Enflasyon İşçi Sınıfının Düşmanıdır

Enflasyon, işçi sınıfının idam sehpasına çekilmesidir, idam ipinin boyunlara geçirilmesidir! Dersek çok mu abartmış oluruz dersiniz?

Enflasyon, ücretleriyle geçinmek zorunda olan 20 milyon çalışanın, çoluk çocuğuyla birlikte sağlıklı yaşam koşullarından gerektiği gibi faydalanamamasıdır. Gıda gibi zorunlu harcamalarını dahi karşılayamamasıdır. Ailelerin, konut kiralarını ödemekte her geçen gün artan şiddette zorlanmasıdır. Eğitim giderlerini, ulaşım, iletişim masraflarını karşılayabilmekte aciz kalmasıdır.

Enflasyon, ailelerin çocuklarına yeterince cep harçlığı verememesidir. Çocukların, zorunlu eğitimini bile tamamlayamadan, çocuk işçi kervanına katılmasıdır. Kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmesidir.

Enflasyon, milli gelirin bölüşülmesinde, ücretlerin payının düşmesi demektir. Buna karşılık, sermayenin elde ettiği “kar” kısmının ise sürekli yükselmesine yol vermektir. Kısaca söylemek gerekirse, pastadan alınan payın, İşçi sınıfının aleyhine, küçülmesidir.

Bilindiği üzere, yılsonunda hesaplanan Gayrı safi Milli Hâsıla (GSMH), ülke genelinde; ücretlere ayrılan kısım ve karların payı diye iki ana sınıf arasında soyut olarak ayrıştırılır. Sermaye sınıfının –burjuvazinin- elde ettikleri gelirleri oluşturan; karlar, faizler ve rant gelirleridir. Bireysel sermayelerin büyüklüğü oranında bunlar, milli gelirden nasiplerini alırlar. Hesaplama safhasında, sermaye sahiplerinin gelirleri, topyekûn “yılsonu karlar toplamı” adını alır. Özcümle; 1 senelik üretimin bölüşümü: Ücretler toplamı ile karlar toplamı şeklinde yapılır.

Enflasyon karşısında her meta üreticisi, metalarının fiyatlarını yükselterek satışa sunar. Sadece bir meta vardır ki, enflasyon oranında, keyfen yükseltilemez. O da emek-gücü metasıdır. Ücretlerdir. Ücret artışları için işçi sınıfının sendikalarda birlik oluşturmaları gerekir. “Gerçek sendika”ların da, üyelerinin çalışma haklarını, sosyal haklarını korumak adına, “Grev” silahını kınından çıkarıp, ucunu gerekli mercilere göstermesi gerekir. Aksine tutum ise, ücret artışlarını patronların vicdanlarına havale etmektir ki, yaşanan durum aynıyla vaki, bu şekildedir.

Enflasyon, her şeye rağmen, sanıldığının tersine, iktidarların düşmanı değil, iktidar koltuğunun payandasıdır, koltuk değneğidir.

Enflasyon, aynı zamanda, iktidarın seçimleri kazanma stratejisidir.

Nasıl bir paradokstur, nasıl bir çelişkidir ki, iktidar, uyguladığı düşük faiz, yüksek enflasyonla milyonları açlığa, sefalete gark ederken, aynı zamanda, seçimlerde oyların çoğunluğunu elde etmektedir?

Bu yazımızda irdelemek istediğimiz konu, tam olarak da budur!

Genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken iktidar mensupları, Hazine’yi boşaltıp, kredi musluklarını açmıştır. Merkez Bankası’nı gece gündüz yerel para basmaya koşullandırarak, cari açık ve bütçe açığı oluşmasına seyirci kalmış, enflasyonun coşacağını bile bile, Türk parasının değerinin yerlerde sürüneceğini bile bile, popülist politikalarını sürdürmeyi hızlandırmıştır. “Nas” diyerek dini duyguları körüklemiş, Milliyetçilik söylemleriyle şovenist duyguları kamçılamıştır.

Seçimlerden sonra, tamamıyla ekonomik çöküntü oluşurmuş kaygısını bertaraf edip; “Benden sonrası tufan!” ( Apres moi le délugé! ) fikrine sığınmış ve seçimleri kazanmaya odaklanmıştır. Ve atı alıp Üsküdar’ı fırfır dönmeyi başarmışlardır. Karşılarındaki muhalefet bloğu ise mutfaktaki yangınla pişen

armutların ağızlarına düşeceğini umut ederek bekleşmiş, seçim sonuçları açıklandığında da birbirlerini suçlar hale düşmüşlerdir.

Enflasyon artışlarına rağmen iktidar seçimleri nasıl kazandı? Sorusuna bilimsel açıdan yaklaşmayı sürdürecek olursak;

Kapitalist üretim tarzında, “Kar Oranlarının Düşme Eğilimi” içinde olması, bir ekonomik yasa tanımlamasını içermektedir. Dönemsel çevrimler; refah –gönenç- dönemi, durgunluk dönemi ve “kriz” dönemi diye sıralanırlar. Üretim ve yeniden üretim süreçleri devam edip giderken; şirketlerin kar oranları düşmeye başlayınca, sermayenin değersizleşme sürecine girilir. Yatırımlar, gerekli karı elde edemeyince durma noktasına gelir. Borçlar ödenemez, işçi ücretleri karşılanamaz bir ortam doğar. İşten çıkartmalar artar. Meta fiyatları düşer. Ve dolayısıyla emek-gücü metası da ucuzlar. Tüketim düşer, talebe ulaşmak zorlaşır. Banka faizleri fırlamasına rağmen kredi bulmak güçleşir. Bu durum, tam anlamıyla ekonominin yapısal kriz dönemidir. Hiçbir iktidar, bu ekonomik krizden sağ salim, paçasını kurtaramaz. Değersizleşen sermaye, yurt dışındaki yatırımlarda daha fazla elde edebileceği faiz gelirlerine ve karlara yönelir. Sermaye çıkışı yoğunlaşır.

Seçimlerden önce böyle bir tabloyla karşılaşmamak için iktidar, politika faizlerini düşük tutarak, kamu bankalarından, çürük çarık işletmeler de dâhil her birine kredi musluklarını sonuna kadar açtı. Aynı şekilde, düşük faizlerle hane halkına da tüketici kredilerini kullandırdı. Merkez Bankası gece gündüz, hesapsızca para bastı, bankaları düşük faizle – enflasyondan arındırılmış reel faizlerle- likiditeye boğdu; bankalar bu paraları, birkaç puan yukarıdan faizle Kobilere ve de tüketici kredisi olarak hane halkının kullanımına sundu. Otomobiller alındı, evler, konutlar alındı, yağma Hasan’ın böreği gibi, krediler, kapanın elinde kaldı. Sonuç olarak, çalışan kişilerin gelecekte elde edecekleri ücretler, borçlandırılma suretiyle ipotek altına alınmış oldu.

Geleceğini satan, borç yükü altına sokan işçi, en çok işsiz kalmaktan endişe duyarak, sendikaya girmek, greve gitmek ne kelime, iş değişikliğini bile düşünemez hale gelir ve oyunu istikrardan yana, iktidarın devamından yana kullanmayı tercih eder. Ve öyle de oldu.

Krediler sayesinde, geçici de olsa bir bahar havası estirildi. Talep patlaması yaşatıldı. Bu durum, fiyat artışlarını tetikledi. Fiyat artışları, ekonomideki yenilenen üretimin kar oranlarını yükseltmeye, ya da en azından kar oranlarının düşme eğilimini frenlemeye yaradı. Böylece, ayakta durmakta zorlanan işletmeler dâhil, tekil sermayeler, oksijen çadırına bağlı olarak bir süre daha ayakta kalmayı başardılar, işçi çıkartmak yerine, en düşük ücrete rıza gösterecek işçi alımlarına yöneldiler. İstihdama katkı sunmuş oldular. İktidarın beklentisi de zaten, oyları toplayabilmek adına herkese iş, herkese aş sağlayabilmektir.

Eveet! Bir seçim daha kazanıldı, ama seçim sonrası yüksek enflasyonun önüne geçilemiyor. İşsizlik artıyor, dış borçların toplamı 500 milyar dolar seviyesinde geziniyor İhracat gelirleri, turizm gelirleri toplamı ithalat giderlerini karşılamaktan aciz kalıyor. Anguslar, gemilerle döviz karşılığında ithal ediliyor ki, artan et fiyatlarının önüne geçilsin. Lüks otomobiller döviz ödenerek getiriliyor, üzerine iki otomobil parası VERGİ daha eklenerek satılıyor, ama neye yarar, hazineden döviz çıktısı oluyor, TL. olarak vergi alınıyor. ”Paramız var ki ithalat yapıyoruz!” sözüne dayanarak, Hazineden döviz çıktısı artıyor ve Hazine eksi bakiyeye geçiyor. Açığı kapatmak için yüksek faizlerle borçlanmaya gidiliyor, yabancı sermayenin ileri sürdüğü şartları, her türlü yaptırımları kabullenerek, yabancı sermaye gelsin de nasıl gelirse gelsin kafası devam ettiriliyor. Geçim sıkıntısı, işçi sınıfının boğazında düğümlenen İngiliz sicimi gibi, sıktıkça sıkıyor!..

Hani, 1. Dünya Savaşı öncesinden kalma bir deyim vardır, İngiliz Mandasını savunanların, İngiliz sermayesini parlatmak için söyledikleri; “Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl!” diye. Kapitalizmin beşiği olan, dünyayı sömürüp, “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” diye anılan İngiltere’nin Mandası olmayı arzu eden zihinler, Cumhuriyetin 100 yılında yeniden mi peydahlandı, bilinmez! Belki de Mehmet Şimşek’i kurtarıcı olarak seçmemizin sebebinde İngiliz hayranlığı –sermayesi- yatmaktadır. Kim bilir?

Sedat Pamuk, Tatlısu, Erdek, 16.08.2023

4
A+
A-
REKLAM ALANI