkiye jeopolitik seçeneklerini
    yeniden şekillendirmekte ve bu bağlamda Rusya Türkiye’ye iktisadi, siyasî ve askeri
    alanlarda bir ortak olarak önemli fırsatlar sunmaktadır.
    Yine de realite şudur ki, Türkiye’nin eski Rus ve Sovyet imparatorluklarının
    Müslüman (büyük ölçüde Türki) halklarıyla olan tarihsel ve etnik ilişkileri hiçbir zaman
    Moskova için potansiyel bir kaygı olmaktan tamamen çıkmayacaktır. O kadar ki Moskova ile
    Ankara, bu halklar üzerinde etki bakımından âdeta zıt kutupları temsil etmektedirler. Bugün,
    hâlâ Rusya Federasyonu içinde kalmış olan Müslümanlar-Volga ve Kırım Türki Tatarları,
    Çeçenler ve Kuzey Kafkasya’daki öteki halklar-daha fazla özerklik veya Moskova’dan
    bağımsızlık istemektedirler ve asırlardır kendilerine yardım etmesi için yüzlerini Türkiye’ye
    çevirmişlerdir. Fakat Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Türk dünyasının kapılarının yeniden
    açılmasıyla başlayan kısa bir aşırı coşku döneminin ardından, Türkiye’nin bu Müslüman
    halklarla ilişkisi, Ankara için biraz hayal kırıklığına uğratıcı olmuştur. Aynı zamanda,
    Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkilerden elde ettiği çıkarlar katlanarak artmıştır.
    Bu istikamet değişimi en çarpıcı şekilde, iki yüz yılı aşkın bir süredir Kafkaslar’da
    bağımsızlık için mücadele eden Çeçenlerin durumunda kendini göstermektedir. Çeçenler
    İslami kimliklerine derinden bağlıdırlar. Türki olmasalar da, Türkiye’de, asırlar süren Rus
    baskısından kaçanların oluşturduğu, hatırı sayılır bir Çeçen diyasporası vardır. Çeçenler,
    davalarının sesini duyurmak için 1990’larda Türk topraklarında birkaç uçak kaçırma olayına
    karıştılar. Geçmişte Ankara zaman zaman Çeçenler’e destek verdiğinde, Moskova da açık
    şekilde Türkiye’nin Kürtleri’ne aynı şeyi yapardı.
    Bugün Türk-Rus ilişkilerinde güçlü bir ekonomik tamamlayıcılık da ortaya çıkmış
    bulunmaktadır. Moskova dünyada Almanya’dan sonra Türk mallarının en büyük ikinci
    ithalatçısıdır, Türkiye de Rusya’da inşaat alanında 6 ila 12 milyar dolarlık yatırım yapmıştır.
    Ayrıca Türkiye’ye giden Rus turistlerin sayısı, Almanya’dan gelen turistlerin sayısı ile
    yarışmaktadır; 2004 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Rus sayısı 1.7 milyonu bulmuştur,
    İstanbul sokakları ve sahil kasabalarının plajları dâhil her yerde Ruslara rastlamak
    mümkündür.
    Önemle vurgulanmalıdır ki, Karadeniz’in altından geçen Mavi Akım yoluyla
    Türkiye’nin Rusya’dan yaptığı büyük çaplı doğal gaz ithalatı-ki bu, Türkiye’nin doğal gaz
    ithalatının en azından yüzde 70’ini teşkil etmektedir-iki ülke arasında uzun süreli bir karşılıklı
    bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır. Esasen Rusya, mevcut Mavi Akım boru hattını Türkiye’den
    güneyde İsrail’e kadar uzatmak istemektedir.
    www.altinicizdiklerim.com 31
    Önümüzdeki on yılda Türkiye’nin gerek Rusya ve gerekse Orta Doğu ile olan bağları
    muhakkak ki daha da yoğunlaşacak, bu da Türk bakış açısının çekim merkezini daha çok
    Doğu’ya kaydıracaktır.
    1990’ların ortalarında Türkiye, Rusya’dan silâh, mühimmat ve helikopter satın alan ilk
    NATO ülkesi olmuştur; çünkü Batılı ülkeler, Kürt isyancılara karşı kullanabileceği
    gerekçesiyle Türkiye’ye silâh satmayı reddetmişlerdir. Ayrıca Rusya, Türkiye’nin askeri
    modernizasyon projesi ihalesine katılmayı da planlamaktadır.
    Bir Türk diplomat, Ankara’nın Moskova ile sürdürdüğü düzenli siyasî diyalogu
    Dışişleri Bakanlığı’nın herhangi bir ülke ile sürdürdüğü “en düzenli ve kapsamlı” diyalog
    olarak nitelendirmektedir. Moskova ve Ankara, Güney Kafkaslar’daki ABD politikalarının
    istikrarı bozucu olduğu görüşünü paylaşmaktadırlar ve bölgede statükonun korunmasından
    yanadırlar. Ankara ABD’nin Gürcistan’ı NATO’ya çekme planlarını Rusya’ya karşı gereksiz
    yere kışkırtıcı bir eylem olarak görme eğilimindedir; aynı zamanda Abhazya ve Acaristan’dan
    gelmiş kendi Gürcü azınlıklar diyasporası bu grupların Gürcistan’dan ayrılmasına sempatik
    bakmaktadır.
    Moskova bu arada, şüphesiz kısmen Türkiye’nin tarihi ABD yanlısı yöneliminden
    sapmasından duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişini
    desteklediğini açıkça ilan etmiş; Kıbrıs sorununda da Türkiye’nin pozisyonunu desteklemeye
    uğraşmıştır. Buna karşılık Türkiye de Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesine yardımcı
    olmayı kabul etmiştir, ki bu da Rus-Türk ticaretini daha da artırabilecek bir olgudur.
    Rus kamuoyunun Türkiye’ye bakışı oldukça olumludur. 2005 yılında Rusya’da
    yapılan bir kamuoyu yoklamasında, Rusların yüzde 71’i Türkiye’ye karşı pozitif bir tavır
    takınmıştır. Yüzde 51’i Türkiye’yi güvenilir bir ticari ve ekonomik ortak, yüzde 16’sı bir
    kardeş ülke olarak görürken, sâdece yüzde 3’ü düşman bir ülke ve muhtemel bir rakip olarak
    görmüştür.
    Türk Düşüncesinde Kafkaslar ve Orta Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü
    Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra Türkiye’de başlamış bir erken aşırı heyecan
    dalgası Türkleri yeni bir “Türk yüzyılı”nın hakimleri olabileceklerine inandırmıştı. O
    dönemde, zamanın Türk Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Türkiye’nin Adriyatik’ten Çin
    Seddi’ne uzanan yeni bir Türk dünyasının başını çekebileceğini ilan etmişti.
    Fakat bağra basılan Pan-Türki vizyon bir dizi nedenden dolayı asla ciddi olarak
    başarılamadı. Birincisi, Türkiye, çoğunluğu Türk olan yeni cumhuriyetlerin gelişmesinde ve
    finanse edilmesinde ciddi rol oynayabilecek ekonomik ağırlık ve altyapıdan yoksundu.
    İkincisi, taktiksel ve psikolojik olarak, Türkiye başlangıçta biraz küçümser biçimde bu
    cumhuriyetlere karşı yeni bir “büyük birader” gibi davrandı, aslında bu cumhuriyetler bâzı
    açılardan Türkiye’den daha gelişmişti. Son olarak üçüncüsü, bu yeni devletlerin otokratik
    liderlerinin olağanüstü huysuz, paranoyak ve güvenilmez olduğu ortaya çıktı. Meselâ
    Özbekistan’ın İslam Kerimov’u, en küçük bir iç muhalefet belirtisine kafasını özellikle takmış
    durumdadır; hâttâ Türkiye’yi kendisini devirmek için hem lâik, hem de İslamcı güçleri
    desteklemekle suçlamış, bu durum iki ülkenin eğitim alanında sâhip olduğu yakın ilişkileri
    koparmış ve Türkiye’deki bütün Özbek öğrencilerin geri çağrılmasıyla sonuçlanmıştır.
    Washington da başlangıçta, özellikle de 11 Eylül’den sonra Terörizmle Küresel Savaş
    için kumanda ettiği geniş işbirliği çağrısı sırasında, Rusya’nın kaybı pahasına Orta Asya’da
    ciddi stratejik kazanımlar elde etmiştir; o koşullar altında Moskova, Washington’un bölgede
    edindiği yeni stratejik tutunma noktasına isteksizce boyun eğmiştir. Fakat Washington’un
    Rusya’yı eski Sovyetler Briliği’nin güney bölgelerinden kalıcı olarak çıkarma kararlılığı,
    Moskova’nın sert tepkisini çekti.
    www.altinicizdiklerim.com 32
    Orta Asya liderlerinin otokratik tabiatı da, özellikle söz konusu liderler
    Washington’un, öteki şeyler yanında, Moskova’nın etkisini zayıflatabilmek için tasarlanan
    demokratikleşme kampanyalarıyla kendi ülkelerini de istikrarsızlaştırabileceğinden
    korktukları için, giderek daha fazla biçimde Orta Asya ülkelerini Rus yörüngesinde tutma
    çabasındaki Moskova’nın işini kolaylaştırdı.
    Orta Asyalı Türki cumhuriyetlerle ilişkilerinin soğumasıyla Türkiye de farkına vardı
    ki Rusya ile kuracağı ekonomik ve stratejik ilişkilerden edineceği kazanç, Bağımsız Devletler
    Topluluğu (BDT) üyesi, küçük, bağımsızlığına yeni kavuşmuş cumhuriyetlerle kuracağı,
    çabucak elden kaçabilecek herhangi bir ilişkiden elde edeceği kazancı kat kat aşıyordu.
    Sorunun özü Orta Asya cumhuriyetlerinin yönelim ve karakterlerinin netleşmemiş
    doğasında yatmaktadır. Fakat demokratikleşme ile birlikte Pan-Türki kimlikler büyüyebilir.
    Şayet günün birinde bu eski Sovyet cumhuriyetlerine daha demokratik bir yönetişim hâkim
    olursa, Ankara ile ilişkileri de muhtemelen iyileşecektir.
    Her ne kadar Moskova, Washington’a ve hâttâ Avrupa Birliği’ne hiçbir zaman tam bir
    alternatif olamasa da, Türkiye’nin yeni ve giderek karmaşıklaşan dış politika yapısında hızla
    güçlü bir doğuya dönük sütun sağlamaktadır.
    Kafkaslar
    Türkiye’nin genel olarak Kafkaslar ve Orta Asya ile ilişkilerinde en büyük gücü,
    okullar ve üniversiteler kurması, askeri personele talim ve üniversite eğitimi sağlaması, yeni
    enerji boru hatları inşa etmesi ve bölgeye Türkiye’ye dair yakın bir farkındalık ve Anadolu
    Türkçesiyle ilgili bilgi getirmiş olmasıdır. Meselâ Türk Avrasya TV, uydu aracılığıyla
    Kafkaslar ve Orta Asya’da yayın yapmakta, Türkiye ile ilgili bilginin bölgede yayılmasına
    büyük katkı sağlamaktadır, buna Anadolu Türkçesine aşinalık kazanmak da dahildir. Bugün
    artık Türk ziyaretçiler, seyahat, okul ve/veya medya kanalıyla öğrenilmiş Anadolu Türkçesini
    konuşan, çok iyi konuşamasa da en azından anlayan kişilerle daha sık karşılaşmaktadır.
    Azerbaycan
    Türkiye’nin Kafkaslar’daki en önemli ilişkisi Azerbaycan iledir. Nüfusunun
    çoğunluğunun Şii olmasına rağmen ülke dil ve kültür açısından Türkiye’ye çok yakındır. İki
    ülke, 1990’ların başlarında Pan-Türkçü zihniyetli Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey zamanında
    doruğa çıkmış ve 1992’de Elçibey’in devrilmesine kadar sürmüş, aşırı coşkulu bir Pan-Türkçü
    aşamadan geçmiştir. O zamandan sonra Türkiye-Azerbaycan ilişkisinin özü, kültürel alandan
    ekonomik alana-özellikle enerji konusuna ve iki ülkeyi ayrılmaz biçimde birbirine bağlayan
    Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına-kaymıştır.
    Azerbaycan’da Türkiye’nin rolü, aynı şekilde askeri alanda da önemlidir. Ferit
    İsmailzade bu konuda “Türk askeri uzmanları Azeri subayları hem Bakü’de hem de
    Türkiye’de eğitmişler, modern bir ordu yapısının geliştirilmesi konusunda askeri uzmanlık
    sağlamışlardır. Yüzlerce Azeri subay Türk askeri okullarından mezun olmuş ve 1999’dan
    itibaren Azeri askerler, Türk kumandası altında Kosova ve Afganistan’da barış gücü
    görevlerine katılmışlardır” diye yazmaktadır.
    Batılı altyapı yatırımlarından kısmen doğrudan istifade eden Türk müteahhitleri de bu
    ülkede bir hayli aktif durumdadırlar.
    Bakü düzenli ve kalabalık uçuşlar yoluyla birçok Türk şehriyle bağlantı halindedir.
    Eğitimli Azerilerin çoğu bugün gayet iyi bir Anadolu Türkçesi konuşmakta ve Türk
    elektronik ve basılı medyasına kolayca erişmenin tadını çıkarmaktadır. Hassas bir alan olan
    Türk-Ermeni-Azeri ilişkilerinde, Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkilerine dayalı politika çabası,
    Ermenistan’la ilişkilerin geliştirilmesi arayışına kadar uzanmıştır. Ancak ihtilaflı Dağlık
    Karabağ bölgesi için Azerbaycan ile Ermenistan arasında yapılan savaştan Ermenistan’ın
    galip çıkması, Ankara ile Bakü’nün ihtilafa konu Azeri topraklarını işgali nedeniyle Erivan’a
    karşı ticaret ambargosu uygulamasına sebep olmuştur.
    www.altinicizdiklerim.com 33
    Bu sürtüşmeye rağmen, Türkiye ile Ermenistan arasında kayda değer bir gri ticaret
    cereyan etmekte, havayolu iki ülkeyi birbirine bağlamaktadır.
    Ancak Birleşik Devletler’deki ve Avrupa’daki kalabalık Ermeni diyasporası,
    Washington’un Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde Ermeni soykırımı işlendiği
    gerekçesiyle Türkiye’yi kınayan parlamento kararı alması için gece gündüz çalışmaktadır; bu
    baskılar ise sâdece Erivan ile Ankara arasında iki tarafın da arzu ettiği yakınlaşmayı
    zorlaştırmaya yaramaktadır.
    Gürcistan
    Türkiye, Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından Gürcistan’ın bağımsızlığına
    kavuşmasına çok sevinmiş, iki ülke arasında hızla sıcak ilişkiler kurulmuştur. Yine de
    beklentilerin aksine, Türkiye’nin Türki bir ülke olmayan Gürcistan’la ticareti, görece ılımlı
    düzeylerde kalmıştır.
    2002 yılında Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan arasında, Tiflis yakınlarında bulunan
    Marneuli hava üssünün modernizasyonu konusunda Türkiye’nin yardımını da içeren bir
    bölgesel güvenlik anlaşması imzalanmıştır. Türkiye, Azerbaycan’da olduğu gibi, Gürcistan’da
    da Birleşik Askeri Akademi’nin kurulmasına ve personel yönünden donanımına yardım
    etmiştir.
    Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını korumak için Ankara’nın Gürcistan ve Azerbaycan
    ile işbirliğine gitmesiyle birlikte, Moskova dışarı atılmış olmaktadır. Moskova’nın
    desteklediği, Gürcistan’ın Abhazya bölgesindeki ayrılıkçılık sorunu yüzünden Türkiye kısmen
    Tiflis ile Moskova arasında kalmıştır.
    Her ne kadar Batı, Gürcistan’ın NATO’ya girişinin kolaylaştırılması bağlamında
    Türkiye’nin anahtar bir rol oynamasını arzu etse de Türkiye, Moskova’yı kendisinden daha da
    uzaklaştırmaktan çekinmiş ve ayrılıkçı Abaza meselesinde Tiflis’in arzu ettiğinden daha
    tarafsız bir tutum sergilemiştir.
    Orta Asya
    Eski Sovyetler Birliği’nin beş Orta Asya cumhuriyetinden dördü, etnik olarak Türk
    kökenlidir: Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan. Genelde AKP, Orta
    Asya’ya kendisinden önceki İslamcı Refah Partisi’nden çok daha fazla ilgi göstermektedir.
    Bunun bir nedeni, daha önceleri milliyetçi görüşe sâhip MHP’nin güçlü olduğu İç Anadolu
    bölgesinden AKP’nin büyük bir seçmen desteği almış olmasıdır; milliyetçiler Türkiye’nin
    Orta Asya ile yakın ilişkiler kurmasını hararetle desteklemektedirler.
    Türkmenistan
    Türkmenistan ile Türkiye’nin ilişkileri büyük oranda potansiyel enerji bağlarına
    dayalıdır. Avrupa’ya Türkmen gazı taşıyacak boru hatlarının geleceğinin ne olacağı bugün altı
    güç arasında yoğun rekabet konusudur: Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği,
    İran, Türkiye ve Çin. Bu devletlerin belli başlı jeopolitik çıkarları, bu senaryolardan her
    birinin sonucuna büyük oranda bağlıdır. Türkiye en az kaybedecek olan ülke konumundadır.
    Ankara aynı zamanda Aşkabat’ta bir askeri akademi de inşa etmiş ve personel ile
    donatmıştır.
    2006 sonlarında Niyazov’un ölümü ve iktidarın Gurbanguli Berdimuhamedov rejimi
    tarafından devralınmasıyla, Türkmenistan’ın dış dünya ile ilişkilerinin daha rasyonel hale
    gelmeye başladığı yönünde bâzı işaretler mevcut olduğundan Türkiye’nin bu ülkeyle
    ilişkilerinin de iyileşmesi beklenir.
    Özbekistan
    Türkiye’nin Özbekistan ile bağları da İslam Kerimov’un güvenlik paranoyası
    yüzünden benzer şekilde kısıtlı düzeyde kalmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından
    Orta Asya ile ilgili Türk heveslerinin ortaya çıkmasıyla Kerimov, kendisini Orta Asya’nın
    liderliği ihtirasına kaptırınca, Türkiye’yi potansiyel bir rakip olarak gördü.
    www.altinicizdiklerim.com 34
    Dahası, Türkiye’ye gönderilen çok sayıda Özbek öğrenci demokratik değerlerden
    etkilendi ve bunların çoğu Kerimov rejimine karşı tavır aldı. Özbekistan’da ayrıca çoğunluğu
    Fethullah Gülen hareketi ile irtibatlı birçok okul da açılmıştı. Daha önce de belirtildiği gibi
    Kerimov, sonradan Türkiye’yi kendisine komplo düzenlemekle suçladı, gönderdiği
    öğrencileri geri çağırdı ve Türk okullarını da ülkeden dışarı çıkardı.
    Fakat 2006’dan itibaren ABD-Özbek ilişkilerinin gerilemesi ve Türkiye ile ilişkilerin
    de soğumasıyla, Kerimov bir kere daha güvenlik bağımlılığını Moskova’ya doğru
    yönlendirmeye başlamıştır.
    Kazakistan
    Bütün Orta Asya cumhuriyetleri içinde, Türkiye’nin en büyük karşılıklı ticareti
    Kazakistan’ladır ve 2004 yılında 797.8 milyon dolara ulaşmıştır. Her ne kadar 2006 yılında
    Türkiye, Kazakistan ve Azerbaycan arasında Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına iletmek üzere
    Hazar Denizi’nden petrol geçirme görüşmeleri yapılmışsa da, daha sonra, 2007 yılında
    Kazakistan’ın enerjisini sâdece Rusya üzerinden ihraç edeceğini taahhüt etmesiyle bu plân
    çökmüştür. Eğitim alanında ise Türkiye, Şimkent’teki Kazak-Türk Üniversitesi’ni kurmuştur.
    Kırgızistan
    Türkiye’nin Orta Asya’daki belki de en samimi ilişkisi, Kırgızistan’la kurduğu
    ilişkidir. Türkiye bu ülkede oldukça popüler ve rekabetçi birçok lise açmış, ayrıca
    Kırgızistan’a askeri eğitim de sağlamıştır. Bu arada öğretimin bedava olduğu Kırgız-Türk
    Manas Üniversitesi’ni de kurmuştur. Buna ek olarak, bugün Türkiye’nin çeşitli
    üniversitelerinde okuyan binden fazla Kırgız öğrenci bulunmaktadır.
    Çin
    Rusya’dan sonra, Türkiye’nin önemli ve büyüyen bir ilişki kurduğu ikinci büyük güç
    Çin’dir. Çeşitli yollarla hızla gelişen bu ilişkide, tek sürtüşme kaynağı, Çin’in batı bölgesi
    Sincan’da yaşayan on milyon Uygur Türkü’nün baskı altında olmasıdır.
    Türkiye’deki Türk milliyetçileri uzun zamandır Uygurların kaderinden endişe
    duymaktadırlar. Çeşitli Türk hükümetleri de bir yanda Çin ile iyi ilişkiler kurma arzusu, öte
    yanda Sincan’daki Türki kardeşleriyle ilgili endişeler arasında hırpalanmışlardır. Sonunda
    çoğu hükümet, Rusya ile olan ilişkilerinde yaptıkları hesaba paralel biçimde, üzülerek de olsa
    Uygur davasından vazgeçme pahasına Çin’le iyi ilişkiler kurmayı tercih etmiştir. Burum,
    jeopolitik vizyonunu giderek daha çok doğuya çeviren AKP için daha da doğrudur.
    Rusya gibi, Pekin de Türkiye’nin AB üyeliği çabalarında başarılı olması umudunu dile
    getirmiştir. Stratejik terimlerle ifâde edilirse Çin, Avrasya devletleri, özellikle de Türkiye
    üzerinde ABD’nin stratejik etkisinin azalmasını hiç tartışmasız şekilde arzu etmektedir.
    Bu arada Türkiye, anti-ABD stratejik pozisyonu benimsemiş önemli bir Rusya-ÇinOrta Asya bloku olan Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılmak istemektedir. Çin bugün
    Türkiye’nin giderek farklılaşan dış politikasında Rusya’nın yanı sıra yeni ve önemli bir başka
    stratejik sütunu temsil etmektedir.
    Balkan Müslümanları
    1990’ların başındaki Bosna krizi, üç kritik noktadan ötürü Türkiye için hâlâ önemini
    korumaktadır: Birincisi, Türkiye Balkanlarda bir Müslüman azınlığa de facto destek vermiştir;
    ikincisi, kriz başlarda Türklerin Batı ve ABD politikalarından, kurumlarından, Türk
    beklentilerini veya gereksinimlerini karşılamayan “çözümler”den dolayı hayal kırıklığı
    yaşamasına sebep olmuştur; ve nihayet üçüncüsü, Türkiye’de hükümetin Batılı politikalara
    karşı zayıf ve ihtiyatlı itaatine karşı iç siyasî yelpazenin her kanadından güçlü bir tepkinin
    yükselmesine sebebiyet vermiştir.
    Son tahlilde realite şudur ki Balkan Müslümanları, Balkan Hıristiyan güçlerine karşı
    kendilerinin tarihsel Müslüman koruyucuları olarak uzun zamandır Türkiye’ye bakmışlardır
    ve bakmaya da devam etmektedirler.
    www.altinicizdiklerim.com 35
    Bu durum bugünkü seküler Türkiye için ne kadar uygunsuz olursa olsun, geçmişin
    reddedilemez dinî mirasını göstermektedir. Türkiye’de Osmanlı zamanından kalma geniş bir
    Bosnalı (Boşnak) ve Kosovalı topluluk mevcuttur, bu grup Bosna ve Kosova davasına doğal
    olarak sempatik bakmakta, böylece Türkiye’nin Balkan politikalarına dahili bir unsur
    eklemektedir.
    Sonuç
    Uzun, tarafgir, zorlu bir dönem olan Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin başarısızlığı
    dikkate alınınca, Türkiye bilinçli olarak Avrasya ve Orta Doğu’ya yönelik alternatif bir
    jeostratejik strateji geliştirmektedir.
    Her ne kadar Türkiye Avrupa ve Birleşik Devletler ile olan önemli ekonomik ve
    stratejik bağlarını hiçbir zaman kesmeyecekse de, bugün kendi stratejik yönelimini
    çeşitlendirmeye imkân verecek anlamlı alternatiflere sahiptir. Bu gerçeklikler, Türkiye’deki
    bütün bir siyaset camiası için apaçık olup, yalnızca AKP düşüncesinin ürünü değildir.
    Türkiye ve Avrupa
    Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde, 1.3 milyonu bulundukları ülkenin vatandaşı olmak
    üzere, toplam 3.8 milyon Türk yaşamaktadır. Bunların ezici bir çoğunluğu Almanya’da
    bulunmakta (2.6 milyon), bu ülkeyi Fransa (370.000), Hollanda (270.000) Avusturya
    (200.000), Belçika (110.000) ve İngiltere (70.000) izlemektedir. Geri kalanların çoğu
    Danimarka ve İsveç’tedir.
    Bugün, Terörizmle Küresel Savaş ve terörist faaliyetlerin Orta Doğu’nun ötesine
    yayılması ile birlikte, Avrupa’ya Müslüman göçü konusundaki endişeler sürekli artmaktadır.
    Müslümanlar arasında, özellikle de göçmen Müslümanlar arasında-etnik veya ulusal
    kimlikten ayrı olarak-yeni bir “Müslüman kimliği” duygusunun yaygınlaşmasıyla bu durum
    daha da belirginlik kazanmaktadır.
    Realite şudur ki Türkler, “yabancı diyarlarda” (gurbette) kendi topluluklarını
    korumaya gayet iyi hizmet etmiş çeşitli ve sağlam lokal kurumlar ve bağlantılar
    oluşturmuşlardır.
    Avrupa’da yaşayan Türk kökenli bir sosyolog olan Ural Manço “Bu nüfus, yerel
    dernekler ve yerel camilerden Avrupa çapındaki federasyonlara varıncaya kadar gerçek
    anlamda bir göçmen teşkilatları ağı oluşturmak suretiyle, Türkiye’deki bütün sosyal, siyasal,
    dinî ve etnik bölünmelerin hepsini birden Avrupa’da yeniden yarattı” diye yazmaktadır.
    Avrupa’daki Türk göçmen teşkilatlarının belki de en büyüğü ve en iyi organize olanı
    İslamcı Millî Görüş hareketidir; bu hareket de, diğer birçok İslamcı hareket gibi, Avrupa’nın
    her yerinde sosyal, kültürel, dinî, eğitsel ve ticari hizmetler vermektedir. Millî Görüş’ün
    çeşitli Avrupa kentlerinde, uzun ömürlü Erbakan hareketiyle yakın ilişkisi olan yüzlerce
    şubesi olduğu belirtilmektedir.
    Açıktır ki Millî Görüş’ün fikirleri, Avrupalılar tarafından olumsuz karşılanmakta ve 11
    Eylül’den sonra, grubun kendisi de potansiyel bir güvenlik tehdidi olarak görülmekte,
    Avrupa’daki diğer birçok Müslüman teşkilat gibi bu gruba da kuşkuyla bakılmaktadır.
    Ancak Avrupa’daki genç nesil Türkler, giderek artan bir hızla hareketin görüşlerini
    paylaşmamaktadırlar, hareketin kendisi de evrilmekte ve ülkeden ülkeye ciddi farklılık
    göstermektedir.
    Millî Görüş her ne kadar Türk lâik düzeni tarafından açıkça aforoz edilmiş olsa da,
    şimdiye kadar bir şiddet eylemine karışmış veya bunu savunmuş görünmemektedir.
    Ne yazık ki Türklerin Avrupa Birliği’nde biraz olumsuz bir imajı vardır, herhangi bir
    sosyopatik davranışlarından dolayı değil, İslam’a ilişkin olumsuz Batılı imajı yansıttıkları
    veya yansıtır göründükleri için. Türkler başörtüsü veya namus cinayetleri yoluyla kadınlarına
    baskı yapan, dinî eğitim dışında eğitimle ilgilenmeyen ve sosyal refah programlarına bağımlı
    yaşayan insanlar olarak görülmektedirler.
    www.altinicizdiklerim.com 36
    Buna rağmen her yıl AB ülkelerinden 6 milyon dolayında turist Türkiye’yi ziyaret
    etmektedir, ki bu da Avrupa’dakilere kıyasla Türkiye’deki daha “gelişmiş” Türkler hakkında
    olumlu izlenimler yaratmakta ve Türkiye’nin Avrupa’daki yüzünün “normalleşmesi”ne
    yardım etmektedir.
    Her yeni nesille, Avrupa’da yaşayan Türkler giderek daha eğitimli, daha profesyonel
    yeteneklere sâhip ve Avrupalı hayata daha entegre olmuş hale gelmektedirler. Üstelik kendi
    paralel Türk kimliklerini büsbütün ortadan kaldırmayan, ama onu tamamlayan net bir
    Avrupalı kimliği geliştirmektedirler.
    Türk hükümeti Avrupa’daki Türk toplumunu desteklemeye bir hayli isteklidir, onları
    ilerde Türkiye’nin Avrupa’ya ve Avrupa Birliği’ne entegrasyonuna destek verecek sağlam
    pozitif sözcüleri, ekonomik ve entelektüel seçkinler topluluğunun çekirdeği olarak
    görmektedir.
    Her ne kadar 2007 itibariyle Türklerin Avrupa Birliği’ne hızlı bir şekilde girme
    olasılığı pek parlak görünmüyorsa da, zamanlar ve koşullar hızla değişebilir. Bundan bir on
    yıl kadar sonra, çok kültürlülüğün acımasız saldırısı altında ciddi bir kimlik krizini zâten
    yaşamış bir Avrupa’ya, Türkiye’nin üyeliği çok daha az göz korkutucu görünebilir.
    ABD Alman Marshall Fonu’nun Türkiye’de 2007 ortasında yaptığı bir araştırmada,
    Türkler arasında AB üyeliğine destek nüfusun yarısından aşağıya, yüzde 40 seviyesine
    düşmüştür. Oysa 2006’da bu destek yüzde 54 idi.
    Şayet Müslüman dünya ile ABD’nin askeri kapışmaları artar, terörizm Batı’da kayda
    değer oranda yükselir veya bütün bir Orta Doğu bölgesi daha derin bir kaosa sürüklenecek
    olursa, Türkiye’nin AB üyeliği başvurusu, Orta Doğu olaylarından ne kadar ilgisiz olursa
    olsun, tartışmasız biçimde bundan olumsuz etkilenecek ve Türkiye’yi ABD’ye doğru değil,
    ama Orta Doğu ve Avrasya alternatifine doğru daha da sürükleyecektir.
    Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri
    Türkiye’nin 1952’de NATO’ya kabulü, hiç kuşkusuz, bu ülkeyi Batı sistemine ve
    kurumsal yapılarına daha derinden dâhil eden, olağanüstü bir stratejik kazanımdır. Bu adımla
    Türkiye, fiilen tam bir “Batılı ülke” haline gelmiştir.
    En başta, 1958’de Bağdat Paktı’nın çökmesi, Türkiye için önemli problemleri
    beraberinde getirmişti, çünkü Bağdat Paktı’nın ardından kurulan CENTO’nun hiçbir Arap
    üyesi yoktu, sağladığı imkanlar zayıftı ve Arap dünyasındaki Sovyet yanlısı faaliyetler
    hakkında Türkiye’nin taşıdığı endişeleri gidermekten uzaktı. Daha önemlisi, Türkiye
    diplomatik olarak izole edilmişti. Örneğin, bu dönem boyunca hayati önem taşıyan Kıbrıs
    uyuşmazlığı konusunda Arap dünyası sürekli olarak, Müslüman Türkiye yerine Hıristiyan
    Yunanistan’a destek vermişti, ki bu, Ankara’nın sıkı biçimde Batı yanlısı safta yer almasının
    neden olduğu bedelin çarpıcı bir göstergesiydi.
    1963 Küba Füze Krizi Ankara’da, SSCB ile istenmedik bir savaşın içine sürüklenme
    potansiyeli konusunda ciddi derecede kaygı uyandırmıştır. Ankara için en sıkıntı verici
    olansa, Sovyetler’in Küba’daki füzelerini çekmesi karşılığında, Birleşik Devletler’in de
    Türkiye’deki Jüpiter füzelerini çekmeye istekli olmasıydı. Her ne kadar modası geçmiş şeyler
    olsa da, Jüpiter füzelerinin çekilmesinin Ankara için sembolik bir anlamı vardı: Türkiye’ye
    danışılmadan füzelerin çekilmesi, bir büyük güç olarak Washington’un çıkarlarının Türk millî
    çıkarlarının nasıl üstüne çıkabileceğinin ve nitekim çıktığının göstergesi olmuştu. Bu olay
    Ankara’da ciddi bir şoka sebep olmuş ve bir dereceye kadar ittifakın niteliğinin ve ülkenin
    Birleşik Devletler’le ilişkisinin gözden geçirilmesine yol açmıştır.
    Ardından, 1964’te meydana gelen, kötü şöhreti ile ünlü “Johnson mektubu” olayı ve
    Kıbrıs konusundaki kriz, ABD ile ittifakın değeri konusunda yeni bâzı şüpheler ortaya
    çıkarmıştır. Mektupta ABD Başkanı Lyndon Johnson, şayet Kıbrıs konusunda uyguladığı
    politikalar Ankara’yı Yunanistan ve hâttâ SSCB ile çatışmaya sürükleyecek olursa, NATO
    desteğine güvenmemesi gerektiği konusunda Ankara’yı uyarmıştır.
    www.altinicizdiklerim.com 37
    Esasen, bu kriz Ankara ile Moskova arasında çarpıcı bir yeni yakınlaşma dönemini
    başlatmıştır, öyle ki 1970’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye, Sovyet Üçüncü Dünya
    yardımlarının en büyük alıcısı durumuna gelmiştir. Ayrıca, Moskova Kıbrıs konusunda
    Yunanistan yanlısı tutumundan büyük oranda uzaklaşmış ve Türkiye’ye daha sempatik
    yaklaşmaya başlamıştır.
    1972’de Türkiye, ABD’nin afyon üretiminin tamamen yasaklanması yönündeki
    baskılarından rahatsız olmuştur; Türkiye’nin önem taşıyan ilaç sanayisi için tamamen yasal ve
    denetlenen bir üretim süreci işliyordu ve bu, Türk hükümet bütçesinin bir gelir kaynağıydı.
    Ankara 1974’te Kıbrıslı Türklerin statüsünü korumak amacıyla Kıbrıs’ı işgal edince,
    Yunan lobisi ABD Kongresi’ni Ankara Atina ile uzlaşmaya râzı oluncaya kadar Türkiye’ye
    yönelik bütün ABD askeri malzeme satışlarını ve yardımını durdurmaya ikna etmiştir. ABD
    silâh ambargosu üç yıl boyunca devam etmiştir.
    Ne var ki, Türk-Sovyet ilişkilerinde 1970’lerde gözlenen yakınlık, Sovyetlerin
    1980’de Afganistan’ı işgal etmesiyle bozulmuştur.
    Amerika Birleşik Devletleri bu dönemde Türkiye’ye yardımı arttırmış, üslerini de
    yeniden normal düzeyde kullanmaya başlamıştır; Türkiye’ye yönelik ABD askeri yardımı
    1984’te 715 milyon dolarla zirve yapmıştır.
    1991 Körfez Savaşı, ki Ankara için bir felakettir, Washington’la yeni bir sürtüşme
    dönemi başlatmış, bu süreç öteden beri Türk-Amerikan ilişkisinin altında yatan gerilim
    kaynaklarını hızla su yüzüne çıkarmıştır. Savaş, Ankara için bir Kürt mülteci krizi yaratmış ve
    Türkiye’yi çok büyük hayal kırıklığına uğratan bir olay olarak bugüne kadar genişleyip
    derinleşerek gelen, Irak Kürtlerinin de facto özerkliği sürecini başlatmıştır. Her ne kadar 1999
    yılında, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye tarafından takip edilerek Kenya’da gösterişli
    biçimde yakalanmasında Amerika Birleşik Devletleri bir hayli yardımcı olmuşsa da,
    Türkiye’de ABD’nin Kürtler hakkındaki niyetleri konusundaki kuşkular ortadan
    kalkmamıştır.
    İkili ilişkiler, 2003’te Türk parlamentosunun, Irak’ın işgali için Türk topraklarının
    Amerika Birleşik Devletleri tarafından kullanılmasına izin vermeyen kararıyla büyük bir şoka
    uğramıştır.
    Washington ile ilişkiler bozuldukça, Birleşik Devletler’deki yeni muhafazakâr basın
    “Türkiye’yi kim kaybetti?” sorusunu soran bir dizi makale yayımlayarak, duygusal bir antiAmerikan çılgınlığı olarak gördükleri bu durumdan Türkiye ve AKP’yi suçlamışlardır.
    Örneğin 2004 yılında, Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri’nden bir timin, Kürt aktivistlere karşı
    bir suikast peşinde olduğu kuşkusuyla, ABD Özel Kuvvetleri tarafından tutuklanıp kötü
    muamele görmesi, Türk milliyetçi öfkesinde bir patlamaya yol açmıştır.
    Bunun sonucu olarak, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkileri bütün
    zamanların en düşük seviyesine doğru yol almıştır.
    Alman Marshall Fonu tarafından 2004’te Türkiye’de yapılan bir kamuoyu araştırması,
    her üç Türk’ten birinin Irak’ta ABD işgal güçlerine karşı girişilen suikast saldırılarını haklı
    bulduğu ve halkın yüzde 67’sinin Bush yönetimine karşı olumsuz düşündüğü-ki bu, araştırma
    yapılan Batılı ülkeler içinde en yüksek orandır-sonucuna ulaşmıştır.
    2006 yazında, Pew Research araştırması da benzer şekilde Türklerin yalnızca yüzde
    12’sinin, ABD politikalarını onayladığını göstermiştir; 2007 ortalarında yapılan ikinci bir
    araştırma Türklerin yalnızca yüzde 9’unun Amerika Birleşik Devletleri hakkında olumlu bir
    görüşe sâhip olduğunu göstermiştir ki, Filistinlilerde bile bu oran yüzde 13’tür.
    Sonuç olarak, birçok Türk milliyetçisi İslamcı köklerden gelen AKP’yi, ironik
    biçimde, ABD iktidarının bir aracı olarak algılamaktadır.
    Dahası, çok sayıda Türk, aynı zamanda ABD’nin Kürtlere ve hâttâ PKK’ya destek
    sağlamak suretiyle Türkiye’yi zayıflatmaya çalıştığına inanmaktadır.
    www.altinicizdiklerim.com 38
    Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’da, en azından prensipte, teorik
    olarak paylaştıkları ortak çıkarlar acaba nelerdir? Şunlar sayılabilir:
  • Merkezi bir yönetim altında toplanmış, barış içinde bir Irak;
  • Militan olmayan, nükleer gücü olmayan bir İran;
  • Arap-İsrail uyuşmazlığının sona ermesi;
  • Özellikle Türkiye’yi etkilediği için, bölgede terörizmin sona ermesi;
  • Radikal İslam’ın gelişme ve yayılmasının sona ermesi;
  • İsrail ile iyi ilişkilerin devam ettirilmesi, özellikle de ticari alanda;
  • Orta Doğu’da geniş kapsamlı istikrar sağlanması;
  • Türkiye’ye uzanan Hazar ve Orta Asya petrol boru hatlarının geliştirilerek,
    Türkiye’nin bir enerji dağıtım soketi haline getirilmesi;
  • Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin de facto
    bağımsızlıklarının korunması.
    Terörizmin Temel Kaynakları Nelerdir?
    Türkiye kendisini geçmişte en azından dört ayrı türde terörizmin kurbanı olmuş
    görmektedir: Marksist-Leninist terör; aşırı sağ milliyetçi terör (ülkücüler); etnik Kürt solayrılıkçı terör (PKK) ve radikal İslamcı terör.
    Türkiye’de İslamcı terörizm, son tahlilde siyasal veya toplumsal bir sorun değil, büyük
    ölçüde kolluk bir sorundur, bu yüzden de, yönetilebilir bir meseledir. Öteki Müslüman
    ülkelerin büyük çoğunluğu içinse aynı şey söylenemez.
    Ağustos 2005’te yapılan bir kamuoyu yoklaması Orta Doğu’daki terörizmle alakalı
    sorunlar konusunda ilginç bir Türk yaklaşımı açığa çıkarmıştır: Katılımcıların yüzde 91’ine
    göre Usame bin Ladin bir teröristtir; yüzde 75’ine göre el-Kaide Müslümanları temsil
    etmemektedir; yüzde 86’sı ise 11 Eylül saldırılarını hoş görmemektedir.
    Küresel terörizmin yayılmasına dünyada hangi aktörün öncülük ettiği sorulduğunda,
    yüzde 54’ü George W. Bush’un, yüzde 22’si Ariel Şaron’un adını verirken, sâdece yüzde
    17’si bin Ladin’in adını vermiştir.
    Türkiye, Kürt gerillalarının esasen “bir Kürt denizinde yüzdükleri” Kürt milliyetçisi
    PKK şiddetine son verme konusunda son derece kararlıdır. Ankara bütün devletlerden
    PKK’nın-özellikle Avrupa’dakileri olmak üzere-bütün siyasî ve medya faaliyetlerini
    kısıtlamasını istemekte, Washington’dan da Kuzey Irak’taki her türlü PKK varlığına karşı
    harekete geçmesini beklemektedir.
    Ankara belirli bâzı konularda Washington politikalarından hiç hoşnut değildir
    ve şunlara inanmaktadır:
  • Irak’taki savaş, bölgedeki Türk çıkarlarına zarar vermekte, Kürtleri bağımsızlık
    yönünde teşvik etmekte, ülkenin parçalanma sürecini hızlandırmakta ve nihayet tüm bölgeye
    yayılan yeni bir radikal İslamcı terörizm merkezi yaratmaktadır;
  • Washington Irak’ta PKK sorununu çözmek için ciddi ölçüde gayret sarf etmektedir;
  • İran’a yönelik ABD politikaları, Türkiye’nin İran enerji arzına erişimini büyük
    ölçüde karmaşık hale getirmekte, sâdece İran milliyetçilğini ve Batı’ya karşı direniş ruhunu
    yoğunlaştırmaya hizmet etmekte ve oradaki şahinleri güçlendirmektedir;
  • Washington Türkiye’ye yeterince saygılı davranmamakta, Türkiye’nin kendi
    güvenliği ve çıkarları üzerinde büyük etkisi olacak başlıca stratejik ve askeri eylemler
    konusunda Türkiye’ye ciddi olarak danışmamaktadır;
  • Washington’un İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek politikaları, sürekli olarak
    Filistin sorununu içinden çıkılmaz hale getirmekte.
    Sonuç olarak, AKP’nin Washington ile ilişkisi yoğun karmaşık duygular içermektedir.
    AKP, bir yandan daha bağımsız bir Türk dış politikası ve geniş anlamda iyi komşuluk
    politikasından yanadır.
    www.altinicizdiklerim.com 39
    Öte yandan ise AKP içinde birçok kişi, Washington ile arasındaki nazik ilişkilerin
    korunmasının, Türk ordusu tarafından iktidardan uzaklaştırılmasına karşı, AKP’nin temel
    sigorta politikası olduğuna inanmaktadır-yâni, Washington’un, harekete geçmesi için orduya
    yeşil ışık yakmasını engellemek istemektedir.
    İronik biçimde AKP, kendisine “Amerikan Partisi” etiketi yapıştıran milliyetçi hareket
    tarafından, CIA marifetiyle dümeni Türkiye’ye çevirerek, bölgede “ılımlı İslam’ın yayılma
    stratejisinin parçası olmak gibi cidden ağır bir saldırıya maruz kalmıştır. Her ne kadar “ılımlı
    İslam” terimi, askerleri İslamcı tehlikenin örtbas edilmesi olarak çileden çıkarsa da,
    muhtemelen bugün AKP Washington’a karşı Türkiye’deki diğer siyasî unsurların çoğundan
    daha ılımlıdır.
    Her halükarda, çoklu yeni bölgesel ve küresel faktörler Ankara’nın bütün ilişkilerindeözellikle de Washington’la olan ilişkilerinde-ciddi bir değişime kapı aralamakta,
    Washington’un giderek daha fazla rahatsız olacağı ama bu konuda pek de fazla bir şey
    yapamayacağı, yeni bir Türk stratejik hesabı ortaya çıkmaktadır.
    Kısım III
    Türkiye’nin Gelecek Yörüngesi
    Türkiye’nin Geleceğiyle İlgili Dış Politika Senaryoları
    Ankara, gelecekte bir noktada muhtemelen şu üç kuşatıcı dış politika alternatifinden
    birini seçecektir:
  • Başlıca önceliği Amerika Birleşik Devletleri ile olan jeopolitik ilişkisine vereceği,
    Washington-merkezli bir dış politika,
  • AB üyeliğinin önceliğine dayanan Avrupa-merkezli bir dış politika,
  • Bakış ve eylem bağımsızlığını vurgulayan, öteki güçleri de içeren geniş bir
    yelpazede işbirliği ve stratejik etkileşimleri dengeleyen ve de güçlü bir Avrupa ve Orta Doğu
    bağı olan Ankara-merkezli bir dış politika.
    Washington-Merkezli Bir Politika
    Aşağı yukarı altmış yıldır birçok faktör, Türkiye’yi Washington-merkezli bir dış
    politikaya yöneltmiştir: Sovyet tehdidi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın genel
    zayıflığı, ABD’nin dünya hakimiyeti gerçeği, Avrupa’nın emperyal kamburuna kıyasla
    Washington’un tarihi kamburunun nispeten az olması ve Türkiye’nin Doğu ve Güney ile ciddi
    bir ekonomik bağının olmaması.
    Ancak bugün çok şey değişmiş durumdadır:
  • Sovyetler Birliği maziye karışmıştır, Türkiye artık Rusya ile önemli bir yeni ilişki
    geliştirmektedir.
  • Bölgedeki ABD müdahaleciliği, bugün Türkiye’nin seçeneklerini nahoş derecede
    sıkıştırmaktadır.
  • ABD bölgesel politikaları ve çıkarları giderek Türkiye’ninkilerden ayrışmaktadır.
  • Diğerlerinin yanı sıra Rusya ve Çin, ABD tek-kutupluluğuna ve algılanan
    hegemonik emellerine karşı alternatif bir güç dengesi yaratmak üzere harekete geçmiştir.
  • Herkesle iyi komşuluk ilişkileri hedefleyen uzun dönemli stratejik kaymasının sonucu
    olarak, Türkiye’nin artık bölgede bir “düşmanı” yoktur.
    Bu önemli kaymalara rağmen, gelecek Türk dış politikası için Washington-merkezli
    bir yönelim hâlâ mümkün görünmektedir. Ancak böyle bir yönelimin devam edebilmesi
    aşağıdaki faktörlerden birçoğunun var olmasını gerektirmektedir:
    *Türkiye’ye karşı yeni ve önemli bir bölgesel güvenlik tehdidinin yükselmesi,
    *Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa Birliği tarafından açıkça reddedilmesi, AB’nin
    öngördüğü koşulların yerine getirilmesi sürecinde Türkiye’nin Avrupa’dan ciddi biçimde
    dışlanması veya, pek muhtemel olmasa da, AB projesinin tümden çökmesi,
    www.altinicizdiklerim.com 40
    *Türkiye’nin, askeri modernizasyon konusunda kendisine yardım etmesi için ABD’ye
    yönelmesi-özellikle de cazip başka bir askeri malzeme tedarikçisinin olmaması halinde.
    *Şu noktalarda ısrar eden ılımlı Kemalist bir düşüncenin yeniden dirilmesi: (1) Türk
    güvenliğinin başlıca doğal dayanağı olarak Washington ile yakın bağlar kurulması, (2)
    Savunmacı bir güvenlik temeli dışında Türkiye’nin Orta Doğu’nun işlerine ciddi düzeyde
    karışmasına ilişkin yeni bir ideolojik ret. Böyle bir senaryoya Türkiye’deki İslamcı siyasî
    kazanımların ordu tarafından bastırılması eşlik edebilir. Aşırı İslamcı siyasî ilerleme, İslamcı
    politikaların ciddi biçimde başarısız olması veya bölgede saldırgan İslamcı rejimlerin ortaya
    çıkması, böyle bir duruma neden olabilir.
    Avrupa-Merkezli Bir Politika
    Türkiye’de esas itibariyle yönünü Avrupa’ya doğru çevirmiş yeni bir stratejik
    yönelim, aşağıdaki koşulların çoğunun mevcut olmasını gerektirecektir:
  • Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonu doğrultusundaki tedrici ilerlemenin
    devam etmesi.
  • Üyeliğin elde edilmeye değer bir ödül olması için, Avrupa Birliği’nin genel olarak
    başarılı gözüken evrimini sürdürmesi.
  • Türk siyasetinde AB karşıtı güçlerin ciddi biçimde zayıflaması.
  • Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin yüksek düzeyli ekonomik ve askeri ihtiyaçlarını
    karşılayabilmesi.
  • Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin Orta Doğu’da aktif rol oynamasını memnuniyetle
    karşılaması.
    Her ne kadar Türk ilgisinin sağlam şekilde Avrupa’ya doğru kayması, Washington ile
    belirli alanlarda iyi ilişkiler kurulmasını dışlamasa da, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile sağlam
    bir ilişki içinde olması durumunda Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkiler arka koltuğa
    râzı olmak durumunda kalacaktır.
    Esasen halihazırda Türkiye, ekonomik anlamda Avrupa ile zâten derin şekilde irtibatlı
    durumdadır. Örneğin 2004 yılında Türkiye’nin en büyük altı ihracat ortağından beşi AB
    üyesiydi; ABD yüzde 7.7’lik payı ile üçüncü sırada yer alıyordu.
    Dolayısıyla birçok ekonomik trend, zâten Türkiye’yi Avrupa-merkezli bir politikaya
    doğru götürmektedir.
    Ancak Hill ve Taşpınar’ın belirttiği gibi “İlginçtir ki, Türkiye içinde aynı zamanda AB
    karşıtı bir siyasî ve ekonomik lobi de bulunmaktadır ve bu lobi, Rusya ile gelişen ticarete
    bakarak, Türk ekonomisinin bütün ticaret politikasını AB ile mevcut gümrük birliğine
    endekslemek yerine, Rusya, İran, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle serbest ticarete gitmesinin
    daha iyi olacağını ileri sürmektedir.”
    Türkiye’nin AB üyeliği hedefinin şu andaki seyri yavaş, inişli-çıkışlı ve endişe
    vericidir; Türkiye bir ayak diremeyle karşı karşıyadır ve Fransa örneğinde görüldüğü gibi,
    üyeliğine açıkça karşı çıkılmaktadır; bütün bunlar da Türkiye’de AB karşıtı bir tepki
    doğurmaktadır.
    Ankara-Merkezli Bir Politika
    Ankara-merkezli bir yönelim, dış politikada kendine güvenen, maksimum bağımsızlık
    arayan, Doğuda ve Batıda, Kuzeyde ve Güneyde geniş bir dünya devletleri kümesiyle pozitif
    ve aktif ilişkiler geliştirilmesine dayalı yeni bir yaklaşımla nitelenebilir.
    Bağımsız bir Türk dış politikasının entelektüel ve kavramsal temelleri sistematik
    biçimde ancak son zamanlarda Türk bilim adamı ve AKP’nin dış politika başdanışmanı
    Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya konmuştur. Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramı,
    özellikle Türkiye’nin dış politikalarını çeşitlendirmeye gitmesi ve bütün devletlerle ilişkilerini
    derinleştirmesi gereği üzerinde odaklanmaktadır. Bu sayede Ankara’nın büyük güçlerin
    hegemonyasına karşı kırılganlığı da azalacaktır.
    www.altinicizdiklerim.com 41
    Davutoğlu’nun henüz (İngilizceye) tercüme edilmemiş Stratejik Derinlik: Türkiye’nin
    Uluslararası Konumu adlı eseri Türkiye’nin stratejik konumu hakkında belki de şu ana kadar
    yazılmış en sistematik, detaylı ve kapsamlı vizyondur.
    Davutoğlu’nu eleştirenler kendisini birçok konuda zayıf tarihsel okumalar yapmakla
    suçlamaktadırlar, ancak kitabın önemi, bir dünya tarihi olmasında değil; itici gücü ve geniş
    kapsamlı vizyonunda yatmaktadır.
    Birçokları, Türkiye’ye tarihteki yedi büyük dünya imparatorluğundan birinin mirasçısı
    olarak atıfta bulunduğu için, Davutoğlu’nun görüşünü “neo-Osmanlı” olarak betimlese de
    kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşan ve Türkiye’nin tarihsel bağlarını ve
    menfaatlerini Asya, Afrika ve Batı’ya uzatan, çok daha geniş bir vizyon barındırmaktadır.
    Davutoğlu, örneğin Asya gibi Türklerin tarih boyunca üzerinde yürüdükleri jeopolitik
    eksenlerin restore edilmesinden bahsetmektedir. Türkler, Doğu Asyalı/Orta Asyalı kökenleri
    ve oradaki Türki dünyanın varlığı nedeniyle geleneksel olarak o bölge ile derin ilişki içinde
    olmuşlardır.
    Davutoğlu Rusya ve Çin ile Türkiye arasındaki devletten devlete önemli ilişkilerin,
    Türkiye’nin bu zor durumdaki Müslüman azınlıklara yardım etmesiyle uyuşmadığının
    farkındadır, ancak bu, Türkiye’nin bir uzlaşma yolu bulması gereken sorunlardan biridir,
    özellikle söz konusu gruplarla olan tarihsel bağları dikkate alındığında.
    Davutoğlu’na göre, Rusya ve Çin yönetiminde Orta Asya bölgesinin güvenlik ve
    kalkınmasına çalışan Şangay İşbirliği Örgütü’ne üye olmaya çalışmak Türkiye’nin tamamen
    yararınadır. Davutoğlu’nun vizyonu aynı anda hem bağımsız, hem milliyetçi, hem İslami,
    hem Pan-Türkist, hem küresel, hem de Batılıdır; asıl mesele, söz konusu çeşitli ilgileri belirli
    politikalarla birbirine entegre etmektir.
    Davutoğlu’nun stratejik vizyonu hiç kuşkusuz mevcut AKP dış politikası üzerinde
    büyük etki yapmıştır, fakat AKP dışındaki düşünürlerden direniş görmektedir, ki bunlar
    arasında dış politikada benzer bir maksimum esneklik ve bağımsızlık isteyen Kemalistler ve
    solcular da vardır.
    Sedat Laçiner’in Stratejik Vizyonu
    Gazeteci, bilim adamı ve Ankara’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun
    direktörü olan Sedat Laçiner Orta Doğu’da bağımsız bir Türk dış politikası için alternatif bir
    gündem öne sürmüştür.
    Laçiner’e göre:
  • Türkiye stratejik ihtiyaçlarını karşılamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne,
    İngiltere’ye veya İsrail’e dayanamaz. Bu güçler sâdece bölgeyi karıştırmaktadırlar;
    Türkiye’nin sorunlarına gerçek çözümleri yoktur ve Türkiye’nin çıkarlarını zedelemektedirler.
    Sonuç olarak Türkiye, yalnız yürümelidir; Osmanlı geçmişi bunun için gereken donanımı
    sağlamaktadır.
  • Bölgede, sâdece hükümetler arasında değil, aynı zamanda Orta Doğu halkları
    arasında da iletişim ve diyalog genişletilmelidir; ki bu halkların görüşleri dünya liderleri
    tarafından pek duyulmamakta veya bilinmemektedir.
  • Türkiye kuraklık, sulama, tıbbi hizmetler, eğitim ve silahsızlanma gibi ortak sorunlar
    konusunda çalışan daha fazla sayıda ikili ve çok taraflı bölgesel organizasyon kurmalıdır.
    Gerçek anlamda bir “bölgesel zihniyet” beslenmelidir.
  • Türkiye bölgesel ekonomik entegrasyon için çalışmalıdır.
    Sonuç
    Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı yeni, daha bağımsız bir Türk politikası düşüncesi
    ve rasyoneli şimdiden epeyce yol almış durumdadır ve Türk toplumunun derinliklerine doğru
    nüfuz etmektedir. Dahası, bu tür bir politika izlenmesine ilgi gösteren taraf, yalnızca AKP
    değildir, bu ilgi Türk siyasî yelpazesinin öteki pek çok unsuru tarafından da paylaşılmaktadır.
    www.altinicizdiklerim.com 42
  • Kemalist sol, büyük güçlerin Türkiye ve bölge üzerindeki emellerine geleneksel
    olarak hayli kuşkuyla yaklaşmıştır. Tarihi Sevr Antlaşması’na kadar geri gitmekle birlikte,
    bugün de ABD niyetlerinden kuşku duymakta; mevcut ABD eylemlerinin Kürtleri ve
    İslamcıları güçlendirmek, Türkiye’yi zayıflatmak ve ABD’ye boyun eğdirmek üzere
    tasarlandığını düşünmektedir. Kemalist sol hâlâ ordu ile de bağları olan, önemli ve sesi çok
    çıkan bir ideolojik azınlığı temsil etmektedir.
  • Kemalist ana akım ise Amerika Birleşik Devletleri hakkında çok karmaşık duygular
    beslemektedir. Bir yandan ekonomi ve güvenlik bakımından Birleşik Devletler ile iyi ilişkiler
    içinde olma gereğinin farkındadır, ama diğer yandan ABD’nin kendi çıkarlarının ne olduğu ve
    ABD’nin gerektiğinde kendi çıkarları uğruna Türk çıkarlarını feda etmeye hazır olduğu
    konusunda bir yanılsama içinde değildir.
    Bu grup Washington’la mümkün olduğu ölçüde seçici işbirliğini koruyacak, ancak
    çıkarların ayrıştığına dair en küçük bir işarete karşı dahi ihtiyat halinde olacaktır. 11
    Eylül’den beri bizzat ABD politikaları tarafından büyük ölçüde ABD’ye mesafeli hale
    getirilen bu baskın elit grup içinde ABD’ye karşı fazla bir ideolojik duygusallık yoktur.
  • Türk ordusu güvenlik bakımından ABD’ye değer vermekte, bu ilişkinin pratik
    faydalarını tehlikeye atmak istememektedir, ancak ABD’nin niyetleri ve stratejik emelleri
    konusundaki genel Kemalist güvensizliği paylaşmaktadır.
    Her ne kadar ABD anahtar bir silâh tedarik kaynağı olarak önemli ise de, ordu aynı
    zamanda tehlikeli biçimde ABD’ye bağımlı kalmaktan kaçınmak için silâh kaynaklarını
    çeşitlendirmek istemektedir.
  • Türkiye’nin katı milliyetçileri, ABD niyetleri konusunda Kemalist solun kuşkularını
    hararetle paylaşmaktadırlar ve Milliyetçiler Irak’ta ABD rolüne karşı oldukça olumsuz bir
    tavır almakta ve Washington’un Türkiye’nin bağımsızlığını ve direniş gücünü kırmak için
    Kürtleri ve İslamcıları desteklediğine inanmaktadırlar.
    Milliyetçiler İslamcılardan hoşlanmasalar da, Batı’nın niyetlerinden kültürel açıdan
    hazzetmeme konusunda onlarla ortak yanları vardır.
    ABD ve AB’nin Türkiye’de demokratikleşme ve liberalleşmeye destek vermesi, Türk
    siyasetinde İslamcıların konumunu doğrudan sağlamlaştırmaktadır.
    Türkiye için birbirinden farklı Avrasya geleceklerine bakarken her üç grup da en
    azından Batı’ya güvenmeme noktasında ortaktırlar.
  • Milliyetçiler Avrasya’da Pan-Türki bağlara vurgu yapma eğilimindedirler, bundan
    dolayı da Rusya ve Çin’e karşı soğukturlar.
  • Ancak milliyetçilerin çoğu aynı zamanda gerek Osmanlı dönemi gerekse İslamöncesi dönem olsun Türkiye’nin geçmişteki büyüklüğüyle gurur duyma konusunda
    İslamcılarla paralel düşünür; çoğu kez-etnik açıdan Araplar ve Farslara yukardan baksalar
    bile-İslam’ı Türk kimliğinin önemli bir unsuru olarak görürler. Milliyetçi yönelim, dinî
    mülahazalardan ziyade esas itibariyle etnik mülahazalara dayalıdır.
  • Katı biçimde seküler milliyetçiler (“ulusalcılar”-MA) bir yandan Batı’ya
    güvenmezken aynı anda İslam’a karşı da derin bir güvensizlik besleme bakımından Kemalist
    kampa katılmaktadırlar. Osmanlı dönemine saygıları yoktur, bunun yerine İslam-öncesi Türk
    geçmişini bağırlarına basarlar. Sovyet sonrası dönemde Avrasyacı bir yönelimde Rusya’nın
    merkeziliği, sözü edilen bu laikçiler arasında, özellikle de orduda, en kuvvetli şekilde destek
    görme eğilimindedir.
  • İslamcılar Avrasya’ya bakmakta ama İslami bağların ve Orta Doğu unsurunun
    önemine vurgu yapmaktadırlar. İslamcıları Avrasyacı Türklere yaklaştıran şey, PanTürkizmden çok, İslamdır; ancak İslamcılar Türk tarih ve geleneğine ilişkin bir ulusal
    gururdan da yoksun değildirler.
    www.altinicizdiklerim.com 43
    Fethullah Gülen düşüncesinde bu önemli bir faktördür. Ilımlı İslamcılar önemli siyasî
    ilişkiler arasına Batı’yı kolaylıkla dâhil ederler, ancak Batı, kimlik ve yönelimlerinde merkezi
    bir yer işgal etmez; Batılı bağlar bir pragmatizm meselesi ve Türkiye’nin Batı kulübüne dâhil
    olmasını “sağladığı” için bir gurur vesilesidir.
    Kısaca, giderek daha bağımsız hale gelen bir Türk dış politikası Türkiye’de bugün en
    güçlü dinamiktir ve yerel, bölgesel ve küresel olaylar tarafından da geniş ölçüde
    desteklenmektedir.
    Sonuç: Washington Ne Yapabilir?
    Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne ve mevcut politikalarına karşı yaklaşımını
    ciddi biçimde değiştirebilmek için, muhtemelen ABD politikalarının çoğunun değişmesi
    gerekecektir. Özellikle de yüksek-etki doğuracak üç politika değişikliği söz konusudur ki
    bunlar derhal Ankara’nın dikkatini çekecektir:
  • Kısa dönemde, Kuzey Irak’taki PKK varlığını ortadan kaldıracak ve oradaki Kürt
    hükümetini bölgeyi PKK güçlerine kalıcı olarak kapatmaya zorlayacak kararlı bir ABD
    hamlesi, Türk-Amerikan sürtüşmesinin yakın ve duygusal kaynaklarından biri üzerinde
    önemli bir etki yapacaktır.
  • ABD, ilişkilerinin kötü olduğu ülkelerle irtibata geçmek suretiyle, başkalarına
    gözdağı vermekten ve ters tepen kapışmalara girmekten vazgeçmek suretiyle, İran’la formel
    diyaloga girmek ve Suriye ile ilişkileri iyileştirmek suretiyle, bölgedeki tansiyonu azaltmaya
    yönelirse, Ankara bu tür bir ABD girişimine olumlu tepki verecektir. Halihazırda, ne yazık ki
    Washington, İran ve Suriye ile ilgilenme bağlamında az sayıda havuç, çok sayıda sopa
    kullanmaktadır.
  • Ankara Filistin sorununa bir çözüm bulunmasına yönelik çabalara olumlu tepki
    verecektir, özellikle de haklı şikayetleri olan Filistinlilerin ve Müslümanların çoğunluğu
    tarafından adil olarak algılanacak bir çözüm arayışına.
    Washington’un bu politikalardan herhangi birini gerçekten değiştirmeye istekli olup
    olmadığı, açık bir sorudur. Değiştirmemeyi seçerse elde kalan tek seçenek, Türk kaygılarını
    izale edecek yollar keşfetmektir. Daha özelde, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Türkiye ile
    mevcut birlikteliklerinin değerini Ankara’yı fayda-maliyet dengesini yeniden hesaplamaya
    sevk edecek şekilde yükseltmesi gerekecektir.
    Amerikan ve Türk çıkarları aynı olmayabilir, ama Türk kaygılarının ciddiye alınması
    gerekir; sâdece nezaket olsun diye değil, Türkiye’nin gerçekten de söyleyebileceği ve katkıda
    bulunabileceği değerli şeyler olabileceği için.
    Sonuçta, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgesel meselelerde-kendine özgü, zemini
    sağlam, meşru ve de bölgede aktivist bir devlet olarak-Türkiye ile yakın temas halinde olmayı
    ihmal etmesi, çeşitli Arap devletlerine danışmayı ihmal etmesinden çok daha pahalıya mal
    olacaktır. Her ne kadar dost Arap idarecilerinin görüşleri, Washington’un kulağına, çoğu
    zaman dobra dobra söylenen Türk görüşlerinden daha hoş gelse de, söz konusu Arap
    idareciler çoğu kez ürkektirler ve kendi halklarının görüşlerini temsil etmemektedirler,
    dolayısıyla bölgenin halet-i ruhiyesine ilişkin güvenilir bir ölçü değildirler.
    Türk-Amerikan İlişkilerinin Bölge Üzerindeki Etkisi
    Türkiye’nin Orta Doğu’da önde gelen bir bölgesel oyuncu olma konusunda büyük bir
    potansiyeli vardır, özellikle de bölgeye ve bölge halklarına karşı yeni bir ilgi ve kaygı
    göstermeye başladıkça.
    Ankara’ya gösterilen saygı, bağımsız bir güç olarak algılanma düzeyi ile neredeyse
    tam bir doğru orantı halinde artmaktadır. Örneğin Irak’ın işgali konusunda Türkiye’nin
    Washington’a “Hayır” demiş olmasının sembolik anlamı, Orta Doğu’nun Türkiye’ye duyduğu
    ilgi ve saygıya muazzam derecede katkıda bulunmuştur.
    www.altinicizdiklerim.com 44
    Bugün Türkiye’nin Müslüman dünya ve Rusya’daki şöhreti, Cumhuriyet tarihinde hiç
    olmadığı kadar iyidir. Görünür derecede bağımsız olan bir Türkiye, Arap dünyasına belirli
    politika reçetelerinin savunusunu yapacak olursa, eski sıkı Batı yanlısı Türkiye’ye kıyasla
    daha büyük bir dikkatle dinlenecektir.
    Hem Doğu hem de Batı dünyasına gerçek anlamda uzanan bir Türkiye, Doğu için de
    Batı için de değerli bir varlık olacaktır.
    Gelecek ne getirirse getirsin, bir şey kesindir: O eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan
    müttefiki olan Türkiye artık tarihe karışmıştır.
    Sonsöz
    Bugün kamuoyunun geniş ölçüde desteklediği Türk hükümetinin, bütün komşularıyla
    iyi ilişkiler kurmayı hedefleyen, Orta Doğu ve Avrupa’yı ilgilendiren sorunlarla çok daha içli
    dışlı, her zamankinden daha bağımsız bir dış politika yönünde derinlemesine ve güvenle
    ilerlemesi muhtemeldir. Bu, Türkiye’nin geleceği açısından iyiye işarettir. Her ne kadar bu
    süreç, Washington’un “müttefik” bir Türkiye’ye sâhip olduğu o eski güzel günleri aramasına
    sebep olabilirse de, yeni Türkiye, aslında, gerek kendi çıkarlarına ve gerekse bölgenin genel
    istikrarına muhtemelen daha iyi hizmet edebilir. Eminim ki münevver Amerikan gözlemciler,
    demokratik süreci güçlendirip derinleştirmiş, sorunlu ve çalkantılı Orta Doğu bölgesinde bir
    istikrar abidesi olan böyle bir yeni Türkiye’nin varlığını takdir edeceklerdir.
    KAYNAKÇA
    Yeni Türkiye Cumhuriyeti -Yükselen bölgesel aktör
    Graham E. Fuller
    Çeviren: Doç. Dr. Mustafa Acar
  1. Baskı olarak 2008 Mart ayında
  2. Baskı olarak 2008 Mayıs ayında/Sistem Matbaacılık

35
A+
A-
REKLAM ALANI