Seçim Sistemleri, Temsiliyet ve CHP

Seçim Sistemleri, Temsiliyet ve CHP

 

Günümüzde seçim sistemi tartışmalarının, iki turlu seçim sistemine kaydığı gözlense de temelde Türkiye'de her seçim döneminde seçimin "Nasıl yapılacağı" ve "yasasının" nasıl biçimlendirileceği tartışma konusu olmaktadır.

Siyasal rejimleri birbirinden ayıran temel farkı yöneticilerin genel ve dürüst seçimlerle işbaşına gelip gelmemesinde arayan Duverger, seçime şöyle bir işlev yüklüyor: "İktidarı sınırlamak ve liberal öğreti gereklerini gerçekleştirmek konusunda gerçekte bugüne kadar denenen en etkili araçlardan biri yönetenleri yönetilenlere seçtirmektir". Düzen partileri, egemen sınıfların "siyasal temsilcileri" olarak, temsil ettikleri kesimlerin çıkarlarını azami ölçüde gerçekleştirebilmek amacıyla, seçimlerden "en kârlı parti" olarak çıkma yarışına girmektedirler. Böyle bir "yarış"ta "en kârlı" olabilmek için, tüm düzen politikacıları ve onların siyasal partileri, temsil ettikleri sömürücü sınıfların çıkarlarını, tüm halkın çıkarı gibi sunabilmek ve bunu halk kitlelerine kabul ettirebilmek için her türlü araçla söylemi kullanmakta ve her yolu denemektedir…

Türkiye’de çoğunluk sisteminden 1964 yılından itibaren çevre barajlı d’Hondt sistemine geçilmiş, 1965’te milli bakiye (ulusal artık) uygulanmıştır. Osmanlı döneminden 1977’ye kadar sadece 3 erken seçim yapılırken 1983’ten günümüze tam 5 kez erken seçim yapılmıştır. 6 Kasım 1983’te düşük bir oy miktarıyla ANAP’ın hükümet kurduğu ilk 12 Eylül seçimlerinde parlamento ANAP, CHP ve MDP’den, 1987 seçimlerinde ise ANAP, SODEP ve DYP olmak üzere 3’er partiden oluşmuştu.  1987’ den sonra sürekli erken seçimler yapıldı. Bu seçimde aşkın ve eksik temsilde çok partinin yer alması, çifte barajın uygulanması, kontenjan milletvekilliği ile seçim çevrelerinin daraltılması rol oynamıştı. 12 Eylül Anayasasıyla getirilen siyasal yasaklarla, tutarsız/yanlış bir seçim sistemi ile partiler ilkel ve basit bir çoğunluk sistemine mahkum edilerek özellikle 1991-2002 arası açık ya da gizli ittifakların kurulmasına yol açmıştı. 10 Haziran 1983’te kabul edilen 2389 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu ikili baraj sistemini getirmiş, 23 Temmuz 1995’te 4121 sayılı anayasa değişikliğiyle seçim barajı düşürülmüştür. 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinde sadece ülke barajı uygulanmış, 1991’de ülke barajını aşmak isteyen partiler (DYP, SHP ve HADEP) seçimlerden önce ittifak yapmış, daha sonra ayrılmışlardı. Anayasa Mahkemesinin çevre barajını kaldıran iptal kararıyla yapılan 1995’teki seçimde ve bir önceki 18 Nisan 1999 genel seçiminde 5’er parti barajı aşabilmiş kurulan koalisyon hükümetleriyle dönüşümlü başbakanlık yapılmıştır. Seçim sistemine ilişkin tartışmaların odağında günümüzde yüzde 10’luk ülke barajıyla yönetim istikrarının yer aldığı, Avrupa Konseyine üye 46 devletin hiçbirinde rastlanmayan yüksek bir barajı uygulayan Türkiye’de, yurttaş iradesi temsil edilmemektedir. Yüzde 46.3 oranında temsil dışı oyla meclisin yüzde 98.5’unu ele geçiren iktidar ve muhalefet partileri ise bu durumu değiştirmeye yanaşmamaktadır. 18 partinin katıldığı, sadece 2 partinin baraj aşabildiği ve 8.5 milyon kişinin oy kullanmadığı 3 Kasım 2002’deki genel seçimlerde tek başına hükümet kuran ve yüzde 34.3’lük oyla TBMM’de yüzde 66.3’lük bir temsil olanağı bulan AKP iktidar meşruiyetini “istikrar için bu sistem gereklidir” savına dayandırmıştı.  CHP ise yüzde 3 oranında oy aldığı Diyarbakır ilinden meclise 2 milletvekili göndermiş, DEHAP 81 ilin 5’inde yüzde 45 oranında oy almasına rağmen ülke barajını aşmadığından parlamentoda bir tek milletvekilliği dahi kazanamamıştı. Etnik ve bölgesel bölünmeler aşırı çok partili sistemleri doğurmaktadır. 28 Mart 2004’te 6 parti (DEHAP, EMEP, ÖDP, Özgür Parti, SDP ve SHP) ise “Demokratik Güçbirliği” adı altında birleşerek yerel seçimlere katılmıştı. Türkiye’de nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan kadınlar ise mevcut sistemde dışlanmaktadır. Parlamentoda temsil edilen kadın oranı yüzde 4.3, il genel meclislerinde temsil oranı yüzde 1.7, Türkiye genelinde belediye başkanlığında yüzde 0.6 ve belediye meclis üyeliklerinde kadınların temsilcilik oranı yüzde 2.5’dir. Cinsiyet ve etnik unsurların da bir arada temsilini sağlayan bir çözümün bulunması gerekmekte…

Siyasal partilerin mecliste grup kurabilmek için 20 üyeye sahip olmak gerekiyor (1982 Anayasası 95. madde). Bugünkü şartlarda bu bir partinin yüzde 3 ila 6 oranında oy oranıyla ulaşabileceği bir sonuçtur. Seçim barajı uygulayan bazı ülkelerdeki oranlar örneğin sırayla İsviçre’de 0, İsrail’de yüzde 2, Ukrayna’da 3, İsveç, Norveç ve Bulgaristan’da 4, Almanya, Romanya ve Rusya’da ise yüzde 5’tir. 18 Nisan 1999 seçiminde temsil edilmeyen partilerin oy toplamı 4.158.567 idi. HADEP ve CHP’nin temsil edilmeyen oylarının toplam oranı ise 12.4, temsil edilmeyen oy oranı ise 17.4 iken 2002’de 43.5 milyon seçmenin 13.1 milyonu oy kullanmamış 1/5’lik bir temsil sistemi ortaya çıkmıştır. 1995’ten bu yana son seçimlerde meclis dışında kalan partilerin geçerli oy oranları da giderek artmaktadır.

Türkiye’de siyasal temsil ile katılım sağlanmayışının altında yatan önemli sorunlardan birisi de toplumsal özgürlük yollarını kısıtlayan demokratik örgütlülükten yoksunluktur. 1876 Anayasası’nda dernek kurma ve toplantı yapma hakkı tanınmamış ve ilk dernekler kanunu 3 Ağustos 1909’da çıkarılmıştı. Gizli olarak faaliyet gösteren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gerçekleştirdiği 1908 Meşrutiyet hareketiyle birlikte yasal bir değişiklik olmadan pek çok siyasal amaçlı dernek kurulmuş ve 8 Ağustos 1909’da Anayasa’ya eklenen bir madde ile dernek ve toplantı hakkı getirilmiştir. Bu kanuna göre dernek kurmak için izin almak gerekmiyordu. 14 Haziran 1909 Dernek kurma özgürlüğüyle ilgili ilk yasa olan "İçtimaatı Umumiye Kanunu" (Genel Toplantılar)  kabul edildi. 27 Haziran 1956’da bu kanun kaldırılarak yerine 6761 sayılı Toplantılar ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında Kanun yürürlüğe girdi. Gösteri yürüyüşü hürriyeti teriminin ilk olarak kullanıldığı bu yasa, 1909 tarihli kanuna göre “hürriyetleri” sınırlayan pek çok kural getirmişti. 1934 tarih ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun bazı kurallarında ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını engellemeye dönük keyfi uygulamalara yol açacak maddeler olduğu görülmektedir. 1938 yılında çıkarılan Cemiyetler Kanunu’ndan itibarense, dernekler için çıkan kanunlara derneğin amacına ve kurucularına ilişkin yasaklamalar getiren hükümler kondu. 1909 tarihli kanun 1938’de kaldırılarak yerine 28 Haziran 1938 tarihli 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu kondu. Bu kanunla, (1909 kanunundaki) beyanla kuruluş yerine devletin izninin alınması esası getirildi. Dernekler kuruluş ve işleyiş açısından iktidarın sıkı denetimi altına alındı. 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu’nun gerisinde kalan birçok hüküm benimsendi. 1926 tarihli Medeni Kanun’da öngörülen demokratik kurallar geçersiz bırakıldı. 1946 yılına kadar yürürlükte kalan kanun çok partili düzene geçilirken 5 Haziran 1946’da  (4919 sayılı kanunla) değiştirilerek 1909 yasasındaki beyan esasına dönüldü ve sınıfa dayanan dernek kurma yasağı kaldırıldı fakat derneklerle ilgili öteki siyasal yasaklar kalkmadı. 1961 Anayasası toplantı ve gösteriler için özgürlük alanını genişleten bir kural getirerek herkese önceden izin alınmadan toplantı ya da gösteri yapabilme olanağı sağlamıştı. 10 Şubat 1963’de 1956 tarihli yasa kaldırılarak yeni Anayasa doğrultusunda 171 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hürriyeti Hakkında Kanun çıkarıldı ve “Silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkının kullanılması izne bağlı değildir” ifadesi de yer aldı. 12 Mart 1971 tarihli hükümet darbesinden sonra 1961 Anayasası’nda yapılan değişikliklerle temel hak ve özgürlüklerin alanı daraltılarak toplantı ve gösteri yürüyüşleri özgürlüğü de kısıtlandı. 1946 tarihli Cemiyetler Kanunu anayasaya uydurulması gerekirken tersine bir gelişmeyle özgürlükçü hükümleri değiştirilerek 1938 yasasından da gerici bir yasa olan 1630 sayılı Dernekler Kanunu 22 Kasım 1972’de çıkarılıp dernek kurma hakkı daraltılmıştı. Derneğin kuruluşunu birçok formaliteyle zorlaştıran, bu formalitelerin yerine getirilip getirilmediğini idarenin incelemesine bağlayan kurallar getirildi. Beyandan söz edilmekle beraber fiilen izin sistemi uygulanmaya başlandı. 12 Mart darbesinin devamı niteliğindeki 12 Eylül askeri yönetimi temel hak ve özgürlüklere karşı otoriteden yana bir bakışın ürünü olarak yürürlüğe sokulmuş 1982 Anayasası ile özgürlükleri sınırlamayı amaçlamış, örgütle örgütlülüğü devlet için potansiyel bir suçla tehlike saymıştır. Toplantıların da suç odağı olabileceği mantığı ile hak ve özgürlükler kullanılamaz hale getirilmiştir. 6  Ekim 1983’de çıkarılan 2908 sayılı Dernekler Kanunu derneğin kuruluş bildirisini mülki amirliğe verince tüzel kişilik kazanacağına ilişkin 9. maddesi ile görünürde bildirim sistemini benimsemiş görünse de  10. maddesindeki “kuruluş bildirisi ve tüzüklerin idarece incelenmesine” ilişkin formalitelerle fiilen izin sistemini benimseyerek dernek kurma ve derneğe üye olma hakkında sınırlayıcı kurallar koymuştur. Kanuna baştan sona hakim olan yasakçı zihniyet üçüncü kısmının “Yasak veya İzne Bağlı Faaliyetler” başlığı altındaki 37-44. maddelerinde ve Derneklerin Denetimi başlığı altındaki 45 - 48. maddelerinde de kendini açıkça göstermiştir. 10-11 Aralık 1999’daki Helsinki toplantısında tam üyelik için aday kabul edilmesi ve 4 Aralık 2000 tarihinde Katılım Ortaklığı Belgesi’nin onaylanmasıyla Türkiye ile ilişkilerinin yeni boyut kazanmasından itibaren 3 Ekim 2001 tarihinde AB’nin istediği yükümlülükleri yerine getirmek için Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklikler yapıldı ve AB’nin yol haritasıyla bireysel hak ve hürriyetlerde genişleme sağlandı. Dernek kurma ve dernek içinde faaliyet göstermek gibi temel hak ve özgürlüklerle ilgili sınırlamalar hukukun genel ilkelerine aykırı biçimde İçişleri Bakanlığı ile Bakanlar Kurulu’nun takdirine bırakılarak tüzel kişilik elde etmeleri idareye bildirim ve fiili izin koşuluna bağlandı.

Dernekleri de yakından ilgilendiren Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’ndaki dernekler, vakıflar, sendikalar ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının kendi konu ve amaçları dışında faaliyet gösteremeyeceklerine ilişkin 21. maddesinin yürürlükten kaldırılması 1995’deki siyaset yasağının kaldırılmasına uyum sağlayan önemli anayasal bir değişiklikti. 3 Ağustos 2002 tarihinden itibaren idam cezasının kaldırılması ve farklı dil ve lehçelerde yayın ile öğrenime izin verilmesine ilişkin değişiklikler de gerçekleşmişti. Ancak Dernekler Kanunu’nun 38. maddesindeki değişiklikle dernek kurma yasağı kaldırılmakla beraber “Yüksek okul öğrencileri ancak kanunda sayılmış amaçlarla dernek kurabilir” denerek öğrenci derneklerinin amaçları sınırlanmıştır. Anayasa’dan siyasetle uğraşma yasağının çıkarılmasıyla ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun faaliyet sınırlamasını içeren 21. maddesinin yürürlükten kaldırılmasıyla çelişen böyle bir kuralın Dernekler Kanunu’nda yeri olmamalıdır. Kanunun 9. maddesinde “Dernekler, kuruluş bildirisini ve eklerini merkezlerinin bulunduğu mahallin en büyük mülki amirliğine vermek suretiyle tüzel kişilik kazanırlar” denilerek bildirim sisteminin benimsendiği görülmekte fakat kuruluş bildiriminin ve tüzüğün idarece incelenmesi kuralı, idarenin keyfi takdirlerine ve uygulamalarına yol açmaktadır. Kanunun 16. ve 17. maddesindeki üye olma hakkını sınırlayan kurallar ise olduğu gibi durmaktadır. 3 Ağustos 2002’de TBMM tarafından Dernekler Kanunu’nda yapılan düzenlemeler  kapsamında, kamu görevlilerinin kuracağı derneklerin faaliyetlerini sınırlayan 39. madde yürürlükten kaldırılmıştır ancak Dernekler Kanunu’nun 44. maddesinde,  derneğin bildiri yayınlaması 24 saat önce mülki amirliğe ve savcılığa bir örneğinin verilmesi koşuluna bağlanmakta “bildiri, beyanname ve benzeri yayınlar, mahallin en büyük mülki amirliğine verilişinden itibaren 24 saat geçmedikçe dağıtılamaz ve basına verilemez” denilmektedir. Bildiri vb. yayın ne olursa olsun suç tehlikesini önlemek bahanesiyle derneklerin faaliyetini önlemek istemekte, idarenin keyfi uygulamasıyla adeta öndenetim (sansür) getirilmektedir. Bu madde tamamen kalkmalıdır. Dernekler Kanunu’nda bir sürü yasak amaç sayılarak dernekleri sınırlayıp yeni kuralların getirilmesini kolaylaştıracak esnek yorumlara yol açan bir tutum sergilenmiştir. Türkiye, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamıştır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre her birey dernek kurma ve derneğe katılma özgürlüğüne sahiptir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesine göre ise herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmadan haber ya da fikir alma ve verme özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğünün (dernek kurma, toplantı, vb.) kullanılmasını da içerir. Son çıkarılan uyum yasalarına rağmen, 2908 sayılı Dernekler Kanunu vesayetçi ve otoriter karakteri ve idarenin keyfi müdahalelerine olanak veren hükümleri değişmediğinden, Türkiye’nin toplumsal ve demokratik gelişmesinin önünde bir engel olarak durmaktadır. 22 Mayıs 2003 tarih 4857 sayılı İş Kanunu, 6  Ekim 1983 tarih ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, 4 Kasım 2004 tarih ve 5253 sayılı Dernekler Kanunu ve daha diğer birçok tüzük, yönetmelik ve kararnameler halkın demokratik ve meşru hak arama yollarını sınırlayıp siyasal katılımdan yoksun bırakan hükümler içerir…

TAMER UYSAL/BURSA/04-05-2020Siyasal Sistemlerde Temsiliyet..1-2-3