Zenginlik Erdemli Bir Toplumun Oluşmasına Engel Mi ?

Zenginlik Erdemli Bir Toplumun Oluşmasında Engel mi?

İnsanlık tarihi, hem altın hem de ahlak uğruna dökülen terin tarihidir. Kimileri erdemin sade bir yaşamda yeşereceğini savunur; kimileriyse erdemin, insanın temel ihtiyaçlarını karşılayabildiği bir refah düzeyinde gelişeceğini öne sürer.

Bu iki görüş arasındaki gerilim, yalnızca ekonomiyle değil, insan doğasının ta kendisiyle ilgilidir.

Fakirlik mi, Erdemin Beşiği mi?

Erdemli toplumun ancak fakirlikle, sade bir yaşamla mümkün olduğunu savunan düşünürler arasında en çarpıcı örneklerden biri kuşkusuz Diogenes’tir. Güneşin altındaki fıçısında yaşayan bu Sinoplu filozof, Platon’un “insan, iki ayaklı tüysüz canlıdır” tanımına cevaben, eline bir tavuğu alıp “İşte Platon’un insanı!” diyerek dolaşmıştı. Çünkü o, zenginlik ve konforun insanı doğasından uzaklaştırdığına inanıyordu. “Ne kadar çok şeye sahip olursan, o kadar az özgürsün” derken, aslında bugün hâlâ geçerli olan bir gerçeği dile getiriyordu: Zenginlik, insanı arzularının tutsağı hâline getirebilir.

Benzer biçimde, Jean-Jacques Rousseau da insanın bozulmasının başlangıcını “mülkiyetin doğuşu”nda bulur. Ona göre insan doğası itibarıyla iyidir; fakat toplum ve mülkiyet sistemi onu bencilleştirir. Rousseau, doğa hâlindeki insanı “erdemli yabanıl” olarak görür. O yabanıl, zenginlik arzusundan uzakta, sade ve içten bir ahlaka sahiptir. Rousseau’nun şu sözü bu düşüncenin özüdür: “Bir tarlayı çitle çevirip ‘Burası benimdir’ diyen ilk kişi, uygar toplumun ve kötülüğün kurucusudur.” Rousseau’ya göre eşitsizlik, sadece ekonomik değil, ahlaki bir bozulmadır. Dolayısıyla, zenginlik artışı çoğu zaman erdemi değil, çıkarı büyütür.

Benzer bir çizgide Tolstoy da “İnsana ne kadar toprak gerekir?” sorusunu sorarak, insanın doymak bilmeyen hırsının ahlaki yozlaşmanın kaynağı olduğunu vurgular. Tolstoy’un kahramanları genellikle mülklerinden, unvanlarından ve servetlerinden arınarak ruhsal bir arınmaya ulaşırlar. Zenginlik, ruhu ağırlaştırır; sade yaşam ise insanın vicdanını hafifletir

Zenginlik mi, Erdemin Zemini mi?

Ancak başka düşünürler için mesele bu kadar basit değildir. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik adlı eserinde “erdemli eylemin orta yol”da bulunduğunu söyler. Aşırılıklar erdemi bozar. Yani hem aşırı zenginlik hem de aşırı yoksulluk insanı erdemden uzaklaştırabilir. Çünkü fakirlik, insanı hayatta kalma mücadelesine hapseder; açlık ve korku içinde yaşayan birey, yüksek ahlaki değerlere yönelmekte zorlanır. Bu yüzden Aristoteles’e göre iyi bir toplum, bireylerine makul bir refah seviyesi sağlayarak onları “erdemli eylem” için özgürleştirmelidir.

Thomas Aquinas da bu görüşü teolojik bir temele oturtur. Ona göre Tanrı, insanlara yeryüzündeki nimetleri yalnızca zevk için değil, “iyilik üretmeleri” için vermiştir. Dolayısıyla zenginlik kötü değildir; onu kötüye kullanan irade kötüdür. Bir toplumda servet adaletli biçimde paylaşıldığında, hem toplumsal huzur hem de bireysel erdem gelişir.

Modern çağda ise Adam Smith, ekonomik düzeni ahlakla birleştirmeye çalışır. Çoğu kişi onu sadece kapitalizmin babası olarak tanır; oysa “Ahlaki Duygular Kuramı” adlı eserinde Smith, insanın özünde “sempati yeteneği”ne sahip olduğunu söyler. İnsan, diğerlerinin mutluluğuna kayıtsız kalamaz. Bu yüzden zenginlik, doğru yönlendirildiğinde merhamet, yardımlaşma ve toplumsal gelişim için bir araç olabilir. Kısacası Smith, zenginliği değil, bencilliği suçlar.

Daha yakın dönem düşünürlerinden Amartya Sen, kalkınmayı yalnızca ekonomik büyüme olarak değil, “özgürlüklerin genişlemesi” olarak tanımlar. Ona göre fakirlik, insanın seçim yapma kapasitesini kısıtlar; oysa özgür birey, kendi hayatını anlamlı kılacak eylemleri seçebilir. Bu da erdemin en modern tanımıdır: Kendi yaşamını bilinçli şekilde şekillendirmek.

Zenginlik ve Fakirlik Arasında İnce Bir Çizgi

Zenginlik, eğer adaletle paylaşılmazsa; fakirlik, eğer kader olarak görülürse, her ikisi de toplumun vicdanını köreltir. Aşırı zengin toplumlarda “tüketim kültürü” erdemi modaya, merhameti pazarlamaya dönüştürür. Fakir toplumlarda ise yoksunluk, bazen öfke ve kıskançlık üzerinden ahlaki çöküşü doğurur. Bu yüzden mesele, fakirliğin ya da zenginliğin erdemli olup olmaması değil; toplumun bu iki uç arasında nasıl bir denge kurduğudur. Gerçek erdem, bollukta paylaşmayı, darlıkta sabretmeyi bilen toplumlarda filizlenir.

Bugüne Dair Bir Tavsiye

Erdemli bir toplum inşa etmek istiyorsak, önce ekonomik adaletle ahlaki sorumluluğu buluşturmalıyız. Vergi politikalarından eğitim sistemine kadar her alanda amaç, yalnızca zengin üretmek değil; erdemli yurttaş yetiştirmek olmalı. Çünkü para, el değiştirebilir ama karakter, toplumun kalıcı sermayesidir. Bugün dünyanın en büyük krizi “para eksikliği” değil, “değer eksikliği”dir. Zenginlik, üretkenliği ve yaratıcılığı teşvik edebilir; fakat eğer vicdanla yönlendirilmezse, sonunda toplumu içten çürütür. Zenginlik, bir toplumun erdemli olmasına engel değildir — yeter ki o zenginlik, insanın değil, insanlığın hizmetinde olsun. Erdem, yoksulluğun içinden çıkabilir ama yoksulluğu kutsayarak değil; adaleti yücelterek. Zenginlik, insanı kirletmez. Asıl tehlike, zenginliği erdemin yerine koymaktır. Paranın efendisi olmayı başaran toplumlar, onu adaletin, eğitimin ve dayanışmanın aracı hâline getirir. Ama paranın kölesi olan toplumlar, sonunda hem vicdanlarını hem insanlıklarını yitirirler.

08-10-2025 / Yadigâr Nagiyev

107
A+
A-
REKLAM ALANI