Türklerde Cenaze Töreni

TÜRKLERDE CENAZE TÖRENİ/ NERGİS GİRAY 

Namaz tamamlandıktan sonra imam, cemaate doğru döner, cenaze için cemaatten cenazeyi nasıl
tanıdıklarını sorar ve haklarını helal etmesini ister. Daha sonra cenaze için son kez dua edilir. Ancak
cenaze namazını kılacak veya kılan kişi içten/samimi bir şekilde dua etmelidir. Çünkü Hz. Muhammed
“Ölünün namazını kıldığınız vakit ona halisane, içten dua ediniz” buyurmaktadır (Şafii 617). Bu işlemlerin ardından cenaze mezarlığa götürülmek üzere musalla taşından alınarak cenaze arabasına
konulur veya omuzlarda mezarlığa götürülür (Cenaze Hizmetleri Rehberi 2008: 34-48).
2. Cenazenin Kabre Taşınması ve Defnedilmesi
Genelde, her beldenin dışında, yerleşim yerlerine yeterince uzaklıkta, kentteki toplam yıllık gereksinim göz önüne alınarak mezarlık yeri seçilmekte ve defin işlemleri burada sürdürülmektedir.
Cenaze, mezarlığa yakın ise omuzlarda, uzak ise cenaze arabasıyla taşınmaktadır. Tabut, kurallara
uyulduğunda, önce ön taraftan sağ omuza, sonra ayak tarafından sağ omuza; sonra yine ön taraftan
bu defa sol omuza, sonra arka taraftan sol omuza alınmaktadır. Bu kurallara her zaman uyulmayabilir.
Çünkü tabutu taşımak için kalabalık bir kesim, aynı anda tabutu taşımaya yönelip tutmaya çalışır. Bu
durumda kurallar yerine getirilemeyebilir. Kurallara uyulamaması cenaze töreni için büyük bir eksiklik
olarak görülmemelidir.
Cenazenin, omuzlara alınarak kabre götürülmesi, cenazeye hürmet ve saygı anlamı taşımaktadır.
Cenazenin arkasından mezara kadar gitmek ise sünnettir (Cenaze Hizmetleri Rehberi 2008: 48, Maden
1991: 820). Zaten Peygamberimiz de “Müslüman’ın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Verilen selamı almak, hastayı ziyaret ve ona dua etmek, cenazeleri taşımak, yapılan davete icabet etmek ve hapşıran kimseye Yerhamükellah (Allah sana rahmet etsin) demektir” diyerek Müslüman’ın vazifelerinden
birisinin de cenazeleri taşımak olduğunu dile getirmektedir (Eş Şafii 1980: 603).
Salâvatlar eşliğinde cenaze, omuzlar üzerinde, kazılmış olan kabrin başına getirilir. Cenaze kabre3
 götürülüp omuzlardan indirilince, oturmaları için bir engel yoksa cemaat cenazeye saygının bir ifadesi olarak oturur. Tabutun kapakları açılır ve ölü yavaş hareketlerle, iki veya daha fazla kişi tarafından
(genelde yakın akrabalar) yavaş bir şekilde kıble tarafından kabre indirilir, sağ yanı üzerine kıbleye
döndürülür. Kabre konulan mevtanın kefeninin baş ve ayak tarafındaki bağlar çözülür. Cenazeyi kabre
koyan kişiler “Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillâh” (Allahın adıyla ve Elçisinin dini üzere) sözünü söylerler.
Ölü, hafif sağ omzunun üstüne meyil verilerek kabre yerleştirildikten sonra, kapama taşı adı verilen
geniş ve saydam taşlarla üzerine basmayacak şekilde üstü kapatılır.(Kazılma, lâhit ve mezarı kapatma şeklinde yörelere göre farklı uygulamalar bulunmaktadır). Buradan amaç cesedin toprak altında
sıkışmamasını sağlamaktır. Daha sonra mezar içinde bulunan kişiler dışarı çıkarılır ve kürek ya da eller
yardımıyla kabrin içerisi doldurulmaya başlanır. Herkesin mezara toprak atması iyi bir davranış ve görev bilinir. Bundan dolayı, hemen hemen herkes sıraya geçer ve besmeleler ile en az üçer defa toprak
atmaya çalışır. Böylece kabir kapatılır4
. Kabir, topraktan bir iki karış yükseltilir ve deve hörgücü gibi yapılır (Uysal 2009: 221-222; Cenaze Hizmetleri Rehberi 2008: 51). Sonra mezarın üzerine su dökülür. Halk
arasında mezara su dökmenin ölünün ruhuna rahmet anlamına geldiğine inanılır (Çıplak 2002:610).
Kabrin yerinin belli olması amacıyla baş ve ayak kısmına ağaç, taş gibi şeyler dikilir. Bu işlemlerde de
mümkün olduğu kadar sadelik ve itidal/ölçülü olma esas alınır (Uzunpostalcı 1994: 86).
3 İnsanların öldükten sonra gömüldükleri yere “Kabir” denilmektedir. Dilimizde, mezar, makber kelimeleri de
kullanılmaktadır. İnsanlar öldükten sonra, kıyamete kadar burada kalacaklardır. Ahiret hayatının başlamasıyla birlikte
kabirlerinde yatan insanlar sorgulanmak için tekrar diriltileceklerdir (Kuşat 2007: 174).
4 Cesedin toprağa gömülmesi en eski çağlardan itibaren uygulanan bir adettir. Hatta Eski Önasya’da ölü ruhunun
bedenden ayrılıp “ölüler ülkesi”ne gidebilmesi için cesedin gömülmesi gerektiği, aksi halde ruhunun acı çekeceği
inancı da bunu doğrulamaktadır 
Kabir temininde güçlük çekildiği takdirde, daha önce defin yapılmış bir kabre, önceki ölünün çürüyüp
sadece kemiklerinin kalacağı bir sürenin geçmesinden sonra ikinci bir cenaze defnedilebilmektedir
(Cenaze Hizmetleri Rehberi 2008: 51). Ayrıca deniz yolculuğunda ölen kimsenin mümkün ise karaya /
toprağa gömülmesine gayret edilmektedir. Eğer bu mümkün değilse denizde batması sağlanacak
şekilde denize bırakılması gerekmektedir (Uzunpostalcı 1994: 86).
Ölen kişi defnedildikten sonra, kabrin başında sadece imam kalır ve dua etmeye devam eder. Bu
olaya “talkın/telkin” denilir. Bu sırada cenaze yakınları sıraya geçer. Orada bulunan insanlar da onlara
sırayla başsağlığı dileyerek mezarlıktan ayrılırlar. Daha sonra ölen kişinin borçlu yatmaması ve kimsenin hakkında kötü söz söylememesi için ölünün akrabalarından bir kişi, ölen kişinin bütün alacaklarını ve vereceklerini üstlenir. O kişi, cenaze merasiminden bir müddet sonra, imkânlar çerçevesinde,
üzerine aldığı bu sorumluluğu yerine getirmeye çalışır 
KAYNAKLAR
Akbaba, D. E. (2008). Nogay türklerinde ölüm ile ilgili inançlar ve ağıtlar. Millî Folklor, 10(80), 77-84.
Albayrak, A. ve Arıcı, İ. (2007). Elazığ’da taziye geleneği. Elazığ: Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 12(2), 33-44.
Ateş, S. (Tarihsiz). Kuranı Kerim ve Yüce Meali. İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat.
CENAZE HİZMETLERİ REHBERİ. (2008). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Çıplak, N. (2002). Anadolu’da ölüm sonrası mezarlıklar çevresinde oluşan inanç ve pratikler. Türk Kültürü, 40 (474), Ekim 2002,
605-614.
Eş Şafii, S. M. A. N. H. (1980). Tac Tercemesi (1). (B. Sadak, Çev.) İstanbul: Eser Neşriyat.
Kuşat, A. (2007). Ahirete iman. Temel İslam Bilgiler İnancım. (Ed. M. E. Özafşar ve R. Doğan). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları.
Küçük, A. ve Küçük, M. A. (2009). Türkistan’dan Türkiye’ye Alevilik-Bektaşilik. Ankara: Berikan Yayınevi.
 Maden, A. (1991). Ölümle ilgili âdet ve inanmalar. Türk Aile Ansiklopedisi (3). İstanbul, 815-824.
Ökse, A. T. (2005). Eskiçağdan günümüze ölü gömme ve anma âdetleri. Türk Arkeoloji ve Etnografya Dergisi, (5), Kültür
Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Yayınları, 1-8.
Örnek, S. V. (1971). Anadolu folklorunda ölüm. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları.
Şahin, H. İ. (2006). Balıkesir çepnilerinde defin ve defin sonrası bazı inanış ve uygulamalar. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî
Araştırma Dergisi, (39), 63-78.
Uysal, Y. (2009). Gazipaşa folkloru/geçiş dönemi âdetleri. Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2(3), Aralık,
209-224.
Uzunpostalcı, M. (1994). Defin. Diyanet İslam Ansiklopedisi (9). İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları

 

DEFİN SONRASI UYGULANAN GELENEKLER
Nergis BİRAY
Türk boylarının Orta Asya’dan Anadolu’ya, Avrupa’ya kadar yayıldığı çok geniş bir alanda ölüm konusundaki kabuller, bununla ilgili inanç, uygulama ve gelenekler çok fazla benzerlik göstermektedir. Hun
ve Göktürkler döneminde eski Türk inancı, gelenek ve uygulamalara hâkimdir. Bu gelenek ve uygulamalar, Türk boylarının İslamiyet’le tanışmasında bir geçiş dönemi kabul edilebilecek olan Karahanlı,
Gazneli, Selçuklu ve hatta Osmanlı döneminde biraz değişikliğe uğrasa da devam edegelmiştir.
Ölümle ilgili olarak Türk tarih ve kültürünün derinliklerinden bugüne kadar ulaşan gelenekler, daha
geç yerleşik hayata geçen Türk topluluklarında fazlasıyla belirgindir. Eski Türk inancı ve geleneklerini, 20. asrın başlarına kadar geleneksel Türk bozkır yaşam tarzını devam ettirmeleri sebebiyle canlı
olarak yaşatan Kazak ve Kırgızlar ile Anadolu’nun bazı yörelerindeki konargöçer hayat tarzını kısmen
sürdüren Türk toplulukları, günümüzde de korumaktadırlar.
Asırlardır devam eden bu inanç, gelenek ve uygulamaları “Eski Türklerdeki Uygulamalar”, “Günümüz
Türk Dünyasındaki Uygulamalar” ve “Günümüz Anadolu’sundaki Uygulamalar” şeklinde ele almak bu
devamlılığı göstermesi açısından da uygun olacaktır.
1. Eski Türklerdeki Uygulamalar
Günümüz Türk dünyasında, defin işlemleri sonrasındaki uygulamalar birbiriyle benzerlik göstermektedir. Bunun köklerinin eski Türklerdeki uygulamalara kadar gittiğini söylemek pek de zor olmasa
gerek. Bu benzerliğin de tespit edilmesi açısından eski Türklerdeki uygulamalara kısaca bakalım:
Eski Türk düşüncesi ölümün kaynağını kötü ruhlarda aramıştır. Şaman olan Altay Türklerinde yeraltı
dünyasının tanrısı Erlik yeryüzüne gönderdiği görevliler vasıtasıyla insanların ruhlarını alır, onların
hayatına son verir. Yakutlarda da kötü ruhlar ölümü gerçekleştirirler.
Eski Türkçede “tin”, ruh, can anlamına gelmektedir. Aynı zamanda “nefes” anlamını da taşımaktadır.
Ölüm de nefesin kesilmesi, ruhun bedenden çıkıp uçması şeklinde tasavvur edilmiştir, bazen ölü yerine “uçmak” tabirini kullanmışlardır. Çünkü eski Türklere göre can, ölüm sırasında bir kuş gibi uçup
gider. Kitabelerde altı yazıtta “uçmak” terimi geçmektedir. Türkler, “uçmak”ı cennet için de kullanmışlardır (Gömeç 1997: 193).
Çin kaynaklarında verilen bilgilere göre Türkler, ölülerini farklı dönemlerde farklı şekillerde defnetmişlerdir. Mesela; yakma, ağaca asma, toprağa gömme.
Gök Türkler hatta onlara benzer gömme törenleri yapan Oğuzlar ölüyü çadıra koyar, kapının önünde
toplanıp yüzlerini bıçaklarla dilerler, gözyaşı dökerler. Bu tören yedi defa tekrarlanır. Daha sonra, ölen
kişinin atı, kullandığı eşyalar, ölenle birlikte yakılır, külü ise belli bir gün tespit edilip mezara gömülür.
Bu gömme işlemi sırasında da yüzlerini keser, ağlarlar.
Kaşgarlı, yoğ/yuğ’u “ölü gömüldükten sonra üç ile yedinci gün arasında verilen yemek” olarak tarif
eder (Kaşgarlı III, 143). Fakat ölünün bekletilip bekletilmediği, yuğ töreninin bu süreçlerin hangisinde
yapıldığı konusunda bilgi vermez. Göktürklerde her ikisi de uygulanmış olmalıdır. Ölümden sonraki
üç, yedi, yirmi ve kırkıncı günlerde, altıncı ayında ve yıl dönümünde törenler yapıldığı kayıtlarda da
geçmektedir (Roux 1994: 234–235). Bu törenlerden en çok yedinci gün törenleri ile yıl dönümünde
yapılanlar hakkında bilgilere ulaşılabilmektedir. Yedinci gün törenleri ölünün ruhunun gökyüzüne
çıkması ile ilgili olarak yapılır. Radlof, Sibirya’daki Türk bölgelerinde yaptığı çalışmalarda bu konuyla
ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştir. İnanışa göre, yedinci gün töreninde ölünün ruhu Tanrı katına çıkmaktır.
Tören, bu amaçla kurulan bir otağda yapılır. Otağın merkezine, üstteki delikten göğe uzanan kutsal kayın ağacından alınmış büyükçe bir dal yerleştirilir. Bu dalın üstünde göğün dokuz katını temsil
eden dokuz çıkıntı vardır. Tören gece boyunca sürer. Kam, ölünün ruhunu göğün katlarından aşırarak,
en üst katta oturan Tanrı’ya ulaştırır (Radlof 1994/3: 22–65). Bu törenin en önemli aşamalarından
birisi de kurbandır
O dönemlerde mezar üzerine yapılan yapının duvarlarına ölünün resmi, katıldığı savaşlar çizilirmiş. Bazen Türklerin evlerinde atalarının suretlerini tasvir eden töslere rastlanılmıştır. 13. yüzyılda
Moğolistan’a giden elçi Rubruk, bir Uygur mabedinde puta benzeyen bazı nesneler görüp “Bu putlar
nedir?” diye sormuş. Uygurlar bunların tanrı tasvirleri olmadığını, içlerinden biri öldüğünde yakınlarının onun suretini yapıp tapınaklara koyduğunu, bunların insanlar arasında ölünün hatırası olarak
saklandığını söylemiştir. Bu durum totemcilikle de Şamanlıkla da ilgili değildir . Bu
dönemlerde balbal geleneği Türkler arasında yaygın olarak uygulanmıştır.
Ölünün diğer dünyada yaşayacağı ve gidince orada sıkıntı çekmemesi amacıyla eşyaları ve atıyla gömülmesi geleneği birçok eski toplumda vardır. Bu bir tür kurbandır. Eski Türklerde en büyük kurban,
bozkırlı Türk’ün en çok kıymet verdiği hayvan olan at idi. Orta Asya’nın Türk bölgelerinde, özellikle
Altaylardaki kurganlarda, birçok at iskeleti bulunmuştur (Gömeç 1997: 194).
Diğer bir tören de gömme işinden sonra, ölenin atı/atlarının kesilip yenmesidir. Buna, Türk boylarında
“yuğ aşı veya ölü aşı geleneği” denmiştir. Bu şekilde kurban edilen at veya koyunların kelleleri kazıklara
asılırmış.
Altay Türklerinde ölen kişinin dul kalan karısı ölü gömülünceye kadar yas tutmak zorundadır. Gömme
işi de gizlice yapılmış, cenazeler genellikle dağlarda, gizli yerlerde toprağa verilmiştir. Ölü giyinmiş
olarak defnedilmiş, yanına yol için bir torba yiyecek yerleştirilmiştir. Zenginlerin atları da birlikte gömülmüştür. Bu tören sonrasında cenaze evinin akraba ve komşuları toplanır, ziyafetler düzenlermiş.
Eğer ölü yakılıp külleri gömülürse, mezar olan yerin üzerine taşlar yığılır, bir höyük (kurgan) oluşturulur, başına da direk dikilirmiş. Direğe ise kurban edilen hayvanın başı ve derisi asılırmış. Bugün
aynı gelenek Mangışlak’ta (Türkmenistan ile Kazakistan’ın birleştiği yer) yaşayan Türkmenler arasında
devam etmekte, mezarlara koç başları konulmaktadır. Orta Asya Türkmenleri günümüzde mezarların
üzerine koç boynuzu koymaktadırlar. Kazak-Kırgız Türkleri İslamî dönemde bile beğlerinin mezarına
birkaç kesik koç başı koymuştur. Koç başı o mezarda önemli bir kişinin yattığını gösterir. Anadolu’da
bazı yörelerde de mezarların üstüne ölen erkek ise koç, kadın ise koyun heykeli dikmektedirler.
Eski Türkçe’de mezar yerine birçok terim ve deyim kullanılmıştır. Bazılarını sayacak olursak: “kereksür,
Kırgız yuvası, Kırgız evi, Kırgız kemikleri, Kırgız cesedi, kür” vs. (Roux 1994: 230) Çok kullanılan terimlerden biri de kurgandır. Kurgan, mezar üzerine yapılan höyük (tepe) anlamına gelir. Kurgan, aynı
zamanda, kale, istihkâm (Barthold 1987: 365) anlamında da kullanılmıştır. Bu anlamlardan hareketle
mezar, sağlam ve korunaklı bir yer özelliğini de kazanmıştır.
Eski Türkler atalarına büyük saygı beslemiş, onlar için büyük mezarlar, heykeller yapmış, onlar adına
yazılı taşlar dikmişlerdir. Ölenlerini, diğer dünyaya hazırlıklı gitsinler ve sıkıntı çekmesinler diye altın, ziynet eşyası, atları ve bu atların işlemeli eyer taşlarıyla defnetmişlerdir. Altay, Karadeniz, Kafkas,
Suriye ve Halep civarlarında bulunan Türk kurganlarındaki ölü gömme âdeti bunu açık şekilde göstermektedir. Türkler, mezarlarını uğurlu sayarak korumuşlardır. Çünkü atalar, fiziksel olarak ölümü yaşamış olsa da ruhen diridir ve soyun koruyucusudur.
Türk kültüründe en eski devirlerden itibaren (Hunlar gibi) mezar geleneğinin olduğu kabul edilmektedir. Mezar anlayışı öyle gelişmiştir ki, ölülerini yakanlar bile (mesela Kırgızlar) külleri gömerek mezar yapmışlardır (Roux 1994: 219–220). Alp Er Tonga kendi döneminin geleneği olan yakma yerine
ölen babasını bir sandukaya koyup toprağa vermiştir (Öğer 2008: 517). Türkler ilk mezarlarını gömülen cenazenin üstüne toprak ve taş yığarak oluşturmuş, tümsek şekline getirmişlerdir. Radlof,
Sibirya’daki araştırmalarda gördüğü bu tip mezarların Bakır ve Tunç Çağlarına ait olduğunu bildirir
(Radlof 1994/3: 94) Türkler arasında bu dönemlerden sonraki mezarlarda hem gök kubbeyi hem de dağı simgeleyen mezar tiplerinin yaygınlaştığını görürüz.
Çin yıllıklarının verdiği bilgilere göre, “Türkler, mezarın üzerinde, içinde ölenin tasvirini ve yaşarken iştirak ettiği savaşların temsillerini resmettikleri bir ev inşa etmektedirler.” (Roux 1994: 231). Kül Tigin’in mezarının bu şekilde yapıldığı bilinmektedir. Kurganlar dışında ev tipi mezarların olduğu da kaynaklarda
söylenmektedir.
Bazı Türk topluluklarında mezar yerlerinin saklandığı görülmüştür (Barthold 1987: 375). Bunun sebebi mezarı “hırsızlardan korumak” düşüncesi olmalıdır. Ancak Moğollarda han mezarlarının olduğu
bölgelere girişin yasaklanması ve buralara bekçiler konulması mezar yerlerinin bilindiğini de göstermektedir (Barthold 1987: 370–371). Göktürkler mezarlarını saklamazlar, tersine çok büyük mezarlıklara sahiptirler (Roux 1994: 223). Göktürklerin yılda iki kere atalar mezarı etrafında yoğ/yuğ törenleri
düzenlemeleri de mezar yerlerinin bilindiğini gösteren önemli kanıtlar arasındadır. Türk bölgelerinde
birçok kurganın birbirine yakın mesafede yapılmış olması, Türklerde mezar yerlerini saklama geleneğinin olmadığını gösterir. Radlof’un çalışmaları da bunu kanıtlamakta, bakır devrine kadar giden
büyük mezarlıkların bulunduğunu göstermektedir (Radlof 1994/3: 85–94). Yine de mezar yerleri için
büyük yollardan uzakta olan dağ ve tepeler tercih edilmiştir (Roux 1994: 221).
Ölümle su arasında da bir ilişki vardır. Bu, mezarda da devam etmiştir. Pazırık’taki mezar kazılarında
testi bulunması (İnan 1987: 499), mezara su veya kımız konduğunun da işaretidir. Ayrıca, mezar yeri
olarak ırmak kaynaklarının veya ırmak kenarlarının tercih edilmesi de bu ilişkiyi gösterir. Seyyahların
verdiği bilgilere göre Oğuzlar, ırmakların yönünü değiştirip su yatağına mezar yapmış, sonra suyu
mezar üzerinden akıtmışlardır. Attila’nın mezarı bu şekilde tasvir edilenler arasındadır. Mezar ile su
ilişkisi, hayat ile ölümün “su”dan türediğiyle yani bir bakıma “yeniden doğum”la ilişkilendirilir (Roux1994: 221).
Bıçak, mezarın birey için evrenin bir modeli olduğunu; çünkü mezarın evrenin en alt katmanı olan yeraltını temsil ettiğini söyler. Bu da, ana rahmini temsil etmektedir. Yani ikinci doğum yeridir. Mezarın
yer seviyesinde olması da dünyayı insanların yaşadığı mekâna denk getirir. Mezarın tümsek kısmı
hem göğü hem de dağı temsil eder. Halk mezarları kurgan büyüklüğünde olmasalar da bu mezar
tarzını yansıtırlar (Bıçak 2004: 159).
Mezar, bu dünyadan öte dünyaya geçiş yeridir. Bir kapı gibidir. Bir yandan da ölenin evidir. Böylece
kişi için özel ve onun merkezi olan bir yer oluşturulmuştur. Ruh göğe yükselir, beden, bu merkezde
kalır. Böylece kişi ebedîleştirilir, dünyadaki yeri sürekli hale getirilir. Bir açıdan da mezar, ölenin kimlik
sembolüdür. Ona mezar aracılığıyla seslenilir ve onun iyi olması istenirken, ondan yardım da beklenir
Çin sınırlarından Macaristan’a kadarki geniş bozkırlarda rastlanan kurganlar, İslamlıktan sonraki Türk
mezar mimarisinin en önemli kaynağını oluşturmaktadır. Selçuklu sanatındaki kümbetler ve daha
sonraki türbeler, Eski Türklerdeki kurgan ve bark geleneğinin devamıdır. Eski Türkçede “bark”, “türbe” kavramının karşılığıdır. Köl Tigin, Tonyukuk ve Bilge Kagan’ın da kendi adlarını taşıyan anıtlarının
içinde birer barkları yani türbeleri vardı. Günümüzde Türklerde görülen türbe ziyaret etme geleneği,
kaynağını Eski Türklerin kurgan ve bark geleneğinden, yani atalar kültünden almaktadır. Türkler günümüzde atalarının bark ve kurganları ziyaret etmesi gibi türbeleri ziyaret etmektedirler. Dinî otoriteler tarafından bu ziyaretlerin İslamiyet’e uygun olmadığı ileri sürülse de özellikle bayram arifelerinde
veya bayramın ilk günlerinde Türklerin mezarlık ve türbeleri ziyaretçilerle dolup taşmaktadır.
Eski Türkçede mezar taşı anlamına gelen, sin, tuli ve bengü terimleri kullanılmıştır. Bengü (ebedî) taş
deyimini Kırgızlar kullanırlar, ölen kişinin anısına bir taş diker, taşın üzerine ölenin sureti ile katıldığı
savaşları kazır ve ağıt yazarlardı. Mezarlara dikilen heykellere verilen diğer bir ad da sın, ya da sın taşıdır. (Esin 1978: 104) Sin, insan sureti şeklinde yapılan mezar taşlarına verilen addır (Barthold 1987:
366). Mezar taşlarına çok kısa bir tanımlık yazı yazılır, bazen de sadece tamga şeklinde, hayat ağacı,
hayvanlar, ilahlar, canlı veya soyut resimler kazınır (Roux 1994: 234). Kırgızlar ise ölen kişi halktan ise
tuli denen büyük kuklalar yaparlardı (Esin 1978: 104).
Taş heykeller, genellikle yüksek derecedeki kişiler için dikilmiştir. Taş yoksa yontulmuş bir tahta parçası da taş yerine, mezarlara dikilirmiş (Roux 1994: 217). Mezar taşı insanın gök ile yerin arasındaki varlığına işaret ettiği için dikilmiştir. Bu amaca uygun olarak taştan, yontulmamış taş ve ağaçtan yapılmış
heykeller de mezara dikilmiştir. Ağaç, taş kadar uzun ömürlü olmasa da ölüm anlayışında önemli bir
yer tutar. Eski inançlara göre, ağaç, canlılık ve uzun ömrün sembolüdür. Ağaç, ölümün de yeniden
doğuşun da simgesidir. Bu sebeple hem mezarda hem mezarlıkta hem de cenaze törenlerinde yer
alır (Roux 1994: 232). Ayrıca dikilen nesne ne olursa olsun asıl amaç ölen kişiyi temsil etmesidir.
Balballar da bir tür mezar taşlarıdır. Mezar taşlarıyla balbal arasındaki ilişki tam olarak netleşmemiştir
(İnan 1987: 363). Balbal, ölen kişinin öldürdüğü kişi sayısında, insan biçiminde yontulmuş ve mezarının etrafına dikilmiş taşlara verilen ad olarak anlamlandırılır. Fakat mezar taşı da biçim olarak aynı
özelliktedir. Balbal da mezar taşı da geleneksel olarak Türk dünyasında var olmuşlardır. Kanaatimiz,
mezar taşı geleneğinin daha önce oluştuğu ve balbalların, mezar taşlarından türetildiği yönündedir.
Roux, “balbal, ölünün yaşamsal gücünün toplandığı yer; ölüm sonrası ikamet yeri, belki de ölünün bizzat
kendisidir” der (Roux 1999: 165).
Hakaslar ölülerini tarlalarından uzak noktalara, genellikle de tepelere defnederler. Hakasların bir boyunda ölen kişinin cesedi ağaçta yapılan raf şeklindeki yere konurmuş. Ölenin arkasından üçüncü,
yedinci, yirminci, kırkıncı günleri ile yarıyıl ve birinci yılında olmak üzere toplam altı kez yemek verilir,
kirek dedikleri dualar okunurmuş. Birinci yılında yapılan son törende ölenin bütün akrabaları onun
evinde toplanır ve yemekler yaparlarmış. Sabahına da mezara gidip ateş yakar, mezarın etrafında
dolanırlarmış.
Hunlar ölülerini tabuta yerleştirir, tabutları da altın ve gümüş işlemeli kumaş ve kürklerle örterlermiş.
Kağanın ölümünde yüzlerce insan, diğer hayatta ölene yardım etsin diye kurban edilir, cesetle birlikte
defnedilirmiş.
Uygurlar ölüyü yakarlar, külünü gömerlermiş. O dönemlerde ölen kişi yeni elbiseler giydirilerek, eğer
kağansa hanımıyla birlikte defnedilirmiş. Ölünün yerleştirildiği çadır etrafında yedi defa dolaşılır, bıçak ile alın veya yüzden çizilerek kan akıtılır, yas tutulurmuş. Çin kaynaklarında Uygurların cesetlerini
yaktıklarına ve külünü gömdüklerine dair bilgiler de vardır. Burada da ağıt yakılır, ağıt yakanlar saçlarını keser, yüzlerini boyarlarmış. Ölen bir kağan ise cesedi yakılmaz, tabutla birlikte ıssız ve uzak bir
yere defnedilirmiş.
Beltirler ölüyü Müslümanlar gibi yıkarlar. Sonra ölüye elbise giydirir ve beyaz bir keçe üzerine yatırıp
bir köşeye koyarlar. …Ölü tabuta konduktan sonra evde bir gün kalır. Ölüyü çıkarırken ayakları önde
tutulur. Bu arada yaşlı bir kadın eline bir kap süt alır, at üzerine konulan ölünün çevresinde üç defa
dolaştıktan sonra “Kutumuz gitmesin, kuruy!” diyerek bağırır, ölüye süt serper. Ölü mezara konulduktan sonra atını da orada öldürürler. Eğer takımları ile beraber defnederler. Burada kurban edilen her
zaman at olmamakta koç veya koyun kurban edildiği de görülmektedir. Ölünün elbisesindeki düğmeleri söker, ailesine verirler. Buna “kumarkı” denir. Ölü ile gömülen eşyayı öbür dünyada tersi gerçekleşmesin, ölüye kırık olarak verilmesin diye kırarlar. Mezardan dönenler topluca ölü evine gelirler.
İyice yıkanır, yemek yer ve içerler. Ölenin yakınları, dostları ve akrabalarından bazıları cenaze evinde
üç gün misafir olurlar; geceleri kimse uyumaz.
Orta Asya’da, Hun ve Kök Türk egemenliği devirlerinde Moğollar’dan Hıtay (Kidan)’lar, Şveyler,
Türklerden Dubo (Tuba)’lar ölülerini tabutlara koyup ağaçlara asarlarmış. Bu geleneğin XVIII. yüzyıla
kadar Yakutlarda hatta Kırgızlarda devam ettiği, Kırgızların İslamiyet’i kabul ettikten sonra bu adetten
vazgeçtikleri söylenmektedir.
Eski Türklerde ölenin mezarına yiyecekler, ölenin silahı ve atı birlikte gömülürmüş. Mezar başında bir
at kurban edilip eti yenirmiş. Bütün bunlar ölenin ruhunun gideceği dünyada; yoksul, silahsız, yalnız
ve güçsüz kalmasını önleyerek dünyaya geri gelip yaşayanları rahatsız etmemesini sağlamak amacıyla yapılmaktadır.
Mezarlara bayrak asma geleneği de Eski Türklerde yaygındır. Bu geleneğe Anadolu’da özellikle evliya
ve büyük kişilerin mezarlarında rastlanmaktadır. Bayrak yerine bazen de bez asılmaktadır.
Eski Türkler için ölülerine “aş vermek” en önemli görevlerdendir. “Yoğ/yuğ töreni” adı verilen ağıt törenleri düzenlenir. Başlangıçta aş doğrudan ölüye verilip mezara konulurmuş. İslamiyet’le birlikte bu
tören “sevabını ölünün ruhuna bağışlamak üzere fakirlere yemek, helva dağıtmak, lokma yapıp dağıtmak” şekline dönüşmüştür.
Beltirlerde birinci ölü aşı defnin üçüncü günü az sayıda misafire verilirmiş. Yapılan yemek ve içkilerin
yarısı ölünün ruhu için ateşte yakılır, yedinci gün bütün köy halkı mezarlığa gidermiş. Büyük bir ateş
yakıp yemek ve içkilerden birazını ateşe atarlarmış. Yedi gün kadar hiçbir şey ölü evinden dışarı çıkarılmazmış. Defin töreninden sonraki yirminci gün evde tekrar aş verilir, yemekten sonra ateşe rakı
dökülür ve yemek atılırmış. Kırkıncı günü aynı tören mezarlıkta tekrarlanırmış. Altı ay sonra da aynısı
yapılırmış. En büyük aş töreni ise ölenin ölüm yıldönümünde yapılır, bütün akraba ve dostlar toplanıp
mezara gelir, yemek ve içkileri mezara koyar, kendileri de yiyip içerlermiş. Ölenin kocası/karısı varsa,
mezar çevresinde güneşin dönüş yönüne göre üç defa dolanır ve “Ben seni bırakıyorum” der, bundan
sonra bu dul kadın/erkek evlenebilirmiş.
Bu uygulamalar, aş töreninin çok eski dönemlerden beri din ayrılığına bakmadan bütün Türk boylarında devam ettiğini göstermektedir. Önceleri doğrudan ölüye yemek vermek şeklinde uygulanan gelenek, daha sonraları –din, kültür, vs. sebepleriyle de- “ölüye sevabı değsin” anlayışıyla yaşayan insanlara
yemek vermek şekline dönüşmüştür. Mesela Göktürk hakan ve kahramanlarının yoğ-aş törenine imparatorluktaki bütün ulusların katıldıklarını kitabelerden öğreniyoruz. Aş-yoğ töreni genellikle defin
törenlerinden bir yıl sonra yani yıl dönümüne rastlayan yaz aylarında yapılır. Kül Tegin’in ve Bilge
Hakan’ın aş törenleri de yaz aylarında yapılmıştır. Oğuzların ölü aşı için yüzden iki yüz başa kadar at
kestikleri kaynaklarda anlatılmaktadır. Oğuzlar Anadolu’ya geldikten sonra da bu aş törenlerini devam ettirmişlerdir.
Çin kaynakları, Eski Türklerde yas tutma geleneğinin olduğunu, onların bağıra çağıra ağlayıp yüzlerini
parçalayıp kestiklerini; bu törendeki yasçılara yoğçu/yuğçu veya sığıtçılar/sagıtçılar (ağlayıcılar) dendiğini anlatmaktadır.
Öğer, Uygurlar arasındaki anlatmalardan yola çıkarak, Alp Er Tonga’nın insanın kadrini kıymetini unutmamak gerekir düşüncesinden hareketle yas tutmayı halk arasında zorunlu hale getirdiğini, böylece
bugüne kadar gelen yas tutmanın ve buna bağlı geleneksel uygulamaların Alp Er Tonga döneminde
ortaya çıktığını belirtir. Buna göre defnetme, cenaze evinde birkaç gün yemek pişirmeme, cenazenin
ardından kırk gün yas tutma ve cenaze sahipleri tarafından “kırk yemeği” verme gibi geleneklerin
büyük kısmı Uygur Türklerindeki anlatmalara göre ilk kez Alp Er Tonga döneminde ortaya çıkmıstır
Bengü taşlarda, Kül Tegin ve Bilge Hakan’la ilgili anlatılan yas töreni tasvirlerinden anlaşıldığına göre,
yas tutanlar saçlarını, kulaklarını... kesmekte, feryat ederek ağlamaktadırlar.
Eski Oğuzların yas adetleri Dede Korkut hikâyelerinde geniş bir şekilde anlatılır. Beyrek’in babası kaba
sarığını kaldırıp yere vurur, çeker yakasını yırtar. “Oğul, oğul!” diye ağlar, inler. Ak perçemli anası ağlar,
gözyaşı döker, acı tırnaklarıyla ak yüzünü parçalar, al yanağını çekip yırtar; simsiyah saçlarını yolar. Kız
ve gelinler gülmez olur. Ak ellerine kızıl kına yakmaz olur. Yedi kız kardeşi aklarını çıkarır, karalar giyer... Beyrek’in nişanlısı kara giyer, ak çıkarır. Bunu işiten Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar ak çıkarır, kara
giyer, yar ve yoldaşları akı çıkarıp kara giyerler. Kalabalık Oğuz Beyleri Beyrek için büyük yas tutarlar.
Yaslı çadırın üzerine bayrak asmak Oğuzlarda adettir.
Uygur Türklerinde yası sembolize eden “beyaz bağlamak” âdetinin de Alp Er Tonga’nın isteği üzerine
uygulanmaya başladığı belirtilir (Öğer 2008: 517).
Altay dağlarında yaşayan Kazaklarda yas belirtisi geçmişte beyaz başörtüsü imiş. Kırgız-Kazaklarda
yas tutma tören ve gelenekleri genellikle eski Gök Türk ve Oğuzlarda olduğu gibidir. Bu uygulamalar,
XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Yüz yırtıp saç yolmak, yaka yırtmak, bütün oymağın bir
yıl yas tutması gibi gelenekler hâlâ devam etmektedir.
Diğer bir yas geleneği de elbisenin ters giyilmesidir 

2. Günümüz Türklerindeki Uygulamalar

2.1. Türk Dünyasındaki Uygulamalar
Defnetme, cenaze evinde birkaç gün yemek pişirmeme, cenazenin ardından kırk gün yas tutma ve
cenaze sahipleri tarafından “yemek” verme gibi ölüm konusu etrafında oluşturulan gelenekler, günümüzde Türk dünyasında çok küçük bazı farklılıklar görülmekle birlikte ana hatlarıyla aynıdır. Bu
gelenekleri belli başlıklar altında toplayarak şu şekilde sıralayabiliriz:
2.1.1. Mezarlıklar Çevresinde Uygulanan Gelenekler
Özbekistan’da, mezarlıklar ölü ruhlarının toplandığı yerler olarak kabul edilir, bu yüzden yerleşim
yerlerinden uzakta olmasına dikkat edilir. Bu uygulamanın asıl amacı yani yerleşim yerine uzak olan
yerlere yapılmasının amacı ölü ruhlarından korunmaktır (Baydemir 2009: 662).
2.1.1.1. Mezar
Tatarlarda mezara qaber (kabir) denir. Tatarlarda cenaze defnedilmeden önce günahlarını afettirmek için orada bulunan hocaya Gür Sadakası (mezar sadakası) verilir. Bu sadaka genellikle bir koyun
veya bunun değerinde para ya da bir kap un ile tavuk veya kazdır. Duası okunup mezar sadakası
olarak verilen koyun veya tavuk, etini aşta kullanma şartı ile cenaze çıkan evde bırakılır. Eğer bu sadaka verilmediyse ölen kimsenin ölümünün üstünden üç gün geçmeden verilmesi için acele edilir.
Sadakanın öleni günahlarından arındıracağına, hayattayken tutmadığı oruçları, kılmadığı namazlarını afettireceğine inanılır. Bu sadakaya da fidye adı verilir. Fidye, bir inek, at veya ağıldaki bir yapı olurmuş. Fidyenin buğday olarak verilmesi daha uygun görülürmüş. Günümüzde fidye âdeti kaldırılmıştır
(Zaripova 2004: 8).
Cenaze çıkan ev mutlaka temizlenir; kaynatılmış suyla duvarlar silinir, perdeler yıkanır, yerler temizlenir. Özellikle ölenin yatak ve giysileri yıkanır. Bu giysiler yıkanırken giysiler sol taraftan sıkarak çekilir.
Hayattakilerin çamaşırlar ters çevrilerek serilirken ölenin çamaşırları ters tarafı çevrilmeden kurutulur.
deFin SOnraSI UYGUlanan Gelenekler 231
Mezarın üzerine ölenin babasının, kendisinin adı soyadı, doğduğu ve öldüğü tarihleri içeren başağaç
(tahta direk) dikilir. Bu daha sonra mermerden veya taştan mezar taşına dönüştürülmüştür (Zaripova2004: 8-9).
Tatar Türkleri mezarın üzerine ağaç ve çiçek dikerler. Burada ölen kişinin canının ağaca dönüştüğü
inancının da etkisi vardır. Bu konuda etkili olan diğer bir inanca göre, eski insanlar canı kuşa benzetmiş, ölümü de canın (tın) bedenden uçuşu olarak algılamışlardır. Tu-kiu ve Uygur yazıtlarında “Bilge
Kağan uçtu”, “Babam Kağan uçarak gitti” gibi deyimlerde de bu fikre rastlanmaktadır. Uçan can/kuşun
bedenden ayrılmasının zor olacağı inancı da mezarların üzerine kuşların /canın konması için ağaç
dikmeyi uygun görmüştür (Zaripova 2004: 10). Bu inançta ağaç, ölümün olduğu kadar yeniden doğuşun simgesi olarak da rol oynamaktadır. Yakut Türklerinde de aynı inancın yaşadığını görmekteyiz
(Roux 1998: 222–223).
Tatarlar mezarın üzerine genelde kutsal kabul edilen kayın ağacı dikerler, bazı gruplarda bu kadın
mezarına kayın, erkek mezarına köknar dikilmesi şeklinde de görülmektedir. Bir halk inancına göre
ağaçların yaprakları rüzgârda her sallandığında “dua eder, tespih çekermiş” (Zaripova 2004: 10).
Beyaz renk salık ve temizliği yansıttığı, ölümün kaygı ve karalığını da uzaklaştırdığı için cenazelerde
de kutsal renk olarak yerini alır. Tatarlarda bu daha da belirgindir ve yas rengi beyazdır. Siyah renkli
kıyafet asla giyilmez ve bu şekilde yas tutulmaz. Sadece Astrahan Tatarlarında kadınlar siyah elbise
giyerek ker (yas) tutar ve ölen kişinin defninden sonra bir yıl doluncaya kadar düğün gibi eğlence
yapılan yerlere gitmez (Zaripova 2004: 11). Aynı gelenek Kazak Türklerinde de uygulanmaktadır. Tatar
mezarlıkları ağaçlandırıldığı için uzaktan orman gibi görünür (Zaripova 2004: 12).
Tatarlar, Sovyet dönemine kadar hem Ramazan hem Kurban bayramlarında mezarları ziyaret ederler, bu ziyaretlere genellikle erkekler gidermiş. Sovyet döneminde İslam dini ve uygulamaları yasaklanmasına rağmen mezar ziyaretleri yine devam etmiş hatta bayanlar da ziyaretlere katılmışlardır.
Ziyaretler esnasında kabirler de temizlenir. Küçük yaştaki çocuklar; ölüme alışmaları, imanlı olmaları
ve ölenleri unutmamaları için bu ziyaretlere özellikle götürülür.
Tatar Türklerinde de evliyalara ait mezarların çeşitli hastalıkları tedavi etme gücüne sahip olduğuna
inanılır. Bu tür mezarlarda kurban kesilir, dua edilir, sadaka bırakılır, çitlerine havlu, yazma v.b. asılır. Bu
tür mezarlar genellikle mezarlıktan ayrı bir yerde bulunur.
Mezarlıklar etrafında oluşan birçok inanç da halk arasında yaşamaktadır. Mezarlıktan çilek ve çiçek
toplamak yasaktır. Mezarlıktan geçerken ellerini sallarsan ruhları incitirsin, akşam mezarlığa gitmek
ömrü kısaltır, mezarlığı parmakla göstermek ölümcül hastalığa yakalanmak demektir. Mezarlıkta bir
ağaç kırılır veya düşerse cenaze çıkacak anlamına gelirken mezarlıkta delikler açılmışsa mezarlığı
hortlakların sahiplendiği düşünülür (Zaripova 2004: 12).
Hakaslar, ölülerini tarlalarından uzak, yüksek yerlere defnederler. Yakınlarda bir dağ varsa onu tercih
ederler. Mezarlık kelimesi yerine de ya “tağ” derler veya Arapça’dan aldıkları “surat” kelimesini kullanırlar 
Hakaslarda daha önceki dönemlerde cenazeyi ağaç üzerine yerleştirip sergileme geleneği de uygulanmıştır. Fakat bu tarz uygulamalar kamlar için yapılmıştır (Killi 2007: 73).
Mezarlıktan çıkınca parmakla mezarlık gösterilmez. Hakaslara göre bu davranış yeni bir ölümün habercisidir. Mezarlıktan hızlı bir şekilde ayrılmak gerekir. Dönerken arkaya bakılmaz. Cenaze evden
çıkar çıkmaz yerler süpürülür; tütsülenir 
Hakaslar daha cenaze evdeyken cenazenin olduğu kutsal odaya sofra koyarlar. Yemek hazırlarlar. Bu
yiyecekler ölü için getirilir. Buradaki amaç ölenin öbür taraftaki hayatını sürdürebilmesidir. Ölünün yanına 3 kat elbise (eskiden 9 kat), ebedî azık adı verilen “yağlı et, yumurta, un” konur. Cebine de
bakır para konulur. Bu şekilde hem ölünün ruhundan korunmuş olurlar hem de onun için öbür dünyaya hazırlık yapmış olurlar (Killi 2007: 78).
Cenaze evine gelenler mutlaka yiyeceklerle gelirler. Bu yiyeceklerden bir kısmı ateşe atılıp yakılır. Bir
kısmı da ölüye ayrılır. Kalan kısmı mezarlığa gelenlere dağıtılır (Killi 2007: 73).
Altay Türklerinde de mezarlıklar kutsaldır. Çünkü eski Türk inancında kemik, bedenden kalan tek bölüm olduğu için korunmalıdır. Onun yok edilmesi neslin yok edilmesi olarak kabul edilir. Bu sebeple
de kemikler yığılıp bir arada tutulmalıdır (Güner Dilek 2007: 179).
Buna göre yapılan işlem ve bunu anlatan fiil, “kemik yığmak” şeklinde ifade edilir. Eski Türk inancında iskelet yani kemikler kutsaldır ve ölümden sonra bedenden geri kalan tek bölümdür. Kemikleri
yok etmek hayatı, nesli yok etmektir. Onu korumak, ölüme rağmen varlığın devamıdır (Roux 1999:
134–137). Ölüm sonrasında tekrar yaşama dönüşün, gömülürken “kemikleri yığmak, toplamak ve bir
arada tutmak”la mümkün olduğuna inanılmaktadır.
Kazaklarda ölünün ilk defnedildiği mezarın adı mola’dır. Ölümün birinci yılından sonra molanın üzerine kümbez, zîrat, kesene veya ev manasına gelen ve Arapça bir kelime olan beyit adı verilen taştan
veya demirlerden bir oba yapılır. Türbe yapımı, Türklerde eski bir gelenektir. Hatta Oğuzlarda ölen
kişinin öldürdüğü düşmanı kadar ağaçtan suretlerin mezar üzerine dikildiği de söylenmektedir
Daha sonraları Kazakistan’da İslamî usulde defin gelenekleri yaygınlaşmıştır. Kabirler eğer önemli bir kişiyse kurgan şeklinde yapılmış, bazen taş tuğlalarla örülen minareli, gösterişli kümbetler de
inşa edilmiştir. Mezarların gösterişi ölenin toplum ve devlet katındaki yeriyle doğrudan ilgilidir 
Türbelerin bazılarında yer alan şekil, motif ve figürler geçmiş Kazak hayatı hakkında da bilgiler vermektedir. Kümbet yapıldıktan sonra küçük bir aş verilir ve bunun adına at yarışları tertip edilir. Kazaklar
bunu beyit aşı, kümbet başında icra edilmesinden olsa gerek beyit başı diye adlandırırlar. Bu ziyafetin
ardından ulu aşla ilgili hazırlıklara geçilir (Ünal 2008: 117).
Kırgızlarda da mezar önemli bir yer tutar ve kutsal mekânlar arasında yer alır. “Markumdun tübölüktüü
cayı” (merhumun ebedî yeri) diye adlandırılan mezar için “mürzö”, “kümböz”, “cay”, “beyit”, “körüstön” terimleri de kullanılmaktadır. Kırgızlarda ölünün ebedî evi olduğu inancı doğrultusunda mezarlar iki oda şeklinde hazırlanır. Mezarlar, yoldan geçenler okusunlar, dua etsinler amacı güdülerek
özellikle yol kenarlarına yapılır. Mezar üzerine toprakla, çökmüş bir deve görüntüsü yapılmaya çalışılır. Mezarlar üzerine abide dikmek de ölenin çoluk çocuğunun borcu olarak kabul edilir. Bu abidenin
ölümün üzerinden bir yıl geçtiğinde yapılması gerekir. Yapılmamasının aileye yeni ölümler veya felaketler getireceğine inanılır. Abideler topraktan da mermerden de yapılabilir. Cenaze üç gün bekletildikten sonra gömülür, hemen gömülmesi ayıp kabul edilir (Dıykanbayeva 2009: 94).
2.1.1.2. Mezar taşı
Tatarlarda mezar taşına qaber taşı denmektedir. İnsanlar, eski dönemlerde ölenin mezardan çıkacağına inanır, bu sebeple kabrin üzerini taşlarla kapatırlarmış. Eski Türkler döneminde (V-VIII. yy) de mezarların üzerine çeşitli sözler, şiirler yazılan taşlar dikmişlerdir. (Bengütaş Kitabeleri) Tatar Türklerinde
de mezar taşı geleneği çok eskiden beri bilinmektedir. Özellikle İdil boyu Bulgar ve Kazan Türklerinin
mezar taşları bu konudaki en güzel örneklerdir. Bazı Tatarlar mezarın üzerine heykeller de dikmişlerdir. Bu gelenek dünyanın en eski destanlarından kabul edilen Asur halkına ait Gılgamış destanında da
görülmektedir. Tatar Türklerinde eskiden mezarın üzerine dürbe yani ev gibi yapılar yapma geleneği de vardır. Bu gelenek XIV. yüzyılın Altınordu hanları mezarlarında da korunmuş, Kazan Hanlığı döneminde de Tatarlar tarafından uygulanmıştır. Dürbe yapma geleneğine bugün Tataristan’ın güneyinde
bulunan köylerin mezarlarında da rastlanmaktadır (Zaripova 2004: 9).
Mezarın üzerine ölenin babasının, kendisinin adı soyadı, doğduğu ve öldüğü tarihleri içeren başağaç
(tahta direk) dikilir. Bu daha sonra mermerden veya taştan mezar taşına dönüştürülmüştür (Zaripova2004: 8-9).
Günümüzde Tatar mezarları çarduğan denilen mavi (gök) renge boyanmış çitlerle çevrilir. Ölünün
canının gökyüzüne döneceği fikrini de bu mavi renk karşılamaktadır. Bazen de İslam dininin etkisiyle
yeşile boyanmıştır (Zaripova 2004: 9-10).
Nogaylar da mezarlarına sert kayadan mezar taşları yaptırırlar. Üzerine dualar yazdırır, nakışlar işletirler. Ölüye duyulan saygı sebebiyle mezarlara iyi bakılır (Ergönenç Akbaba 2008: 80).
2.1.2. Ağıt / Yas Tutma
Eski Türklerde yapılan yas törenleri, Türk boylarında o zamanlardaki kadar olmasa da devam etmektedir.
Özbekler ölünün arkasında ağlayan insanlara yığıçi, ağıta ise yığı derler. Daha önceki dönemlerde
göyendä adı verilen özel ağıt yakıcılar da varmış. Bugün özel yasçı tutarak ağıt yakma geleneği kaybolmuştur (Baydemir 2009: 672).
Hässäkäş adı verilen kişiler, ellerinde asaları, başlarında doppi adı verilen özel başlıkları, bellerinde
kuşakları ile ölü evinde ağıtlar yakarlar. Ne kadar çok kişi ağlarsa ölenin ruhunun huzur bulacağına
inanılır. Erkekler sadece defin töreninin yapılacağı gün ağlarlar (Baydemir 2009: 672). Defin töreninin
yapıldığı gün kadınlar ayrı bir odada oturur; yüksek sesle ağlar, ağıtlar yakarlar.
Ölen bir genç veya kız ise çeyizleri dizilir, giysileri serilir, bu dünyadan murat almadan gittiğini anlatmak için ağıt okunmaz, bunun yerine düğünlerde söylenen yar-yarlar okunur (Baydemir 2009: 673).
Kadınlar, yakınlarının ölümünde ağıt yakarak ve göğüslerine vurarak ağlarlar. Ölen kişi kocasıysa kadın, saçlarını yolup dağıtarak ağlar (Baydemir 2009: 673). Saçın açık olması “başsız, sahipsiz kaldım”
duygusunu anlatır (Açık 2004: 147).
Ölüm merasimlerinde, ağıtlar dışında matem ninnileri de söylenir. Özbeklerde bu nazım türüne matem älläläri denir. Matem ninnilerinin amacı oradakileri ağlatmak değil, teselli etmektir. Ağır bir söyleyiş tonuna sahip olan matem ninnileri cenazenin defni sırasında veya defin akşamı toplanan kadınlar
arasında hatun yattı merasiminde söylenir. Bu ninniler, Allah’a ve peygambere hamd ü sena ederek
başlar, dinleyenleri teselli edici sözlerle de devam eder. Bunun amacı, kabirde ilk gecesinde sorguya
çekilecek merhuma yol göstermek, cennete gitmesi için yardım etmektir. Bebek veya küçük bir çocuk
öldüğünde matem ninnilerini akrabalar değil, daha ziyade ällägoy adı verilen profesyonel ninniciler
söylerler (Baydemir 2009: 673–674).
Özbekler, ölenin elbiselerini bir atın üzerine koyup etrafında dönerek onun hayattayken yaptığı iyi
işleri sayıp ağıt yakarlar. Bu törene, ata devre salış merasimi denir. Tören bitince atın kuyruğu kesilir ve
salıverilir (Baydemir 2009: 674). Bu ata artık kimse binmez.
Özbekistan’da yas tutmaya äzä tutiş denir. Bazı yerlerde äzä1 yerine yäyäs kelimesi de kullanılır. Ölen
yaşlı biriyse genellikle yedi ay, genç ise dokuz veya on bir ay yas tutulur. Ölenin yakın erkek akrabaları,
1 Arapçada sabır, cenaze alayı, başsağlığı ziyareti anlamlarındaki azâ kelimesinden türetilmiş olup, Özbek Türkçesinde yaslı,
matemli manasında kullanılır.başlarına doppi takar, sırtlarına çapan giyer, bellerine kuşak bağlarlar. Cenazenin defnedilmesinden
üç veya yedi gün sonrasına kadar böyle giyinilir. Cenazenin yirminci, kırkıncı günlerinde, Ramazan ve
Kurban bayramlarında da bu şekilde giyinirler (Açık 2004: 146).
Kadınlar da ilk üç gün kuşak bağlar, başlarına da sade -mavi ya da siyah- renkli bir örtü bağlarlar. Kuşak
sadece yas evinde bağlanır. Dışarı çıkıldığında açılır ve eve dönüldüğünde tekrar bağlanır. Kuşak ve
örtülerde mavi rengin seçilmesi ölenin ruhunun gökyüzüne çıkmasıyla ilişkilendirilir. Bazı bölgelerde,
genç birisi öldüğünde matem rengi olarak yeşilin tercih edildiği de görülmektedir (Baydemir 2009:
676-677).
Kadınlar gömme töreninin üçüncü günü kuşaklarını açarlar. Matem elbiselerini giyerler. Bazı bölgelerde yedinci güne kadar giyilirken bazılarında özellikle yedinci gün giyilir. Ölünün kırkıncı gününe
kadar yıkanmaz, değiştirilerek giyilir. Kırkıncı gün kir çäydi (kir yıkamak) denilen merasimde yıkanır.
Kadınlar bu sürede eğlence, şenlik ve düğünlere katılamazlar. Kesinlikle takı takmaz, süslenmez, güzel kokular sürünmezler (Baydemir 2009: 678). Yas tutmanın ilk göstergesi üzülmek, ağlamak, ikincisi
de matem renginde giyilen giysilerdir.
Bazı bölgelerde ölü evinin sahipleri, yakın kadın akrabalarına mavi veya siyah kumaştan gömlek diktirip dağıtırlar. Bu gömleklerin yen ve etek uçları dikilmez. Kadınlar evden birisi öldüğünde, gelenek
üzere, dikilecek gömleklik kumaşların ölü yıkayıcılara, vs. dağıtılacak hediyelerin olduğu ölimlik tügüni adı verilen bir bohça hazırlarlar. Gömlek alan kadınlar, ak salar töreninde ölü evine, siyah veya mavi
olmayan bir kumaşla gelirler (Baydemir 2009: 678).
Özbekistan’da matem rengi, bölgelere göre değişir. Fergana Vadisi Özbeklerinde matem elbiseleri
genellikle mavidir. Aynı bölgedeki Ävväl köyünde matem rengi baba ölünce siyah, anne ölünce mavidir. Näukät köyünde kırmızı başörtü matemi simgeler. Nemengan’daki Taciklerde kocası ölen kadın
siyah giysi giyer. Akrabaları ise mavi elbise giyerler (Baydemir 2009: 678, Açık 2004: 146). Fergana’daki
Soh kasabasında matem elbisesi beyaz renkli gömlektir. Beyaz matem elbiseleri, Buhara’da yaşayan
Tacikler arasında da yaygındır. Kuzey Fergana Taciklerinde kocası ölen kadın yas tutarken siyah elbise, babası ölen erkek ise siyah doppi giyer. Son zamanlarda artık siyah elbiseler giyilmemektedir.
Günümüzde Kasansay kasabasında mavi elbiseler matem simgesidir. Vadinin kuzeyindeki Kırgızlarda
kocası ölen kadın siyah gömlek ve siyah manto giyer. Kırmızı da matem rengi olarak kullanılır. Dul
kadınlar alınlarına kırmızı yazma bağlarlar. Taziyeye giden kadınlara kırmızı başörtüsü, erkeklere de
kuşak dağıtılır (Baydemir 2009: 679).
Mavi, ağırbaşlılık ve matem rengi olarak kabul edilir. Ölen kişinin yakınları, ölünün kırkı/bazı yerlerde
yirmisi- çıkıncaya kadar yas dönemini sürdürürler. Kırk gün ölü evinden dışarı çıkılmaz, ağıt yakılır. Bu
bölgelerde yaşayan Oğuzlarda ölen kişinin erkek akrabaları, ölünün kırkı çıkıncaya kadar saç sakal
tıraşı olmazlar. Bölgedeki Kırgızlar tırnaklarını bile kesmezler (Baydemir 2009). Bu kırk günlük yas dönemine Özbekistan’da çile devri denir. Ölen kişi genç ise, düğünler uzun süreli ertelenirken, ölen yaşlı
ise kırk gün sonraya ertelenir (Baydemir 2009: 679).
Defin töreninden sonraki beşinci ya da yedinci günde kir yuvdi töreni yapılır (Baydemir 2009: 679).
Yıkanacak giysiler ikiye bölünür. Ak kir denilenler, ölenin aile bireylerinin ölüm gününe kadar giydikleri elbiselerdir, kara kir denilenler ise defin töreninin yapıldığı gün giydikleri elbiselerdir. Bunların
kirli suları bile karıştırılmaz. Sapa bir yere çukur kazılır ve bu sular oraya dökülür, üstü de kapatılır. Bazı
bölgelerde ölenin elbiseleri yıkanır, yedi gün kapının önünde asılı durur, sonra da yakın akrabalarına dağıtılır. Bu törenden sonra ölü evinde ateş yakılır ve yemek pişirilir. Ölünün yirminci ve kırkıncı
günlerinde törenler düzenlenir. İnanışa göre, ölünün defnedilmesinden üç gün sonra çenesi düşer,
yedinci günde ceset şişmeye başlar, yirmi gün sonra çürümeye başlar, kırk gün sonra ise yarılır. Bir yıl
deFin SOnraSI UYGUlanan Gelenekler 235
dolunca da kemikler hariç bütün vücudu toprak olur. Bu sebeple kırkıncı gün yapılan törenden sonra
ölenin akrabalarından biri, un çorbasından birazcık alıp cenazenin yıkandığı yere gider. Yıkanırken
ölünün ayaklarının uzatıldığı tarafa küçük bir çukur açar, çorbadan yavaş yavaş oraya döker, sonra
da oraya bir iğne batırır (Baydemir 2009: 680). Bu, ceset birden yarılmasın, ölü azap çekmesin, ayak
tarafından kolayca yarılsın isteğinin ortaya çıkışıdır.
Yıl aşı yemeğinde yas tutan kadın akrabalar yemekten sonra ölü evinde toplanırlar. Fergana’da åk
kiydi, Harezm taralarında åk giyiş, Taşkent’te åk sålär denen tören yapılır. Kadınlar, diktikleri beyaz
gömlek ve beyaz başörtülerini yanlarında getirir, yaşlı bir kadın: “Yaşayacağınız dert bu kadar olsun,
bundan sonra evinizde şenlik olsun, aklığınız mübarek olsun” dedikten sonra matem elbiselerini çıkarır ve beyaz gömlekleri giyer, beyaz başörtülerini bağlarlar. Bu yaşlı kadına, aksaç hatun adı da verilir.
Böylece aile yastan çıkmış kabul edilir (Baydemir 2009: 680).
Mezarlıklar, Ramazan, Kurban ve Nevruz bayramlarında ziyaret edilir. Bayram günü erken saatte erkekler mezarlıkta toplanır, bayram namazı burada kılınır (Baydemir 2009: 681).
Tatarlar eskiden göslä adını verdikleri telli bir müzik aleti eşliğinde ağıtlar söylerlermiş. İslam dininin
kabulüyle birlikte bu tarz ağıtlar yerini ölüm, ahiret, evlat acısı, vatanını kaybetme hüznü gibi konuları
işleyen daha dinî içerikli münacatlara bırakmış (Zaripova 2004: 5). Artık bugün Tatar Türklerinde saç
yolarak, yüzlerini tırmalayarak, bağırıp çağırıp ağlayarak yapılan yas törenleri görülmemektedir.
Tatar Türkleri, İslam dinini kabul ettikten sonra cenaze törenlerini İslam dinine uygun bir şekilde uygulamaktadırlar. Belki bu yüzden ağıt söyleme geleneği Tatar Türklerinde korunmamıştır. İslam dinine göre ölüm, Allah’ın takdiri olarak görüldüğü için cenaze olan evde yüksek sesle ağlamak uygun
görülmez. Ölüm, Allah’a kavuşmak olarak düşünüldüğünden bir “geçiş”tir. İsyan etmemelidir. Sessizce
ağlanabilir (Zaripova 2004).
Kazaklarda yas geleneği hâlâ devam etmektedir. Bir cenaze olduğunda ilk olarak ölen kişi adına ak
üy(tigüw) “ak çadır” kurulur ve bu ölü çadırına kara bağlanır (Qara Turgızuw). Türk kültüründe kara da
ak da matem rengi olarak kabul edilmektedir. Kazaklarda matem rengi genellikle karadır. Eğer ölen
kişinin eşi ak bağlıyor, ak çadır kuruluyor, erkek evlatları ak kuşak bağlıyorlarsa onurlu bir kişinin öldüğü anlamına gelir (Ünal 2008: 109). Karalı üy denildiğinde ölü evi, yas evi kastedilir. İdil Bulgarlarında
da bu geleneğin olduğu nakledilmektedir (Ünal 2008: 109).
Oğuzlarda da yas çadırına veya yas olan yere bayrak asılır. Dede Korkut’ta yaslı evlere asılan bayrakla
ilgili olarak kullanılan “karalu, göklü otağ” ibaresi de bunun bir işaretidir. Kazak ve Kırgızlarda çadıra
kara bayrak asma geleneği hâlâ devam etmektedir. Bayrağın beyaz olması o evde bir şehit olduğu
anlamına gelir. Kazaklarda yaşlı biri ölünce ak, orta yaşlı biri ölünce aklı karalı, genç biri ölünce de kızıl
renkli bayrak bağlanmaktadır. Töre (han/idareci) soyundakiler için “kızıl tuğluk töre” ise kızıltuğ, “ak
tuğluk töre” ise aktuğ, “kök tuğluk töre” ise köktuğ dikilir (Ünal 2008: 109).
Kara rengin çadıra bağlanmasının iki ana sebebi vardır. Birincisi, aş vermenin başlayacağı anlamına gelmesidir. Kara köterdi denen bu uygulama aş verme ile ilgilidir. İkincisi de bu işareti görenlerin
Fatiha okumaları şartını bildirmesidir. Gelen giden ziyaretçiler de karalı üyde karşılanır ve uğurlanır
Ölümün yedinci günü “yedisi” verilir. Yedisinde cenazeyi yıkayan kişilere elbise ve kumaş dağıtılır.
Kırkında ise “kırkı”, bir yıl dolduğunda ise büyük aş ve şölenler tertip edilir (Ünal 2008: 110).
Eski Kazak geleneklerinde ölü aşına kadarki sürede matem tutulurmuş. Ölen kişi, bir kadının kocası
ise, kadın ağlar ve elini yüzünü yolarmış. Yıl boyunca yasına devam eder, başına ölümü hatırlatan ak
bürkey (beyaz börk) takarmış
Bütün Türk boylarında ölünün ardından ağlama, feryat etme, saç yolup yüz parçalama ortak bir yas
unsurudur. Bengütaşlarda Kültegin ile Bilge Kağan’ın matem törenlerinde, Göktürklerin yas tuttukları, saçlarını, kulaklarını kestikleri, feryat edip ağladıkları anlatılmaktadır (İnan 1986: 196).
Oğuzların yas adetleri daha çok Dede Korkut hikâyelerinde anlatıldığı gibidir. “Beyrek’in babası kaba
sarığını kaldırıp yere vurdu. Çekti yakasını yırttı. Oğul oğul diyerek ağladı, inledi. Ak perçemli anası ağladı,
gözünün yaşını döktü. Acı tırnaklarıyla, ak yüzünü parçaladı, al yanağını çekti yırttı. Simsiyah saçını yoldu. Kızı, gelini kas kas gülmez oldu” (İnan 1986: 196). Ağıt yakıp ağlama geleneğinin benzer şekillerde
Moğollarda da olduğu bilinmektedir.
Kazak ve Kırgızlarda ölü ardından matem tutulduğunu en iyi gösteren işaret, özellikle Kazaklar arasında yaygın olan joktav/coktav adlı ağıtlar ve buna bağlı olarak ağıt yakma geleneğidir. Eski Türkçe’de
sağu veya sav denilen halk arasında ağıt olarak bilinen ölümü, ölen kişiyi anlatan şiirlere Kazaklar arasında joktav/yogtav denir. Joktav, eski Türklerde ölümle ilgili tören ve kutlamaların ortak adı olan yoğ/
yuğ kelimesinden türemiştir. Bu sözcük sadece ağıtı karşılar. Kazaklarda erkekler tarafından çadıra
kara bağlandıktan sonra joktav denilen ağıt yakma faslı başlar (Ünal 2008: 111). Joktavların belirli bir
üslubu ve kuralları vardır. Sanat değeri olan ürünlerdir.
Ağıt yakma geleneği, Türklerde tarihin derinliklerine kadar uzanmaktadır. Avrupa Hun hükümdarı
Attila’nın cenaze töreni tasvir edilirken, ozanlar ve savaşçıların, Hun dilinde ağıtlar söylediğinden
bahsedilmektedir. “Muncuk’un oğlu Attila, en kahraman milletlerin efendisi. Sen İskitya ve Germanya’ya
sahip olduğun gibi, sayısız şehirleri de zapt ettin. Her iki Roma imparatorluğunu da korkutarak kendine
diz çöktürdün. Onlardan yıllık vergi aldın. Kaderin bütün bunları yaptıktan sonra düşmanların hıyanetinden yahut yarasından değil, halkının arasında hiçbir acı duymadan öldün.” (Ünal 2008: 111–112).
Hepimizin bildiği en eski Türk ağıtlarından biri, Alp Er Tunga ağıtıdır:
“Alp Er Tonga öldi mü,
Isız ajun kaldı mu,
Ödlek öçin aldı mu,
Emdi yürek yırtılur,
Ödlek yarağ küzetti,
Oğrı tuzak uzattı,
Beğler beğin azıttı,
Kaçsa kalı kurtulur” (Kaya 1999: 256).
Kırgız destanı Manas’ta da ağıt yakma geleneği görülür. Köketay ölünce anası karalar giyer, eşi
Gülayım, altmış kadınla birlikte ağıtlar söyler (Kaya 1999: 250).
Hemen hemen bütün Türk topluluklarında ağıt yakma geleneği vardır. Hâlâ da yaşamaktadır.
Anadolu’da da çeşitli yörelerimizde bu geleneğin canlı olarak yaşadığını görmekteyiz. Kazaklarda joktavlar ya ölen kişinin eşi, kızları, gelinleri veya kız kardeşleri tarafından söylenir veya meşhur akınlar
tarafından söylenir. Ölenin ilk yıl devriyesine kadar devam eder (Ünal 2008: 112). Joktav denilen ağıtlarda, ölen kişinin meziyetleri, yiğitliği, söz ustalığı, erdemleri, zenginlik ve beyliği kısacası ne kadar
güzel huyu varsa bunlar birer birer sıralanır. Ağıt, gün doğarken ve gün batarken olmak üzere günde
iki kez söylenir (Ünal 2008: 112).
Taziyeye gelenler ölü çadırına alınır. Burada yaşlı kadınlar, gelinler, genç kızlar özel yas kıyafetlerini
giymiş olarak bulunurlar. Sürekli joktav söylemeye devam ederler. Gelenler de katılıp ah çeker ağlarlar. Joktav bittikten sonra Kur’an okunur (Ünal 2008: 113).
Kazaklarda hâlâ canlı olarak yapılan bu törenlerin ihtişamı, ölen kişinin devlet ve toplum katındaki
konumuna, makam ve mevkiine bağlıdır. Ölen kişi töre2
 sülalesinden biri ise veya toplum katındasaygın bir  ise törenler daha muhteşem bir şekilde yapılır.
Eski Türklerde ölümle ilgili olarak kullanılan yog/yoğ kelimesinin karşılığı, Kazaklarda as’tır. Divanü
Lûgat-it-Türk’de (DLT 1999: 143) yoğ, “matem, yas, ölü gömüldükten sonra üç veya yedi güne kadar
verilen yemek” diye izah edilmektedir. Yine Divanü Lûgat-it-Türk’te (DLT 1999: 309) yogladı kelimesi,
“ol ölügge yogladi” (o, ölü için yemek verdi) şeklinde açıklanmaktadır. Kutadgu Bilig’de (KB 1979: 549)
yog, “yas, matem” anlamında kullanılmıştır. Kazaklarda cenazenin gömülmesi ile ilgili işlemlere “yolcu
etmek” anlamına da gelen “meyit uzatuv” denir. Bu tarz törenler, atalara saygı olarak değerlendirildiği
için önemli bir vazife sayılmıştır. Kazaklarda cenaze için tören, şölen, ziyafet düzenlemek yaygın ve
önemli bir gelenektir. Bu tarz şölenlerin yiyip içmekten çok yarışmalara dayalı olduğu görülmektedir
(Ünal 2008: 106).
Kırgızlar kadınların söylediği ağıtlara “koşok”, erkeklerin söylediği ağıtlara da “ökürüü” derler. Cenaze
evine gelenler de ya “koşok” söyleyerek veya “ökür”erek gelirler. Sadece ölü evine ağıt yakılarak gelinir
(Dıykanbayeva 2009: 90).
Kırgızlarda cenaze hemen defnedilmez. Bu ayıp sayılır. Üç gün bekletilir. Üç gün boyunca taziye ziyaretleri devam eder. Önce ölü eviyle birlikte ağlayan misafirler, daha sonra evdekileri teselli etmeye çalışırlar. Bu üç gün boyunca ev çok kalabalık olur. Kurban kesilir, yemek verilir, sofralar hiç kaldırılmaz.
Bu uygulamalar işbirliği içinde herkes tarafından yapılır (Dıykanbayeva 2009: 93).
Kırgızlarda defin töreni için gelenlere “cırtış” (kumaş parçası) dağıtılır. Bu kumaş dağıtma uygulaması
yaşlı kimselerin ölümünde yapılır. Bu cenazeye katılanlara bir hediyedir. “Siz de bu kişi gibi çok yaşayın, yaşlanın” anlamına gelir (Dıykanbayeva 2009: 93).
Kırgızlarda ölen kişinin cuma günü defnedilmesi durumunda, cennete gideceği inancı vardır
(Dıykanbayeva 2009: 93).
Gömme işleminden sonra cemaat kırk adım kadar gider, sonra durur, mezara doğru dönüp oturur
ve tekrar dualar okur. Artık ölen kişi sorgu melekleri tarafından sorgulanacaktır, dua okuyarak ona
yardımcı olunacağına inanırlar. Sonra eve doğru yola çıkarlar, eve yaklaşınca ökürmeye başlarlar.
Kadınlar da çadırda ters dönüp oturmuş vaziyette bu ökürmeye eşlik ederler. “Ökürüü” ölen kişinin
yaşına göre uzun veya kısa olur.
İmamın Kur’an okuması ve yemeklerin yenmesinden sonra ölen kişinin giysileri ölü yıkayanlara ve
akrabalarına dağıtılır (Dıykanbayeva 2009: 94).
Kırgızlar definden sonra üçünde, yedisinde, kırkında ölülerini mutlaka anarlar. Bir yıl boyunca da ölü
için yemek verirler. Buna “cıldık” (yıllık) veya “aş” denir. Bu yemekler sırasında kurban kesilir, yemek
verilir (Dıykanbayeva 2009: 95).
Kırgızlarda Kazaklarda da olduğu gibi yas tutma âdeti vardır. Ağıt da yakarlar. Bu uygulama bazı bölgelerde kırk gün iken bazı bölgelerde bir yıl sürer. “Ölü aşı”na kadar devam eder. Kadının kocası ölmüşse bir yıl yas tutar. Renkli giysiler giymez, makyaj yapmaz, toplum içine çıkmaktan kaçınır. Sabah
ve akşamları da ters oturarak ağıtlar yakar. Kocası ölen bir kadın, eskiden yüzünü tırmalar, saçlarını
yolar, kendine zarar verirmiş (Dıykanbayeva 2009: 95–96).
2 töre: 1. (eskiden) Asilzade, aristokrat; 2. Yüksek makam, mevki sahibi; 3. Kadı, hâkim.
3 biy / bî: 1. Bir anlaşmazlığı gidermek için iki tarafı dinleyerek karar bildiren kimse, kadı; 2. İyi söz söyleyen, hatip.
4 batır: 1. Bahadır, kahraman; 2. Cesur, yürekli.
238 aile YazIlarI / 8
Yas tutma göstergesi başa bağlanan örtüdür. Kırgızlar buna: “başı karaluu, beti caraluu” (başı karalı,
yüzü yaralı) der. Ağıt yakma ve yas tutma geleneği XIX. yüzyılın ortalarından itibaren yavaş yavaş
kaybolmuştur (Dıykanbayeva 2009: 96).
En son anma, “ölü aşı” verilerek yapılır. Buna herkes davet edilir (Dıykanbayeva 2009: 96).
Yas süresi “ölü aşı”nın verilmesiyle biter. Bu şölene uzak yakın herkes çağrılır. Kurbanlar kesilir, yemekler yapılır. Büyük sofralar kurulur. Aileyle birlikte bütün davetliler de mezarlığa giderler. Burada
Kur’an okunur, dualar edilir. Evde kalanlar yine ağıtlar yakarlar. Gelen misafirlere yemek ikram edilir, dualar edilerek şölen bitirilir. Ölen kişinin en yakın akrabaları yas evinde kalırlar. Dul kalan kadın
ise, yas elbiselerini çıkarır (“karasın aluu” karasını çıkartmak). Bundan sonra kadın yas tutmayı bırakır
(Dıykanbayeva 2009: 96).
Kırgızlarıdaki yas (yoğ/yuğ) törenleri zaman içerisinde biraz değişikliğe uğramış olsa da ölen kişinin
ardından hâlâ aynı gelenekler devam ettirilmektedir. Temel olan adetler yaşatılmaya devam etmektedir (Dıykanbayeva 2009: 97).
Nogaylarda da ölü ile ilgili defin ve yas törenleri devam etmektedir. Nogaylarda herkes ölen için yas
tutmak ve ona saygı göstermek zorundadır. Kırgızlar gibi Nogaylar da cenazelerini hemen defnetmezler. Gelenleri bir iki gün ağırlamak gereklidir.
Ölü evinde yas tutulması geleneği, diğer Türk boylarında olduğu gibi Nogay Türklerinde de vardır.
Nogaylarda yakını ölen kişi ağlar, ama dövünüp kendini parçalayarak ağlaması hoş karşılanmaz. Ölü
evinde ağıtlar da yakılır. Ağlayıcılara “bozlaycı”, ağıta da “bozlav”denir. Dede Korkut’ta da aynı kelimeyle karşılaşmaktayız. (Ergin 1997: 54-9): “buzla-: bağırarak ağlamak; buzlaş-: birlikte bağırarak ağlamak (Ergin 1997: 224-2); buzlat-: ağlatmak, feryat ettirmek; bağırtmak” (Ergin 1997: 136-37).
Eski bozlavlar, günümüzde de Nogay Türkleri arasında hâlâ söylenmekte, bazen de yeni ağıtlar yakılmaktadır. Ama ağıt söyleyenler azalmıştır (Ergönenç Akbaba 2008: 79) Bir Nogay Türkü öldüğünde
yedisi, kırkı, elli ikincisinde, yüzüncü gününde ve ölüm yıldönümünde dualar okunur. Kırkıncı güne
çok önem verilir. Herkes ölüsüne dualar ettirir. Ölüm yıldönümünde de yine Kur’an okunur. Ölenin
eşyaları fakirlere verilir. Bundan 30–40 yıl öncesine kadar ölüm olan evde torba torba çörek dağıtılır,
gelenlere et yedirilir, çorba içirilir, tatlı sunulurdu. Çocuklara simit, çörek verilirdi. Fakirlere, düşkünlere, öksüzlere sevap kazanmak için dua yemeği dağıtılırdı. Bu; en az yüz elli, iki yüz torba yemeklik
malzeme anlamına gelir. Nogay Türklerinin bugünkü ekonomik durumu kötü olduğu için artık bu tür
şeyler yapılmamaktadır. Misafirlere çoğunlukla sadece çay verilmektedir. Dağıstan Nogayları hâlâ ölenin ardından taziyeye gelenlere et yedirmekte, çorba içirmekte, tatlı ikram etmektedirler (Ergönenç
Akbaba 2008: 80).
Hakaslarda ölüm karşısında aşırı acı duymak, yüksek sesle ağlamak, aşırı gözyaşı döküp dövünmek
hoş karşılanmaz. Bu davranışın ölünün ruhunu rahatsız edeceğine ve canlı birinin ruhunu peşinden
sürükleyeceğine inanılır. Onlar, sadece avuç içlerini birbirine vurarak acılarını ifade ederler. Bu şekilde
kötü ruhları da kovmuş olurlar.
Dul kalan kadın veya erkek bir yıl yas tutar. Üç yıl boyunca da rüyasını anlatmaz, tokalaşmaz, düğünlere davet edilmez. Kırkıncı güne kadar kendi avlusundan dışarı çıkamaz (Killi 2007: 70).
Günümüzde Uygur Türkleri arasında yas rengi “beyaz”dır. Ölen kişinin akrabalarından erkek olanlar
beline beyaz kumaş bağlar; kadın olanlar da başına beyaz örtü takarlar. Ölümün yedinci gününe
“yette nezir” adı verilir. Yedisinde bir yemek verilir. Erkekler bu yemeğe kadar beline bağladıkları beyaz
kuşağı çıkarmazlar. Kadınlar ise “kirik nezir” adı verilen ve ölümün hemen ardından başlarına bağladıkları beyaz örtüyü kırkıncı günde verilen yemeğe kadar çıkarmazlar. Kırkıncı günde bir kadın yas
tutan bayanları teselli ederek onların başındaki beyaz örtüyü alır, onun yerine farklı renkte bir örtü
deFin SOnraSI UYGUlanan Gelenekler 239
verir. Bu uygulamaya “karisini ostus” adı verilir. Uygur Türklerindeki bu “beyaz bağlama” âdetinin Alp Er
Tonga’nın isteği üzerine uygulanmaya başladığı belirtilmektedir (Öğer 2008: 517).
2.1.3. Aş / Aş Vermek / Ölü Aşı (Yemeği)
Aş verme geleneği bütün Türk topluluklarında ve Anadolu’da canlı bir şekilde devam etmektedir.
Cenazenin defninden sonra mezarlıktan ölü evine dönülür, taziyede bulunulur ve ölenin “yedisi” ilan edilir. “Uyga borar” (eve gidelim) adı verilen bu geleneğe göre merhumun evine gelen misafirler eve girişte
ellerini ılık suyla yıkarlar, molla ya da hoca kadının duası ardından sofraya oturup yemek yerler. Tekrar bir
dua okunur ve kalkılır. Sofrada geleneksel yiyecekler bulunur. Cenazeye katılacaklar için hazırlanan yemeğe “qora oshi” (yas yemeği) adı verilir. Fakat bu yemek ölünün evinde değil, komşularında pişirilir. Ölü
evinde cenaze defnedilinceye kadar yemek pişirilmez (Açık 2004: 145). Bazı bölgelerde de kurban kesilir,
onun eti gelenlere ikram edilir. Defin töreninden sonra imamın oturduğu sofraya, dua etmesi için
bunlardan konulur. Harezm bölgesinde cenaze çıkan evde pilav pişirilir ve dağıtılır. Bu pilav insanlara
değil yemeleri için damlara serpilerek kuşlara verilir (Baydemir 2009: 674).
Kadınların ölü evine götürdükleri yemeğe ölü aşı derler. Ölü evinde pişirilen yiyecekler ölmüşlerin
ruhları için hazırlanır. Defin töreninin üçüncü gününden sonra Allah rızası ve ölene hayrı olması için
koyun kurban edilir. Bunun etiyle çorba veya pilav pişirilerek gelenlere ikram edilir veya dağıtılır. Arife
günlerinde, kırkıncı günde de evlerde un çorbası, pilav pişirilir ve komşulara dağıtılır. Bayram namazı
kılındıktan sonra, iki bayram arasında ölenlerin evleri ziyaret edilir.
Özbekistan’da ölümün yedi, yirmi ve kırkıncı günlerinde ölen kişinin hayrı için yemek (genellikle
Özbek pilavı) verilir. Bu yemeğe “Hudåyi kılmak” denir. Özbekler genellikle cuma ve pazartesi akşamları özel bir yemek pişirip dağıtır, ikram eder ve Fatiha okurlar. Çarşamba, perşembe veya cuma günleri de mezarlıkları ziyaret ederler. Bu ziyaretlerde sadaka verme ve hatıra türünde eşyalar bırakma
âdeti de yer alır (Açık 2004: 145). Ölünün defnedilmesinin üzerinden dokuz ay veya bir yıl geçtiğinde
yıl doldısı veya yıl aşı denilen yemek verilir. Bazı yerlerde yüzüncü günde de tören yapılır. Ölenler için
ara ara mevlit okutma geleneği de vardır. Bunu genellikle kadınlar yaparlar 
Yazın ölen için pişirilen yemeğe yaz aşı, bayramda ölen için pişirilen yemeğe de eyit aşı denir
Tatar geleneklerine göre cenaze çıkan evde asla yemek yenilmez ve çay içilmez. Yemek ve çayı komşular hazırlarlar, davet ederler. Bazı bölgelerde cenaze çıktığı gün kurban kesilir, aş meclisi yapılır.
Tatarlarda ilk aş, defin töreninden üç gün sonra verilir. Sonra da yedinci, kırkıncı günleri ile yılında
uygulanır. Cesedin kemiklerinden ayrıldığı ve kabir azabının başladığı gün diye bilinen elli ikinci gününde sadaka da verilir. Aş’a, ölen bayan ise bayanlar, erkek ise erkekler çağırılır. Sofraya tuqmaçlı aş
(tel şehriyeli çorba), beliş, et, çay konulur. Çaya özel olarak älbä hazırlarlar. Älbä, un, yağ ve şekerden yapılan ve helvayı andıran bir çeşit tatlıdır. Galiba eskiden älbä yas tatlısı olarak geniş kullanımda olmuş
(Zaripova 2004: 13). Aş’a gelenler birbirine sadaka verir. Bu sadaka daha çok mendil, madenî para,
kaşık, sabun, vs. gibi şeylerden oluşur. Ölenin giysileri kırk gün sonra çocuklarına, yakın akrabalarına
veya fakirlere dağıtılır. Bu yapılmazsa ölenin öbür dünyada çıplak kalacağına inanılır (Zaripova 2004:
13). Salık, temizlik, iyilik ve bereketi temsil eden un verme geleneği ölüm törenlerinde de vardır. Bir
tabak dolusu un, ölenin yattığı yerde Kur’an okuyana, yalnız birine veya hasta birine verilir.
Bazı Tatar grupları yas aşı başlamadan mezara gidip öleni de aş’a davet eder, sonra da onu geri mezara uğurlarlar. Tatarlar, eski Türk dininden kalan bu tarz törenleri de uygulamaktadırlar. Aynı tören
eski Türk dini geleneklerini çok iyi koruyan Çuvaşlarda da vardır. Çuvaşlarda yas aşı mezara konularak
doğrudan ölene sunulmaktadır (Zaripova 2004: 14). Bazı Tatarlar ölenin kırkında üç kurban keserler.
İlk kurbanı (koyundur) da rahmetliye adarlar. İkincisini (tavuktur) ölmüşlerine adarlar. Üçüncüsünü de
(balıktır) bütün ölenlerin ruhuna adarlar (Zaripova 2004: 14).
Kazan Tatarlarının inancına göre, ölünün canı kırkına kadar evine her gün, kırkından sonra ise ancak
perşembe günleri kuş veya kelebek kılığında dönermiş. Bu da Tatar Türklerinde uygulanan cenaze
merasimlerinin İslam dinine göre yerine getirilmesi yanında Şamanizm devri inançlarının da devam
ettiğinin göstergesidir. Bu inançlardan bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür: cenaze çıkan evde
aynaları örtme, ölenin göğsüne demir nesne koyma, kefeni düğüm yapmadan, iğneyi kendinden yana
tutarak dikme, ardıç ağacı tütsüleme, ölenin yıkanan giysilerini ters çevirmeden kurutma, cenazeyi evden
çıkarırken kapı kenarına değmemesine özen gösterme, yeni kazılmış mezarı yalnız bırakmama, bırakıldığı sırada içine demir nesne koyma, mezarın üzerine ağaç dikme, mezar taşı dikme vb. Buna ek olarak
Astrahan ve Sibirya Tatarları, Kazan Tatarlarından farklı olarak, bugün de ölü arkasından ağıtlar yakarlar (Zaripova 2004: 14).
Hakas Türkleri ölen kişi için altı defa anma töreni yaparlar. Buna kirek denir. Bu törenlerde mezarın etrafını dolaşır, ölüye yemek ve ikramlar götürürler. Bu tarz törenlerden ilki ölünün üçünde yapılır. Buna
sadece yaşlılar katılır. Üç kâse yiyecek yakılır. Mezarlığa gidilmez. Müzik aleti eşliğinde söyleyen çalan
destancılar (kaycı / haycı) davet edilir. Yedisinde de benzer törenler yapılır. Bu tören bazen ölünün
dokuzunda yapılır. Tanıdık ve akrabalar da buna katılır. Bu törene gelenler eli boş gelmezler. Yiyecek
ve içecekler çatal bıçak olmadan yenir. Sabah erkenden mezarlığa gidilir. Mezar başında anma ateşi
yakılır. Mezara içki dökülür. Öğleye doğru mezarlıktakiler ölü evine gelir, yer içerler. Bu yedi günlük
sürede ev sahiplerinin keskin nesneler kullanması da yasaktır. Ölünün yirmisinde de mezarlığa gidilmeden tören gerçekleştirilir. Üç kâse yemek yakılır. Kırkında büyük bir anma töreni yapılır. Artık ölenin ruhu ölümü kabul etmiştir. Gece uyunmaz, sabah erkenden mezarlığa gidilir. Tekrar anma ateşi
yakılır, ölüye yiyecek içecek ikram edilir. Yarım yıl dolduğunda da bir tören yapılır. Bu törenin eski ay
çıktığında yapılması gereklidir. Bu sefer iki kâse yiyecek yakılır. Gece kimse uyumaz. Sabahleyin mezarlıkta toplanılır ve anma ateşi yakılır. Son anma töreni yılında yapılır. Herkes ölü evinde toplanır. Bir
kâse yiyecekten bir avuç yakılır. Sabah mezarlığa gidilir. Son defa anma ateşi yakılır. Mezarlık etrafında
dönülür. Bu işlemden sonra tören biter.
Eski ay çıkacağı zaman gece vakti kam çağrılır. Kam gelip kara ruhu kovar. Ocaktaki kazan da tersine
çevrilir. Hakaslar üç yılda ölenin ruhunun başka bir bedende hayat bulduğuna inandıkları için bundan sonra anma töreni yapmazlar (Killi 2007: 80–84).
Altay Türklerinde de ölünün ardından aş verme geleneği vardır. Ölümden sonra ilk yapılanlardan biri
mezara hediye bırakma(koygon)dır.
Altay Türklerinin inanışına göre ölen kişinin ruhu üçüncü gün eve sıcak yemek yemek için gelir, yedinci
gün yatağını döşeğini silkelemek ve sıcak yemek yemek için gelir. Kırkıncı gün geldiğinde ise ancak öldüğünü fark eder, evdeki malını kontrol eder ve doyuncaya kadar yemeğini yiyerek döner. Bu yüzden
ölümün üç, yedi ve kırkıncı günlerinde cenazeye katılanlar için tögü/çaçılgı adı verilen koyun etiyle
yapılmış bir ölü yemeği hazırlanır (Güner Dilek 2007: 182). Ölümün yedinci gününde yapılan törenin
adı konok’tur. Kırkıncı günü yapılan törene üzit bayramı derler. Yıldönümünde yapılan “son yemek”
anlamına da gelen aş verme törenine de “kalgan aş” denir (Güner Dilek 2007: 181).
Gömme törenleri ve anma kültüyle ilgili en eski törenlerden biri ölü aşı adı verilen törenlerdir. Bu aşın
aslı ölüye yemek verme, ölü ruhu tarafından rahatsız edilmeme ilkesine dayanmaktadır. Daha sonra
İslamiyet’in de kabul edilmesiyle birlikte gelenek devam etmiş, sadece şekli değişmiştir.
Altay ve Yenisey Şamanist boylarında defnin üçüncü, yedinci, yirminci, kırkıncı günlerinde ve altıncı
ayında ölüye aş verme törenleri yapılır (İnan 1986: 189–190). Yapılan kazılarda elde edilen bulgular,
ölenle birlikte mezara ölünün kıymetli eşyalarının yanı sıra yiyecek içecekler de sunulduğunu göstermiştir (Ünal 2008: 117). İnan, eski devirlerde ölüye sunulan aşın daha sonraları kurban sunma şekline;
oradan da ölünün ruhunun da katıldığı düşünülen şölenler tertip ederek kurban kesme şekline dönüştüğünü belirtir.
Göktürklerde aş/yoğ töreninin birinci yıl dönümünde yazın yapıldığı da vurgulanmıştır. Oğuzlar,
Anadolu’ya geldikten sonra da bu geleneği sürdürmüşler, hatta savaşta ölen Oğuz kahramanları “akboz atımı boğazlayıp aşım veriniz” vasiyetinde bulunmuşlardır (İnan 1986: 193). Aş törenlerinin yapıldığı yere hatıra anıtlar yapıldığı görüşünü de öne süren İnan, Bengü taşların olduğu bölgenin de bu
şekilde yapılmış olabileceğini belirtmektedir (İnan 1986: 193).
Aş verilen yere anıt dikme geleneği Kazaklarda da karşımıza çıkar. İnan, 1920’de Jayık nehri boylarında konargöçer Cağalbaylı uruğunun yaylalarında bu geleneğin izlerine rastladığından söz eder
(1986: 194). I. Dünya Savaşı’nda ölen bir Kazak Türkü’nün aşının verildiği yere ölenin akrabaları tarafından kitabe dikilmiştir. Son dönemlerde, eski Türklerdeki aş/yog törenlerinin en gelişmiş şekline
Kazak Türklerinde rastlanmaktadır. Kazaklarda bu tören, şölen havası içerisinde tertip edilir, adına as
denen ziyafet sonrasında at yarışları (bayge) ve spor müsabakaları da yapılır. Kümbet (mezar) yapımı
ve beyit aşı verilmesinden sonra ulu aş hazırlıklarına başlanır, obanın ileri gelenleri ulu aşın düzenini
görüşürler. Davete kaç kişinin çağrılacağı, kaç kurban kesileceği, kaç çadır dikileceği, ocağın nerede
ve hangi su başında yakılacağı da belirlenir (Ünal 2008: 118).
Ulu aş genellikle 3–4 gün, bazen de daha uzun sürer. Önce aşa çağırmak anlamına gelen savun aytuv
adı verilen davet yapılır. Bu davet aş töreninin başlayacağı tarihten birkaç ay, hatta bir yıl öncesinde
yapılır, at yarışlarında dereceye gireceklere verilecek ödüller bile (bayge) duyurulur. Bu yemeğe her
kesimden insan davet edilir.
Kazaklar günümüzde daha basit bir davet şekli uygulamakta, büyük aşlara diğer Kazak ordalarının
ileri gelenlerini ve Kırgız boylarını davet etmektedirler. Belirlenen gün geldiğinde aşı veren aile, aş verilecek mekâna yerleşir. Bu bölgede belirlenen süre zarfında hiçbir oba konaklayamaz. Burası genellikle açık bir alandır, ırmak sahili veya dağlar arasındaki düzlükler tercih edilir. İlk olarak çadırlar kurulur, atlar bağlanır,sağılır ve kımız hazırlanır. Ocaklar kazılarak et pişirilecek kazanlar yerleştirilir. Küçük
aşlarda konaklar için 40–50 çadır, büyük aşlarda 100, 300 veya daha fazla çadır kurulur. Gelenler karşılanmaya başlanır (Ünal 2008: 120). Aş ilk günden itibaren konuklarla dolar taşar. Her boy, gelenek ve
göreneklere uygun şekilde, yani bahadırları, pehlivanları, yarış atları, ozan ve şairleri ve hatta
aşta kurban edeceği hayvanları ile davete katılır. Davetliler kendi oba büyüklerinin başkanlığında
önce kara bağlanmış olan ak çadıra yani ölü çadırına girer, Kur’an okur, dua ederler. Ardından da konukların dinlenmesi için özel olarak hazırlanmış çadırlarına götürülürler. Burada onlara kımız ve çay
ikram edilir (Ünal 2008: 120).
Ertesi gün hayvanlar kesilir ve etler, özel hazırlanan çadıra taşınır. Aş verme işi bu şekilde bir kaç gün
sürer. Bu iş tamamlandıktan sonra en son tullanan at5 kesilir. Bu atın kesilmesi, aşın sona erdiği anlamına gelir. Sonrasında başka bir hayvan kesilmez, bu yasaktır. Tullanan at kesildiği sırada kadınlar
ve kızlar feryat ederler. En son kesilen bu atın eti, toplumun önde gelen kişilerine ikram edilir (Ünal
2008: 121).
Ziyafette tör denilen şeref yerine en saygıdeğer konuk oturtulur. Ziyafet sahibinin akrabalarından biri
de ev sahipliği yapar. Misafirlere Kazakların geleneksel yemeği olan beşparmak, kımız ve ayran ikram
5 Tullanan at: Sahibinin ölümünden sonra kuyruğu ve yelesi kesilmek suretiyle dul bırakılan at. Bu ata o tarihten sonra
hiç binilmez, aş töreninin sonunda kesilerek aş töreni bitirilir, etinden pişirilip toplumun önde gelen kişilerine ikram
edilir. Burada yas havası yavaş yavaş terk edilir. Neşe hâkim olmaya başlar. Geceleri ateşler yakılır, yurtlarda sohbetler, şakalaşmalar olur. Ozanlar şiir, şarkı okur, onlara hediyeler verilir. Aşın son günü, başta
at yarışları olmak üzere çeşitli sportif müsabakalar yapılır. Bu yarışlara bayge denir (Ünal 2008: 118).
Kırgızlarda ölü defnettikten sonra kırkına kadar bazı bölgelerde her cuma bazılarında da perşembe
günleri “boorsok” adı verilen bizdeki pişi benzeri bir çörek yapılır, dağıtılır. Buna “cıt çıgaruu” (koku
çıkarmak) denilir. Ölenin bu çöreğin kokusunu alacağı ve karnının doyacağı inancı Kırgızlar arasında
hâlâ yaşamaktadır. Perşembe veya cuma günleri kutsal sayıldığı için o günlerde ölü ruhlarının evlerini ziyaret edeceğine inanılır. Bu günlerde sofralar kurulur, konu komşu, dostlar gelir. Kur’an okunur,
dua edilir, yemek yenir ve ölenin mekânının cennet olması dilenir. Kırgızlarda kırkıncı güne kadar
ailenin yakınları ölü evinde kalırlar, gelen gidenle de ilgilenirler. Ölüyü anma günlerinden en teferruatlısı olan “ölü aşı” geleneği Kırgızlar arasında asırlardır dillere destan bir şekilde devam etmektedir.
Günümüzde de Kırgızlar ölü aşını mutlaka verirler. Ölü ruhunun memnun olması için “ölü aşının” verilmesi gerektiğine inanırlar (Dıykanbayeva 2009: 95).
Bu törenler dışında bazı Türk topluluklarında farklı törenler de yapılmaktadır. Bunları da şu şekilde
sıralayabiliriz:
2.1.4. Devir Yürütme/Iskat Çıkarma
Ölenin bu dünyada yapamadığı sorumluluklarını ödemek, borçlarını ödemek için yapılan bir törendir. Bazı Türk topluluklarında defin töreninden önce, bazılarında ise sonra yapılmaktadır.
Kazaklarda, İslam toplumlarından farklı olarak, ölünün yıkanması ve kefenlenmesinden hemen sonra,
daha ölü çadırdan çıkarılmadan önce yapılan davir ve ıskat işlemi vardır ki, bu uygulamada, eski inançların izleri görülür. İslamiyet’ten önce Kazaklar, ölü çadırının eşiğine dokuz tane at getirip bağlar, dini
tören yapar, ölenin günahlarının onlara geçeceğine inanırlardı. Daha sonra bu atlar kabir başında
kurban edilir, ölen kişinin en sevdiği atın başı mezara konurdu. Ayrıca diğer Türk boylarında olduğu
gibi değerli eşyaları, mızrağı, sadağı, kılıcı, eyer takımı, giyecek ve yiyecekleri, ölü ile birlikte gömülürdü. İslami geleneklerin güçlenmesiyle birlikte bu uygulamalar değişmiştir. Başka hayvanlar da kurban edilmeye başlanmıştır. Bunlar, devir yürüten hocalara ve fakir-fukaraya verilmeye başlanmıştır
(Ünal 2008: 108).
Devir yürütme işlemi şöyle yapılmaktadır: Kurban edilecek hayvanlar ala iple bağlanır, çadırın önüne getirilir. Bu işte görevlendirilen kişi, mal bağlanan ala ipi tutar ölenin yapamadığı bir yıllık oruç,
namaz ve diğer farzlarını üstüne alması için ölünün yanında oturan hocaya verir. Hoca “kabul ettim”
deyip ipi alır, tekrar verir. Bu işlem ölenin yaşı kadar tekrarlanır. Buna da ıskat denir. Bu mallar, işin
sonunda hocalara ve fakir fukaraya verilir.
Devir ve ıskattan sonra ölü alınır, İslamî usullere göre cenaze namazı kılınır, mezara getirilir. Mezarlık
uzakta ise ölü, deve sırtında yüzüne kilim örtülerek götürülür (Ünal 2008: 109). Burada okunan Kur’an-ı
Kerim’den sonra ölü çadırına dönülür. Törene katılanlara ikramlarda bulunulur (Ünal 2008: 109).
2.1.5. Tersi Davranışlar
Türk kültüründe inanışa göre yoğ/aş törenlerinde ölümden sonraki hayatın, yaşanan hayatın tersi
olacağı inancı vardır ve buna bağlı olarak ters motif ve davranışlar da sergilenir. Bu tarz davranışlar,
Kazak Türklerinin geleneklerinde göze çarpar. Bunlar İslam öncesi inanç ve geleneklerin İslam sonrasındaki uzantılarıdır. Mesela, Rasonyi, mezara konan eşyaların ters konduğunu söyler (1993: 28).
Sultan Tuğrul’un yas töreninde (1063) törene katılanlar, atlarının eyerlerini ters çevirmişlerdir (Kaya
1999: 251). Kazak ve Kırgızlarda bu davranışa joktav söylerken ters oturup yani yüzlerini duvara dönüp söyleme şeklinde rastlanmaktadır (İnan 1986: 199). Ölü çıkan evin genç kızları, matem ve göç
dönemlerinde tumaklarını ters giyerler (Ünal 2008: 113). Ölenin atının kuyruğunun kesilmesi, eyer
takımının ters çevrilip yerleştirilmesi ve ölü aşına kadar bunun devam ettirilmesi de hâlâ yaşatılan
geleneklerdendir.
Günümüzde Anadolu’nun çeşitli yörelerinde de bu geleneklere rastlamak mümkündür. Kars yöresinde ölüye ağlayan kadınların döğünmeleri, saçlarını kesmeleri ve elbiselerini ters giymeleri, yaşayan
bir gelenektir (Kaya 1999: 254). Anadolu’da hoyratların tersinden çalınması geleneği de vardır.
2.1.6. Fatiha “Bata” Meclisi
Kazaklarda İslamiyet sonrası oluşan dini geleneklerden birisidir. Ölünün ardından Kur’an okumaya ve
dua etmeye bata7 denir. Burada ön planda olan dualardan çok ölünün ruhuna değmesi için yapılan
ziyafettir. Akraba, yakınlar ve konu komşu önceden davet edilir. Âdete göre bataya gelecek kişiler
hayvan getirirlerse bunlar ölü evinde kalır. Konuklar için ölü evinde etli yemekler hazırlanır. Ağıtlar
yakılır, dualar edilir, daha sonra sükûnet ve neşe içinde ziyafete başlanır (Ünal 2008: 114).
2.1.7. Atın Dul Bırakılması “At Tuldav”
Türkler arasında yaygın yas alametlerinden biri de, ölenin hayattayken bindiği atın kuyruğu ve yelesinin kesilmesidir. Türkler arasında bir sembol olan at kuyruğu, evde, atın boynunda, mezarda, başta
taşınır; savaşta da yiğidin mızrağındadır. Eri ölen at, aynı erin karısı gibi dul kalmış kabul edilir, bu da
kuyruk kesme yoluyla sembolleştirilir. Altaylardaki kazılarda Pazırık mezarından çıkarılan donmuş atların kuyruklarının kesik olması, bu geleneğin ne kadar eskiye dayandığını gözler önüne sermektedir
(İnan 1986: 199).
Tiyan-şan Kırgızları, kestikleri at kuyruğunu mezarın üstüne dikilen sırığa bağlarlar.
Eski Oğuzlar; İslam dinini kabul ettikten sonra da bu geleneğe uymuşlardır. Dede Korkut hikâyelerinin kahramanlarının vasiyetlerinde de bu anlayış vardır. “Akboz atımın kuyruğunu kesiniz… Ak çıkarıp
kara giyiniz”.
“Tul at” Çağatayca’da “savaşta binmek için hazırlanan at” anlamındadır. Savaşlara girmeye hazırlanan
erler, atlarının kuyruklarını kesip tuğ yaparlar. Bu ölüme atılma anlamına gelir. (İnan 1986: 198).
Malazgirt savaşından önce Alparslan’ın atının kuyruğunu kesmesi, kendisini şehitliğe adadığını göstermektedir (Ögel 2000: 197).
Kazak Türklerinde bu geleneğin yakın dönemlere kadar devam ettiği görülmektedir. Kazaklarda bu
âdete atı dul bırakmak manasında tuldav denir. Tullanan bu ata hiç kimse binemez (Ünal 2008: 115). Aş
verme işlemi tamamlandıktan sonra tullanan bu at, kesilir. Ölen kişinin karısı ve çocukları, atla son
defa vedalaşır. Bu atın kesilmesi, aynı zamanda aşın sona erdiği anlamına da gelir. Bu atın eti, toplumdaki önde gelen kişilere ikram edilir. Aş sona erdikten sonra tullanan atın başı, dört tırnağı ve derisi,
ölünün mezarına götürülerek bırakılır (Ünal 2008: 115).
Hakaslarda da at, Kazaklardaki gibi tullanır. Bu ata “hoylağa” derler. At tullanırken kuyruğuna işaret
olarak renkli bir bez takılır. Bu işlemden sonra bu ata erkekler binebilir. Kadınlar hiçbir şekilde binemezler. Tullanan at defin töreninde kesilir. Eti yenir, kafası ve derisi cenazeyle birlikte gömülür (Killi
2007: 85).
6 Tumak: Av derisinden, çoğunlukla da kara kuzu derisinden veya samur kürkünden yapılan üzeri kumaşla örtülü, sivri
uçlu ve kulaklıklı, kışın giyilen başlık
7 Fatiha > fatha > patha > pata > bata.
244 aile YazIlarI / 8
2.1.8. At Yarışları “Bayge/Payke”
Bayge8 önceleri sadece cenaze törenlerinde yapılmış, daha sonraları büyük düğünlerde, bayramlarda, ziyafetlerde de düzenlenmiş olan at yarışlarıdır, sonunda dereceye girenlere verilen ödülün de
adıdır.
Bayge’ den Göktürk kitabelerinde de, Manas destanında da bahsedilir. Bu onun eski bir Türk geleneği olduğunu gösterir. Bazı müsabakalar Özbeklerde poyga, Kırgızlarda çabış adını alır. Aşlarda çoğu
zaman bu yarış yapılır. Bayge, düz ama tabii engelli bir alanda soyuna bakılmadan birçok atın yarışmasıdır. Yarışacak iyi atlar, nazar değmemesi için kimseye gösterilmez, bakımı da gizli yapılır. Biniciler
genellikle 8–14 yaşlarındaki çocuklardır. Tullanan atın kurban edilmesinin ertesinde, törenin de son
gününde sabah erkenden at yarışlarına başlanır. Verilecek ödüller sergilenir (Ünal 2008: 122). Yarış
atları, sıra halinde ağır ağır seyircilerin arasından geçirilir. Daha sonra yarış başlatılır. Atlar dönünceye
kadar -jorga jarıs, sayıs, avdarıspak, kökpar tartuv, jambu atuv, kümis aluv- gibi birçok atla yapılan
gösteri ve yarış da yapılır. Güreş de bunlar arasındadır. Yarıştakilerin dönmeye başladığı haberi halkın
ilgisini yarışa çeker. Ödül kazanan kişi, ödülünü yarışa katılsın katılmasın kendi boyundan kişilerle
paylaşır.
At yarışları tamamlanır, ödüller verilir, sonra kara denilen alem bağlanmış mızrak halk içinden birine
kırdırılır. Kadın ve kızlar yine ağlar. Özel hazırlanmış ölü çadırının içindeki eşya ve araç gereçler, başka
birine dağıttırılır. Bu işle vazifelendirilen kişilere at, kaftan v.b. hediyeler verilir (Ünal 2008: 124). Bu
son uygulamalarla birlikte merasim sona erer, herkes günlük hayatına döner.
Bu, dul kalan kadının artık evlenebileceğinin de işaretidir. Aşa katılan konukların uğurlanmasıyla törenler sona erer.
Zamanla masrafın çok gelmesi, din adamlarının bu yapılanların cehalet döneminin uygulamaları
olduğu, israf sayıldığı konusunda halkı ikna etmeleri sonucunda bu tarz törenler yavaş yavaş terk
edilmeye başlanmıştır. Zamanla aş verme geleneğinin yerini hatim indirme geleneği almıştır. Ancak
Kazaklar arasında her iki anlayış da bir müddet devam etmiştir. Aş verme geleneğini sürdürme konusunda ısrarlı olan kesimler, hatm-i Kur’an’ı da devam ettirmişlerdir.
2.2. Günümüzde Anadolu’da Uygulanan Gelenekler
Ölüm karşısındaki çaresizlik, hissedilenler, ölüm sonrasındaki bilinmezlik, bütün toplumlarda çeşitli
inanma, gelenek, töre ve törenleri beraberinde getirmiştir.
İlkel dönemlerde insanlar, ölümü tam bir yok oluş anlamında ele almazlar; ölen kişinin yaşamını bir
şekilde sürdürdüğüne, ardında kalanlarla ilişkiler kurduğuna, onların günlük hayatlarını etkilediklerine inanmışlardır. Ölenin geri dönüp insanlara zarar verebileceği korkusu yanında, onu anıp yiyecek,
giyecek vb. şeylere ihtiyaç duyabileceği inancı, “ölü kültü”nün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ölen
kişiye karşı duyulan bu korku ve sevgi, ölülerin defin şekillerini de etkilemiştir. Bazı yerlerde cenaze
hiç bekletilmeden defnedilirken bazı yerlere bekletilmekte; mezarlığa değil evin içine, avluya defnedilmekte, mezarına yiyecek, içecek, giyecek vb. bırakılmaktadır (Çıblak 2002: 606).
Ölümden sonra hayat olabileceği inancı, ölülerin yaşadıkları bir dünya olduğu inancını da beraberinde getirmiştir. Mezarlıklar bu açıdan ele alındığında ölülerin olduğu ilk yer olarak düşünülmüş,
yeraltındaki ölüler dünyası tasarımı da böylece ortaya çıkmış, ruh inancıyla birlikte ruhların da gökyüzünde bulundukları inancı doğmuştur. Öte dünya, genellikle yeraltında, yeryüzünde ve gökyüzünde
canlandırılmıştır (Çıblak 2002: 605).
8 Bayge: “pây-ı gâh”; atyarışı ve dereceye girenlere verilecek hediye.
Bu açıdan bakıldığında Türkler arasında ölüm, aynı doğum ve evlilik gibi kayda değer bir geçiş aşaması olarak kabul edilmiştir. Bu inanıştan hareketle ölü, öte dünyaya hazır olsun diye en güzel elbiseleri
giydirilerek, sevdiği eşyalar, silahlar, çeşitli yiyecekler, hatta atı ile birlikte gömülür. Bu öte dünyadaki
hayat için de bir hazırlıktır (İnan 1986: 176–177).
Anadolu Türklerinde ölüm ile ilgili inanç ve uygulamaların daha çok coğrafya ve ortamın değişmesi
sebepleriyle farklılaştığı bir gerçektir. Yine de bazı noktalarda bu geleneklerin kendini koruduğu ortamlar oluşturduğunu da görmekteyiz. Bu değişiklikteki ana etken şüphesiz ki İslam dinidir. Ölümle
ilgili geleneksel Türk inanç ve uygulamaları elbette ki İslamî kuralların izin verdiği çerçevede kendine
yer bulmuştur. Bu aşamada ölümle ilgili kelime, kavram ve deyimler de İslamîleşmiştir: ruh, vade, ecel,
Azrail, defin, ahiret, sırat köprüsü, Münker ve Nekir, cennet, cehennem, vs. Bunun yanında geleneksel
Türk inancı da kendini korumuştur (Ersoy 2002: 88).
2.2.1. Ölünün Ruhunun Geri Gelmemesi İçin Yapılan Uygulamalar
Ölü evindeki yemek kapları cenazenin defnedildiği akşam yıkanmaz, ertesi gün yıkanır. Ayrıca ölünün çıktığı odaya evde yapılan yemeklerden bir tabak yemek, yanına da bir kaşık bırakılır. Ölü suyunun ısıtıldığı ocaktaki ateş de söndürülmez, sönmüşse tekrar yakılır. Bu ateş üç gün boyunca yanar.
Ateşin yanına ekmek, yemek ve bir şişe su bırakılır. O gece ölünün ruhunun gelip yemekten yediğine,
sudan da içtiğine inanılır. Ayrıca evin ışıkları üç gün yanık bırakılır (Selçuk 2004: 211). Bütün bunların
amacı, ölünün ruhunun gelip evdekileri rahatsız etmemesidir.
Bu konudaki diğer uygulamalar da şöyledir: Bazı köylerde ölünün bulunduğu oda, ölünün ruhu eve
gelip dolaştığı inancından hareketle ve evini kolayca bulabilsin diye 3 gün, bazılarında 9 gün, bazılarında ise 40 gün boyunca aydınlatılır ve ışıkları söndürülmez (İnan 1995: 185; Keskin 2003: 115–130;
Isparta).
Rize’de de ölü defnedildikten sonra birkaç gün boyunca mezarında ışık yakılır, hatta bazen de bir
yakını bekler (Kabataş 2006: 82).
Ölünün ruhunun geri gelmemesi aynı zamanda öteki dünyada eksiklik duyup rahatsız olmaması için
bazı eşyaları ölüyle birlikte gömülür. Bu gelenek eski Türklerden itibaren devam eden bir gelenektir.
Bazı yörelerimizde ölüyle birlikte ayna, tarak, yorgan ve küpe gibi ölünün sevdiği eşyalar da defnedilir, ölünün eline çiçek demeti verilir (Bozkuş 2000: 252; Selçuk 2004: 210; Karaoğlan 2003: 40).
2.2.2. Mezarlıklar Çevresinde Uygulanan Gelenekler
Defin törenleri sırasında ve sonrasında mezarlıklar çevresinde de bazı uygulamalar yapılmaktadır.
2.2.2.1. Mezar/Mezarlık
Ölümle ilgili inanç, âdet, tören ve belli kalıplara bürünmüş davranışlar temel olarak üç grupta ele alınabilir:
Bunlardan birincisi doğrudan ölen kişiyle ilgilidir. Bu uygulamalar ölenin öteki dünyaya daha rahat
gitmesini, geride kalanlar açısından saygın bir kişi olarak kalmasını sağlama amacındadır.
İkincisi ise, ölenin geri dönmesini, yakınlarına kötülük yapmasını önleme amacını güder.
Son olarak yapılanlar da ölenin yakınlarının ruhsal açıdan rahatlatılması, yeniden topluma katılmalarının sağlanması amacına yönelik davranışlardır (Çıblak 2002: 606). Bu uygulamalar ölüyü hazırlama,
defin, mezar, bıraktığı eşyalar, ölü yemeği, ölenin ardından tutulan yas ve belli dönemlerdeki anma
törenleriyle ilgilidir. Genellikle de ölü evinde ve mezarlıklarda yerine getirilir (Ersoy 2002: 88).
En eski dönemlerden bu güne atalara duyulan saygı sebebiyle mezarlıklar ayrı bir önem taşır (Çıblak
2002: 606). Bu dünyadan göç edenlerden kalan en önemli işaret olan mezarlıklar, iki dünya arasındaki geçiş yeri olarak düşünülür. Ölenleri hatırlamak, atalarımızı anmak ve ruhlarını memnun etmek
amacıyla mezarlıklarda çeşitli geleneklerin uygulandığı ve bu çerçevede inançların yaşatıldığı görülmektedir.
Mezarlıklar, su, ağaç, dağ vs. gibi kültürel kutsal merkezlerdir. Türklerde diğer bazı milletlerde olduğu
gibi tapınak yoktur. Bu anlamda mezar ön plana çıkmıştır, diyebiliriz (Bıçak 2004: 159).
2.2.2.2. Mezar Taşı
Mezar taşlarının genellikle defin işleminden bir yıl sonra yaptırıldığı görülmektedir. Çoğu mermerdendir, maddî durumu iyi olmayanlar, taşlarla mezarı çevreleyip mezarın yerinin kaybolmasını önlemeye çalışırlar. Mezar taşlarına ölen kişilerin adı, soyadı, doğum ve ölüm tarihleri yazılır. Ancak bazen
bu taşlara çeşitli şiirlerin, özdeyişlerin yazıldığı, motilerin işlendiği de görülür.
Mezar taşı, ölen kişiyi temsil ettiği gibi onun bu dünyadaki sürekliliğini sağlayan unsurdur. Bir bakıma
ölenin bu dünyadaki varlığını ebedî hale getirir. Taş dikili olduğu müddetçe de bu süreklilik olacaktır.
Ölenin adını taşır, biçimi de insan görünüşündedir. Bu anlamda temsil edici yönleri de vardır.
İnsan olmanın temelinde kökenini arama vardır. Kökenini bulma da tarih tasavvuru ile mümkündür.
Bu açıdan ele alındığında mezarlar daha önemli hale geleceklerdir. Tarih olgusu içinde insanın kökenini de vermeleri açısından tarihî bir önemleri de söz konusudur.
Mezar, ölen kişinin geçmişine ilişkin bilgiler de verir.
Mezar taşlarındaki kimlik bilgileri ölen kişi yanında ailesi ile ilgili bilgiler de taşımaktadır. Mezar ziyaretleri, belirli zaman aralıklarındaki anma törenleri, ölen kişinin aile içindeki yerini canlı tutmaktadır.
Böylelikle aile tarihi mezarlık bağlamında somut bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır 
Ölüye ait bilgilerin yazıldığı bu tahtaya hece taşı veya baş tahtası denilir (Bozkuş 2000: 252; Selçuk 2004: 210; Karaoğlan 2003: 40).
Mezar inanç sistemi içinde atalar kültünün merkezinde yer almasıyla da önem taşır (Roux 1994: 234).
Her aile kendi atalarının hatırasını canlı tutar ve bunu ölüm yıldönümlerinde mezarlarda yapılan törenlerle tekrar canlandırır. Bu anlamda kökenden hareketle oluşturulan ve birlik içeren yapı toplumun da bu birlik yapısı içinde devam etmesini sağlayacaktır (Bıçak 2004: 164).
İçel’de mezar taşlarına ölenin neden öldüğünü belirten motiler işleme geleneği de yaygındır. Mesela
öldürülmüşse bıçak ya da tabanca resmi, hastalıktan ölmüşse külah resmi, suda boğulmuşsa bardak
resmi gibi (Toros 1938: 10–11).
2.2.2.3. Saçı / Bir Şeyler Dağıtılması
Anadolu’nun farklı bölgelerindeki saçı uygulamaları birçok yerde benzer şekillerde veya küçük farklılıklarla işlerliğini hâlâ sürdürmektedir. Bunların bazılarını görelim:
Isparta’nın Atabey İlçesi’nde cenaze gömüldükten sonra mezarın üstüne su dökülür ve su testisi kırılarak
oraya bırakılır. Yörede, ayrıca kabirde yatan kişinin baş ucuna bir bitki dikilirse, o bitki sararıp soluncaya
kadar ölünün ceza çekmeyeceği inancı yaygındır. Cenazenin defninden sonra defnetmeye gelen kişilere
mezarlıkta şeker veya çikolata dağıtılır. (Isparta)
Anadolu’da defin sırasında veya hemen sonrasında mezarlıkta yiyecek dağıtma geleneği de yaşamaktadır. Gaziantep’te bir tarafta defin işi devam ederken diğer tarafta bir heybe veya sepet içinde
deFin SOnraSI UYGUlanan Gelenekler 247
getirilmiş olan tuz, ekmek, tahin helvası, genel olarak şire adı verilen üzüm, incir, pestil vb. yiyecekler
orada toplanmış olan fakirlere, dilencilere dağıtılır. Para dağıtıldığı da olur. Hakkâri’de ise ölü defnedilirken mezarlıktaki çocuklara şeker dağıtılır. Adana’da defin sırasında mezarın üstüne buğday ve şeker
atılır (Çıblak 2002: 610). Tahtacılarda mezarın baş kısmına dikilen bayrağın altına şeker bırakılır. Ölen
kişinin en yakın akrabaları veya kendi çocukları her gün bayrağın altından birer şeker alıp yer (Yalman
1977: 269). İzmir’de mezara testi ile su (Çıblak 2002: 610), Ordu’nun Ünye ilçesinde yemek bırakma
geleneği vardır (Çıblak 2002: 610). Bunlar birer saçıdır. Saçı, her topluluğun kendi emeğiyle kazandığı
en kıymetli ve kutsal saydığı nimetlerden biri olup ruhlara sunulan kansız kurbandır (Çıblak 2002: 610).
Mezara su ya da yemek bırakma da bu şekilde değerlendirilmelidir.
Isparta’da cenaze defnetmeye gidenler için cenaze sahibinin yakınları tarafından “ıscak” adı verilen
börek, çörek veya katmer yapılır. Bu katmer, ölü mezara konduğu akşam ölü evine gelenlere de dağıtılır. Buna “meyit ekmeği” denilir. Taziye için gelenler, ölü evine birer tabak yemek götürür. Buna “gece
evi” ya da “gece” denilir (Isparta).
Bazı yörelerde ise çorbası, salatası, tatlısı, sarma, dolma, et yemeği (genellikle bütün tavuk) vs. bulunan tam tekmil bir sofra götürülür ve bunun adına “ölgülük” denir. Cenaze evine gitmeye de “ölgülüğe gitmek” tabiri kullanılır. Cenazenin çıktığı gün yemek götürmenin daha sevap olduğuna dair
inanç vardır. Sofraların 15-20 hatta daha fazla gün geldiğine rastlanmaktadır. Yemek getirenler hocanın camiden çıkıp gelmesini beklerler; hep birlikte yemeğe iştirak ederler. Her akşam yemekten sonra
dualar edilir. Yemek getirenler giderken kap kacaklarını geri götürürler 
Karacaköy’de ölü defnedildikten hemen sonra mezarı kazan kişilere yemek verirler. Köylüler, bu yemeğe “kazma-kürek hakkı” adını verirler (Keskin 2003: 115–130).
Çukurova bölgesinde ve buradaki Yörüklerde definden sonra cenaze evinde “kazma tıkırtısı” denen
bir ziyafet verilir. Bu ziyafet komşular tarafından hazırlanır ve masralarını da onlar karşılar (Yardımcı
1993: 4).
Günümüzde defin gelenekleri, İslâmî esaslara bağlı bir şekilde yerine getirilmektedir. Cenazenin defnedilmesini takiben mezar toprakla doldurulur, yerinin belli olması için üzeri tümsek yapılır. Baş ve
ayak ucuna birer taş dikilir. İmam dua okur. Duanın ardından herkes mezarlıktan ayrılır. Mezarın başında sadece imam kalır ve talkın verir. Talkın, o akşam mezara gelerek bazı sorular soracağına inanılan sorgucu meleklerine verilecek cevapları ölüye hatırlatmak amacıyla yerine getirilmesi gereken
dinî bir görev olarak kabul edilir (Yıldız 2004: 10).
Definin ardında Aydın, Kayseri, Ankara ve Denizli’nin Çal ilçesine bağlı Mahmutgazi köyünde mezarın
üstüne bir kap su dökülür. Halk arasında mezara su dökmenin ölünün ruhuna rahmet anlamına geldiğine inanılır (Gökbel 1998: 119; Çıblak 2002: 609).
Rize’de cenaze kaldırıldıktan sonra ölü evine dönüp gelenlere yemek verilir. Bu yemek kesinlikle ölü
evinde yapılmaz. Ölü evinin yakın komşuları veya akrabaları gelen misafirleri evlerine götürerek yemek yedirilir. Ya da yemek yapıp ölü evine getirirler. Ölü çıkan evde 2–3 gün yemek yapılmaz, komşular getirir (Kabataş 2006: 82).
Defin töreninden sonra cenazeye katılanlar “taziye” için topluca tekrar cenaze evine giderler. Bu sırada dinî önderlerin arkalarına bakmamaya dikkat etmesi gerekir. Bu yeni bir ölümün önüne geçme
tasarımından kaynaklanır. Bu uygulama, Anadolu’nun pek çok yerinde geçerliliğini hâlâ korumaktadır (Keskin 2003: 115).

2.2.2.4. Kurban Kesmek
Mezarlıkta yapılan uygulamalardan biri de daha mezar kapanmadan ölenin başucunda veya daha
sonra kurban kesilmesidir. Balıkesir Çepnilerinde buna dâr/toprak kurbanı derler (Şahin 2006: 69).
Kurban etiyle yapılan yemek cenazeye katılanlara da katılamayanlara da ikram edilir. Bu uygulamalar,
bir öte âlem inancının yansımalarıdır.
Eğer ölen kişi fakirse oradakiler kendi aralarında para toplayarak kurban keser, cenaze evine getirip
pişirirler ve akşam ölenin günahları bağışlansın diye dualarla veya mevlitle beraber taziyeye gelen
kişilere ve komşulara ikram ederler. Çepniler, buna “kazma kürek güpürtüsü, çapa güpürtüsü ve kabir
kurbanı” gibi isimler verirler (Şahin 2006: 69). Trakya yöresinde yaşayan Amucalarda cenaze evinden
mezarlıkta çalışanlara irmik helvası, pişirilmiş bir horoz, peynir ve ekmek gönderilir. Buna “mezarlık
ekmeği” adı verilir (Aktaş 1999: 135). Cenaze evine komşular yemekler yapıp getirirler, buna yas yeri
yemeği ya da kabir yemeği denir (Engin 1998: 112).
2.2.2.5. Mezarlara Bayrak veya Bez Asma Geleneği
Anadolu’nun bazı yerlerinde mezara bayrak asıldığı veya bez parçalarının bağlandığı tespit edilmiştir.
Ankara’nın Haymana ilçesinde ölü, genç ise mezarına bayrak asılırken, Bayburt’ta genç yaşta ölen,
gurbette vefat eden, askerde şehit düşenlerin mezarına değişik renkte tülbent ve bezler bağlanır,
beyaz bayrak asılır. Aydın’da yeni defnedilen cenazenin mezarına kendi elbisesinden bir parça veya
herhangi bir bez asılır.
Bolu’da mezara ağaç dikilir, ölen erkekse ağaca şapka, kadınsa yazma bırakılır. Adana ve Mersin’de
(Çıblak 2002:250) ölen kişi, genç kız veya gelinse mezarın başına kırmızı yazma asılır, bekâr bir genç
kızsa mezarına gelinlik konur; delikanlı veya askerse bayrak asılır.
Şehit mezarlarına Türk bayrağı dikilir (Yıldız 2004: 10). Bu uygulamalar, ölenin yaşı ve cinsiyeti, ölümün nasıl olduğu konusunda bilgi verme yanında genç yaşta ölenlerin mezarına daha çok özen gösterildiğine de işaret etmektedir.
2.2.2.6. Mezarların Süslenmesi
Mezarları süslenmek için ağaç, çiçek ve otlar kullanılır. Adana’da mezarda ağaç ve çiçek olduğu sürece ölenin kabir azabı çekmeyeceğine, ayrıca mezardaki ağaçlar sallandıkça ölünün günahlarının döküleceğine inanılır (Çıblak 2002: 611). Mersin’de ölünün ruhu rahat etsin diye, Ankara’da ölene gölge
etsin diye mezara ağaç dikilir. Ankara’nın Akyurt ilçesinde kabrin başına bir iğde ağacı dikilir, eğer
tutarsa ölen kişinin cennete gideceğine inanılır. (Çıblak 2002: 611). Mezara ağaç dikme geleneği eski
Türklerde yaygın olarak görülen ağaç kültüyle ilgilidir. Hayat ve ebediliğin sembolü olarak da kabul
edilen ağacın meyvesiz ve ulu olanları kutsal kabul edilmiştir (Ocak 1983: 84–87).
Anadolu’nun birçok bölgesinde cuma günleri veya bayramlarda ve yıl dönümlerinde yapılan mezar
ziyaretlerinde mezarların üzerine kutsal kabul edilen murt dallarının (mersin ağacı) dikildiği veya bırakıldığı da görülmektedir (Çıblak 2002: 613). Bu ziyaretlerde kuşlar için de mısır, buğday vs. atılmaktadır (Pervin Ergun 2010, Kuyucak/Aydın).
2.2.2.7. Mezarlıkta Ateş Yakılması
Anadolu’da bazı bölgelerde ölünün defnedildiği günün gecesinde mezar başında ateş yakma geleneği vardır. Harput’ta bu uygulama yırtıcı hayvanlar tarafından mezarın eşilerek ölünün çıkarılmasını
engellemek için yapılır (Araz 1995: 124). Adana’da mezar başında ilk üç gün, Ankara’nın Haymana ilçesinde ise bir gün ateş yakılır (Çıblak 2002: 251). Bu geleneğe Mersin ve Artvin’de de rastlanmaktadır
(Çıblak 2002). Her ne kadar yırtıcı hayvanlar için ateş yakıldığı söylense de bu durum aslında ateşin

Türkler tarafından kutsal kabul edilmesiyle açıklanabilir. Şamanist Türklerde ateşin her şeyi temizlediğine, kötü ruhları kovduğuna inanılır. Ateş ruhuna hitaben okunan şaman ilâhilerinden anlaşıldığına
göre aile ocağı kültü ile ateş kültü birbirinden ayırt edilemeyeceği gibi ocak kültü de atalar kültüyle
birbirine bağlıdır (İnan 1986: 68). Mezar başında ateş yakma geleneğine Altay ve Yenisey Türk boylarında da rastlanır (İnan 1986: 189–190). Ayrıca bazı yörelerde cenazenin ardından üç gün boyunca
ateş yakıldığı da görülmektedir (Aktaş 1999: 124; Karaoğlan 2003: 38). Bu uygulamalar eski Türk inanışlarının günümüzdeki izleri olmalıdır.
2.2.2.8. Mezarlık Ziyaretleri
Anadolu’da definden hemen sonra yapılan bu uygulamalar dışında mezarlık ziyaretleriyle ilgili çeşitli
inanç ve uygulamaların gerçekleştirildiği de görülmektedir.
Ölüyü mezarlıkta ilk ziyaret konusunda farklı uygulamalar vardır. Belli bir gün veya belli bir kural yoktur. Mesela bazı yerlerde bu ziyaret defnin hemen ertesi günü sabah güneş bile doğmadan yapılmaktayken (Ankara); bazı yerlerde bir hafta sonra (Eskişehir, Erzurum, Sivas, Niğde ve Kırşehir’de);
bazılarında kırk gün sonra (Kastamonu, Eskişehir ile Sivas); bazılarında da definden sonraki ilk cuma
günü (Kayseri, Çorum) yapılmaktadır (Çıblak 2002: 612).
Bu günlerin yanı sıra hemen hemen bütün Anadolu’da arife günleri ile bayram ve kandil gibi kutsal
günlerde de mezarlık ziyaretleri yapılmaktadır. Bu ziyaretlerde herkes kendi mezarının çevresini temizler, ölen yakınları için dualar eder. Tahtacılar arife ve bayram günleri yanında nevruz ve hıdrellezde, muharrem orucunun son gününde, ölen kişinin yıldönümünde de mezarlık ziyaretlerini gerçekleştirmektedir (Çıblak 2002: 613).
Anadolu’nun bazı bölgelerinde mezarlık ziyaretlerinde çeşitli yiyecekler de götürülmektedir. Defin
işleminin ikinci akşamı mezara yemek ve meyve götürülür (Artvin İli Şavşat ve Ardanuç ilçeleri)
Buradaki mezarlarda bunları bırakmak için birer yer de yapılmıştır. Sonraki günlerde haftada bir veya
iki kere mezara yemek götürmek gelenektir. Bu yemekleri ölen kişinin ruhu için isteyen alıp yiyebilir (Çıblak 2002: 613). Adana’da definden bir hafta sonra mezarlığa gidilir, bu ilk gidişte mezarın
üstüne şeker atılır, bunları çocuklar toplayıp yer. Mersin’de ise mezarlığa gidenlere şeker, bisküvi vb.
yiyecekler dağıtılır. Tahtacılarda mezarlık ziyareti sırasında herkes yanına çörek, lokum, bisküvi, şeker
gibi yiyecekler alır, bunlar oradakilere dağıtılır ve topluca yenir (Çıblak 2002: 613). Mezarlıkta yiyecek
dağıtma geleneği, ölmüşlerin ruhuna sunulan kansız kurban niteliği taşımakta ve ölen kişilerin ruhu
adına yenilmektedir. Anadolu’da mezarlığa yiyecek götürme geleneği yanında ağaç götürüldüğü de
tespit edilmiştir.
Mezarlıkta, mezarın başında Yasin, Fâtiha ve İhlâs gibi sureler okunur. Bazı köylerde kadınlar, ölünün
başında ağıtlar yakar (Yıldız 2004: 11).
Kadirli’de mezarlar bayramlarda ziyaret edilir ve üzerlerine şeker bırakılır. Şekerleri çocuklar toplar ve
ölünün hayrına yerler (Yardımcı 1993: 4).
Aleviler de kabir ziyaretine önem verirler. Sünnilerde olduğu gibi arife ya da bayram günleri, özellikle
kurban bayramlarında, mezara gidilerek Kur’an okunur (Yıldız 2004: 17). Alevi köylerindeki mezarlıkların çoğu, yüksek tepelere kurulmuştur. Bu eski Türklerdeki atalar kültü ile ilgilidir. Altay Türklerinin,
atalarının ruhlarının Gök Tanrı’ya yakın olması için, ölülerini dağlar üzerine gömdükleri bilinmektedir
(Yörükân, 2006: 35–36; İnan, 1995: 179–180; Radlof, 1994/ II: 78; İltar, 2003: 11–19). (Yıldız 2004: 17)
Siirt’te mezar ziyaretleri daha çok bayramlar ve arife günlerinde yapılmaktadır. Bu ziyaretlerde mezar
başında dualar okunur; mum, tütsü yakılır, para, şeker, lokum, evde hazırlanmış yiyecekler dağıtılır.
Ölümden sonraki üç cuma kadın ve erkekler ayrı ayrı mezarlığa gider, ekmek, helva, pasta, kurabiye ve meyve dağıtırlar. Bunlar, cenaze yakınları tarafından hazırlanıp perşembe gününden ölü evine götürülür. Defnin altıncı günü kadınlar “isboh” adı verilen bir tören yaparlar, kadın hafızlar Kur’an-ı Kerim
ve kasideler okurlar. Bu sosyal dayanışma ve kaynaşma ziyaretlerinde ölü yakınlarıyla dargın olanlar
barışırlar. Yas evindekiler cenazeden sonraki ilk bayramda dışarı çıkmaz ve evde oturarak taziyeye
gelenleri kabul ederler (Siirt’te Örf ve Adetler).
2.2.3. Yas Tutma / Ağıt
Yakınlarımızın kaybı sonrasında yaşadığımız acı ve üzüntünün ifadesi olan yasla ilgili gelenekler; bunlara bağlı işlemler, yasaklar, acı çekenlere destek olup yeni durumlarına alıştırma toplumsal bir uygulama olarak karşımıza çıkar. Bütün insanlığın ortak duygularından olan “yas” âdetleri ve törenleri,
birbirinden biraz farklı olsa da her toplumda karşımıza çıkar. Eski Türklerde bunlara “yuğ törenleri”
denildiğinden ve yapılışlarından başlangıçta bahsetmiştik.
Ölümle ilgili bütün anlamlar ölüm törenlerinde ortaya konmaktadır. Evrenin yeniden kuruluşu, ölen
kişinin evrenin merkezi haline getirilişi, ölümle toplum ve devlet ilişkisi ölüm törenlerinin esas konuları arasındadır. Her toplumsal tören, başlı başına toplumsal hafızanın bir yeniden canlanmasıdır.
Ölüm töreni, evren tasavvurunun toplumsal hafızada yeniden kuruluşu, ataları hatırlama, yaşayanların kendi durumlarını gözden geçirme ve ölen kişinin ölüm sonrasında rahat etmesi için gerekenlerin
yapılmasıdır. Ölüm anlayışı çerçevesinde gerçekleştirilen cenaze törenleri, insanın sürekli varoluşunun dile getirilişidir. (Bıçak 2004)
Yakınını kaybedenler, yaşadıkları acıyı değişik şekillerde gösterirler. Yas süresi boyunca, sevdiğini
kaybeden kimselerde gözlemlenen yas tutma tezahürleri açık renkli elbise giymeme, fazla yememe,
eğlenmeme, radyo, televizyon gibi araçları kullanmama, sakal tıraşı olmama, düğünlere katılmama,
vs. şeklindedir.
Yas süresi, ölüm anı ile başlar. Bu süre, kişilerin toplumsal statüsüne göre değişir. Kırsal kesimlerde
yas süresi bir yıl veya daha fazla tutulurken, şehirlerde yaşayanlar bu süreyi daha kısa tutmaktadırlar.
Yas süresince, yakın veya bildik kimseler yaslı kişileri ziyaret ederek teselli edici ve avutucu bir takım
sözler söylerler, yaslı insanların acılarını paylaşırlar, onların günlük hayata en kısa zamanda bağlanmalarını arzu ederler.
Yas süresi Anadolu’da çoğunlukla bir yıldır, ancak anma günlerinden birinde de kişi, yastan çıkabilmektedir, ama en fazla yastan çıkılan gün “ölünün kırkıncı günü”dür.
Günümüz Türkiye’sinde cenaze törenleri, taziye ve yas ile ilgili inanç ve uygulamalar halk inancının
önüne geçilemediğinin de bir göstergesidir. Söz konusu olan bu inanç ve uygulamalar etnolojik temeli bakımından aynı, fakat biçimsel ve yöresel özellikleri bakımından farklı şekilde karşımıza çıkar. Bu
törenler ele alınırken, işlevsel teori göz önünde tutularak değerlendirilmelidir (Çobanoğlu 1999: 213).
Yas törenleri ve uygulamalar Anadolu’da farklı şekillerde uygulanmaktadır. İslamî kabuller çerçevesinde bazı bölgelerimizde yas törenleri epeyce azalsa da bazılarında eski uygulamalar etkisi azalmakla birlikte devam ettirilmektedir.
Bazı yörelerde cenazeden sonra yas tutulur. Bunun da süresi üç gün ile kırk gün arasında değişir
Mersin Türkmenlerinde genç yaşta ölen bir adam gömüldükten sonra, bindiği atı süslenir, ölenin elbisesi ağaca giydirilir, köyün kadınları bu at ve ağaç karşısına geçerek ağıt yakar, ağlarlar 
Isparta’da ölü evinde genellikle bir hafta kadar yas tutulur. Ölü evinde bir müddet radyo, teyp vb.
şeyler çalınmaz ve defnin üzerinden bir bayram geçinceye kadar düğün yapılmaz (Isparta).

Tunceli Karacaköy’de “yas tutma” süresi kırk gündür. Yas süresinin uzunluk kısalığı veya yasın niteliği
ölenin yaşı ve toplumsal durumu ile belirleyici hale gelmektedir.
Yas süresince, ölü yakınları eğlenmezler, süslü ve renkli elbiseler giymezler, erkekler tıraş olmazlar,
yasın ilk üç günü genellikle siyah elbiseler giyerler. Kadınlar kırk gün boyunca siyah tülbent takarlar.
Ancak, bu sürede dikkat edilmesi gereken bir husus, “Allah’a isyan” olarak kabul edileceği için yası
fazla abartmamaktır (Keskin 2003: 115–130).
Yas süresi üç gün ile kırk gün arasında değişir (Örnek 1974: 400). Özellikle Tahtacı köylerinde kırk geleneğine çok önem verilir. Zira Aleviler arasında bu süreye “berzah âlemi” derler. Bu, ölen şahsın son
“görgü cemi”nin yapıldığı bir dönemi de içine alır. Bu kırk günlük yas süresince erkekler, saç ve sakal
tıraşı olmazlar ve karalar bağlayıp siyah elbise giymeye dikkat ederler. Kadınlar siyah başörtüsü takar. Düğün ve eğlence gibi şeyler yapılmaz; radyo, televizyon da açılmaz. Bazı yerleşim birimlerinde
banyo da yapılmaz. Yas tutan kişiler, işe gitmez, evden dışarı çıkmaz. Benzeri uygulamalar Çepniler
arasında da yapılır (Şahin 2006: 72). Yas, ölünün kırkıncı gün yemeğinin verilmesiyle sona erer (Selçuk
2004: 212). Ölenin yakınları hayır işleri de yapar. Bazı yörelerde kırk gün boyunca lokma (yemek) yapıp dağıtılır; çünkü bu süre içinde ölünün gelip oralarda dolaştığına inanılır. Yine bu süre içinde her
gün bir komşuya süt götürülür. Kırkıncı gün ise, süt ile birlikte tas ve bir kaşık bırakılır (Yıldız 2004: 15).
Üç, yedi ve kırkıncı günlerde birtakım uygulamaların yapılması eski Türk inanç ve gelenekleriyle ilgilidir. Eski Türkler, ölenin arkasından aynı günler ile yılında yemek verir, kurban keser, yas tutardı.
Bunların yanında erkekler, saç ve kulaklarını keser; kadınlar tırnaklarıyla yüzlerini kanatır, saçlarını
yolar, feryat edip ağlarlardı. Türklerin yas boyunca, karalara büründükleri ve yas çadırına kara bayrak
astıkları bilinmektedir. Günümüzde bu geleneğin toplumumuzun her kesiminde küçük farklılıklarla
devam ettiği görülmektedir (Eröz 1977: 340; İnan 1995: 89–191, 195–196; Görkem 1992: 157–188;
Yıldız 2004: 15).
Çepniler arasındaki ağıt yakma, özellikle ölümü duyurma aşamasında yaygın şekilde kullanılır. Ağıtçı
kadınlar, doğaçlama olarak ağıt yakarlar. Öleni yâd edip överler.
Ölenin yaşına, cinsiyetine, ölüm şekline göre yas süresi ve şekli değişir. Yas süresi olarak en yaygını
kırk günlük yas tutmadır. Çepniler yas döneminde Muharrem ayındaki yasta olduğu gibi nefsi arzulardan uzak kalır, karalar giyer, yıkanmaz, düğüne bayrama katılmazlar. Ölü başında ağıt yakarlar.
Ağıtlarda sınır yoktur. Ölenin iyiliklerinden, yaşadıklarından gelişigüzel sesli olarak bahsederler. Ağıt
genellikle kadınlar tarafından yakılır.
Siirt’te de İslam dinindeki yasaklayıcı emirlere rağmen üç gün yas tutulur. Ölüm haberi önce ölü evinden yükselen feryatlarla işitilir. Komşular ve haberi işiten akrabalar hemen cenaze evine koşarlar. Olay
gece olmuşsa cenaze hemen yıkanır, hocalarla sabaha kadar hatim indirilir. Sabahleyin de camilerde
sala verilir, toplanan kalabalıkla tabut cenaze namazı için en yakın camiye götürülür (Siirt).
Elazığ’da hayatı sıkıntılar içinde geçen, genç yaşta ölenlere kadınlar tarafından ağıt yakılır. Ağıtlarda
en çok, “Gün görmeyenim”, “murat almayanım”, çocuklarını koklayamayanım”, “gençliğine doyamadım”
“ben seni göremedim” ifadeleri kullanılır (Albayrak vd. 2007: 41).
Osmaniye’de ağıtlar yas evinde söylenir. Buna “ağıt yakmak” denir. Genellikle kadınlar ağıt yakar.
Ağlama, çok eski bir gelenek olarak ölü evinde bir tören niteliğine dönüşür. Bu gelenek öylesine yer
etmiştir ki, ölenin ardından ağıt söylemek zorunluymuş gibi düşünülür. Ardından ağıt yakılmayanlar
için “ölüsü garip oldu”, “bir ağlayanı yoktu” denilir.
Ölü evinde bütün kadınlar ölü başında bir halka oluşturur. Ağıtı ölünün yakınlarından biri başlatır.
Ağıt yakma işi sıra ile yapılır. Bu geleneğin yaygın olduğu, üç günden kırk güne kadar yas tutulduğu
bilinmektedir. Ağıtçı denen kadınların varlığı ağıt yakmanın gelenekselleşmiş olduğunun kanıtıdır.
252 aile YazIlarI / 8
Osmaniye’de ağıtçı, cenaze evine girerken yüksek sesle ağlayarak dinleyici ortamını hazırlar. Ölü evi
de ağıtçıyı “Gördün mü başımıza gelenleri?” diye ağlayarak karşılar. Ağıtçı kendine gösterilen yere
oturur. Acı bildiren cümlelerle ağlamaya başlar. Cenaze henüz defnedilmemiş ve yerde yatıyorsa,
elindeki mendili ölünün üzerinde sallayarak ağıtını söyler. Mendil yerine ölenin eşyalarından biri de
kullanılabilir. Ölü evi ölenin eşyalarını feryatlarla ağıtçının önüne atar. Ağıtçı, “soyka” adı verilen ölü
eşyalarını sallayarak ağıt söyler. Ağıt söyleyen kadın soykayı ağıtı bitince diğer bir kadına atar. Ağıt
yakma sırası o kadına gelir. Ağıtçı, ağıtlarını “Haydi derdinizi yel alsın” diyerek bitirir. Ağıtçı, ölünün
uzak ve yakın geçmişini bugüne getirerek ölüyü de konuşmalarına katarak anlatır(Artun 2005: 5).
Anadolu’nun diğer yörelerinde olduğu gibi, Pazarcık’ta yas, ölüm Hakk vaki olduğunda başlar. Ölenle
ilgili yas, ölüm biçimi ve toplumsal duruma bağlı olarak birkaç hafta sürebilir. Bu süre içerisinde “ağıtçı” kadınların, yas yerinde bulundurulmasına dikkat edilir. Yörede ölen kimse için yas tutma süresi
kadınlar ve erkekler arasında farklıdır. Erkekler bir hafta on gün zarfında yastan çıkarken, kadınlarda
bu süre kırk gündür. Erkekler, yakın dostlarının araya girmesi, teselli etmeleri ve ardından getirdikleri
bir berbere yaslı erkeklerin sakallarını tıraş ettirmeleriyle yastan çıkarılırlar. Kadınların yastan çıkmalarını da yakınları sağlar. Onların giydikleri siyah elbiseler yerine, değişik renkte elbiseler giymelerini
sağlar, başlarına kına yakar ve böylece yastan çıkarırlar. Yas döneminde süslenmek, ziynet eşyaları
takmak, düğün ve eğlencelere katılmak, müzik dinlemek, banyo yapmak, çamaşır yıkamak gibi şeyler yapılmaz. Bu süre içerisinde ölenin yakınlarının tarihi önceden belirlenmiş düğün, nişan, sünnet
vs. gibi eğlenceyi çağrıştırıcı programları varsa bunlar da ertelenir. Akrabadan olmayan komşular da
mümkün olduğu kadar bu süreye uyarlar. Ölenin yakınlarının karalar giyme, ellerine kına yakmama
gibi yas geleneklerine Oğuzlarda da rastlanmaktadır. Bu gelenek, Dede Korkut’ta: “Beyrek’in babası
kaba sarıgını kaldırıp yere vurdu, çekti yakasını yırttı. Ogul, ogul diyerek agladı, inledi. Ak perçemli anası
agladı, al yanagını çekti yırttı; simsiyah saçını yoldu. Kızı, gelini gülmez oldu. Kızıl kına ak ellerine yakmaz
oldu. Yedi kız kardesi ak çıkardılar, kara elbiseleri giydiler, Beyrek’in nisanlısı kara giydi, ak çıkardı. Yâr ve
yoldasları akı çıkarıp kara giydiler. Kalabalık Oguz Beyleri Beyrek için büyük yas tuttular.” şeklinde anlatılmaktadır (Ergin 1994: 130–131; Karaoğlan 2003: 43).
2.2.4. Taziye
Cenazenin defnedilmesinden sonra ölü evindekileri teselli etmek için mezarlıkta veya eve gelerek
baş sağlığı dilenir. Buna “taziye” denir. Yas evine gelip gitmeler bir süre devam eder. Bu uygulamalar
da yörelere göre farklılıklar gösterir.
Çukurova’da cemaat mezarlıktan dönünce ölü evine “taziye” ziyaretinde bulunur. Ölü evine yedi
adım uzaklıktaki bütün komşular evdeki suları dökerler. Taziye ziyaretlerinde gelenlere özellikle
Çukurova’nın doğu ve iç kesimlerinde “gümgüm” denilen büyük cezvelerle pişirilen kahve ikram edilir. (Kadirli, Kozan, Dörtyol, İskenderun) (Yardımcı 1993: 4).
Tunceli Karaköy’de “taziye süresi” genellikle üç gündür. Bu süre, ölen kişinin yaşına ve statüsüne göre
değişebilir. Genç veya toplumsal saygınlığı fazla olan birisi ise, taziye süresi uzayabilir. Ölü yakınları
bu süre içinde hiçbir işle meşgul olmaz, sadece taziyeleri kabul ederler. Buna “taziyeye oturmak” adı
verilir. Komşular, bu sürede, ölünün yakınlarına her türlü yardımda (yemek yapıp ölü evine götürmek
gibi) bulunurlar (Keskin 2003: 115–130).
Siirt’te defin gününün gecesinden itibaren üç gün süren “helete” ve ziyaretler yapılır. Bu adetler camide uygulanır. Buna göre camiye dört ikindi, üç sabah olmak üzere yedi ziyaret yapılır. Ziyaretlerde
hafızlar Kur’an-ı Kerim okur. Gelenler bağdaş kurarak dinlerler. Ancak günümüzde bu adet terk edilmeye başlanmıştır, sadece akşam namazından sonraki “helete” âdeti devam etmektedir. Bu törende
“helete” ayeti ile başlayan (İnsan) Sure-i Celilesi ve bazı küçük ayetler okunarak dualar edilir. Yatsı namazını kılan cenaze yakınları topluca yas evine giderler ve kısa bir süre oturur, sonra dağılırlar.

Üç gün süren helete ve ziyaretlerde eve gelenler ölünün yakınları tarafından kapıda karşılanır. Taziyeye
gelenlere bir şey ikram edilmez. Yalnız helete sonunda camiden ayrılanlara kapıda sigara ikram edilir.
Bunun dışında kadınlar da üç gün süreyle taziyeye giderler. (Siirt)
Okuma işi bittikten sonra ölenin yakınlarına, mezarlıkların hemen çıkışında oturularak taziye verilir.
Buradaki kalabalık dağılmadan nerede “taziyeye oturulacağı” ve taziye evinin nerede olduğu duyurulur. Bir yer taziye evi olarak kiralanabilir. Defin törenine katılanların taziye evine gitmesi ölenin ailesi
tarafından beklenir (Albayrak vd. 2007: 39).
Cenazenin defninden sonraki günden itibaren üç gün taziyeye oturulur. Dördüncü, beşinci günlere
de sarkabilir. Taziye günlerinden sonra da eve taziye için gelenler olur. Kadınlar kendi aralarında kırk
gün taziyeye otururlar. Taziye evlerine gelenler Kur’an-ı Kerim’den bir bölüm veya sadece el- Fatiha
diyerek üç İhlâs ve bir Fatiha Suresi okurlar. Eğer gelenler hiçbir şey demeden otururlarsa evden biri
“el-fatiha” diyerek dua edilmesine aracılık eder. Cenazenin kalktığı gün eve güzel kokular dökülür. Gül suyu tercih edilir.
Bugün itibariyle sadece erkekler taziye evlerinde, kadınlar ise ölü evinde taziyeye oturmaktadırlar.
Kadınlardaki taziyede gelenlere kahve ve çay ikram edilir. Cenaze sahipleri taziye boyunca saç sakal
tıraşı olmaz, süslü elbiseler giymezler. Taziye evinin önünden geçenler laubali hareketlerden sakınır, yüksek sesle konuşmazlar. Ölenin iyi hallerinden bahsedilir, kötülüğü konuşulmaz. Ölenin kırkına
kadar kız isteme, nişanlanma, düğün, sünnet düğünü gibi törenlerin yapılmamasına dikkat edilir.
Ölünün elli ikisine kadar cenaze sahipleri kız istemez, onlardan kız da istenmez. Ölünün kırkı çıkıncaya kadar düğün yapılmaz. Eğer önceden bir tarih belirlenmişse değiştirilir. İlla ki düğün yapılacaksa
cenaze sahiplerinden izin alınır ve düğün çok sade olur (Albayrak, vd. 2007: 39–40).
Elazığ’da ölü evinin ilk bayramı, “kara bayram” ya da “karalı bayram” olarak adlandırılır. Bayram kutlanmaz, başınız sağ olsun denir. Ölenin ruhuna Fatiha suresi okunur. Cenaze sahipleri yeni elbiseler
giymezler. Son zamanlarda bu adet de yavaş yavaş unutulmaktadır (Albayrak, vd. 2007: 40).
2.2.5. Iskat /Devir
Bazı yörelerde ölenin günahlarının afı için devir denilen dinî bir tören yapılır. Bu törenin amacı, ölen
kişinin öte dünyada rahat etmesini sağlamaktır. Törene “devir”, “ıskat”, “kefaret” ve “dardan indirme” gibi
adlar verilir.
“Iskat”, düşürmek; “devir”, döndürmek, çevirmek anlamındadır. Dinî anlamda, kişinin sağlığında yerine
getiremediği namaz, oruç, kurban, adak, kefaret gibi ibadetlerinin, vefatından sonra fakirlere fidye
ödenerek düşürülmesine ıskat denilmektedir. Bu maksatla ayrılan meblağın yeterli olmaması durumunda uygulanan yönteme de devir denir.
Bir örnekle açıklamak gerekirse: Mesela bir yıllık namaz borcu olan kimse ölürse, bir aylık namazı
vitirle birlikte 180 vakit, bir yıllık namazı ise 2160 vakit eder. O yılın fidyesini 6 lira kabul edersek bir
aylık namaz fidyesi, 1.080 lira olur. Iskat için yalnız 1.506 lira ayrılmışsa, bu meblağ on fakire 108’er
lira olarak hibe edilir. Fakirler aynı parayı tekrar, ölünün mirasçısına bağışlarlar. Bu bağışlama 10 defa
devredildiğinde, bir yıllık namaz fidye tutarına ulaşılır. Kişinin ne kadar kaza borcu olduğu bilinemeyeceği için ihtiyatlı davranılır. Sorumlu olduğu bütün yıllar hesaba katılarak devir yapılır. Şöyle: Ölen
kişi erkek ise on iki, kadın ise dokuz yaşından sonraki yaşadığı yıllar hesaplanır. Bu zaman içinde namazlarını kılmış olsa bile, bunların kılınmasında noksan bulunacağı düşüncesi ile bu müddet içindeki
namazları için fidye verilmesi tercih edilir. Mesela, ölen bir erkeğin ömrü yetmiş yıl olsa, bunun elli
sekiz senesi için her namaz karşılığında bir fitre miktarı fidye verilir veya devir yapılır.
Namaz fidyesinden sonra; oruç, kurban ve yemin kefareti için de tekrar “devir” yapılır. Nafile olarak
başlanıp bozulduktan sonra kaza edilmemiş namazlar, adanmış fakat kılınmamış namazlar ve yine
adanmış ama kesilmemiş kurbanlar için de bir miktar devir yapılır.
Kısacası devir ve ıskat, bir Müslüman’ın sağlığında çeşitli nedenlerle tutamadığı oruçları, kılamadığı namazları ve yerine getiremediği yeminleri için bir fakire fidye verilmesi şeklinde özetlenebilir ama bu eylem
bir ritüel halinde yapılır. “Ölenin yaşından -erkekse on iki, kadınsa dokuz yıl- indirilerek hesaplanan para
bir çıkın içinde halka halinde hazır bulunan yoksullardan birine, ölenin mirasçılarından ya da vekillerinden biri eliyle verilir. Yoksul kimse parayı aldıktan sonra “aldım, kabul ettim” diyerek geri verir. Bu işlem
ölenin oruç borcu bitinceye kadar sürdürülür. Ardından aynı işlem ölenin namaz borcu ve söz verip de
yerine getiremediği yeminler için de -para verilen yoksullar değiştirilerek- yapılır (Örnek 1979: 59).
Devir–ıskat uygulaması, aslında öteki hayat ile ilgili inancın bir göstergesidir. Bu uygulamanın ilk şekli
ölünün defni esnasında yapılan eylemler ve onunla birlikte gömülen eşyalarıyla karşımıza çıkmaktadır. Türkler ölümden sonraki hayata yine bu dünyadaki gibi devam edileceği inancına sahip oldukları için
en kıymetli eşyalarını, savaş aletlerini ve atlarını da ölü ile birlikte gömerlerdi (İnan 2000:130–189).
Namaz fidyesinin tamamını bir fakire bir günde vermek caizdir. Fakat oruç ve yemin kefaretleri böyle
değildir. Bu fidyeler bir günde bir şahsa ancak bir tane verilebilir, toptan verilemez. Ya da ayrı ayrı
kişilere verilir.
Mersin, Adana ve İskenderun’da zaman geçirmeden ölenin ıskatının verilmesi, hayrının yapılması
gerektiğine inanılır. Ölenin giyecekleri hemen yoksullara verilir, bu giysilere “soyka” denir (Yardımcı
1993: 4).
Siirt’te ıskat töreni, cenaze namazı kılındıktan sonra camide yapılır. Bir mendilin içine ıskat için çıkarılacak paranın on misli yerleştirilir. Ölenin yaşına göre eşit sayıda sıralanan cemaat arasında tek tek
dolaştırılır. Bu dolaştırma sırasında mendili bir kişi taşır ve herkese hibe ederek tekrar hibe alır. Iskat
için çıkarılan paralar, imama, müezzine, fakirlere ve cemaate dağıtılır. Bu bir nevi kefaredir. Camide
dağıtılan ıskat paralarından ayrı olarak “şeyle” için (cenazeyi kaldırmak) çıkarılan diğer paralarla, mezarlıkta okunan Kur’an-ı Kerim için; imam, hafız, cüzleri taşıyan çocuklar ve talkın veren hoca için de
ayrı ücret ödenir. Mezarlıktaki dinî merasim bitince ölenin işyeri veya evine gidilir. 5–10 dakikalık
ziyaretten sonra baş sağlığı dilekleri iletilir ve cemaat dağılır. (Siirt)
Rize’de de “devir” töreni uygulanır. Ölen bir Müslüman’ın sağlığında, çeşitli nedenlerle, tutamadığı
oruçları, kılamadığı namazları ve yerine getiremediği yeminleri için bir fakire fidye verilmesi gerekmektedir. Bu işleme devir ya da ıskat denmektedir. Bu işlemin yöredeki yapılışı şöyledir: Ölü evde
yıkanmaya başladığında devir de başlar. Okuma bittiğinde cenazenin yıkanması da biter. Devir yıkamayla birlikte başlar, yıkama başlayınca hoca haber verir, devir de başlar. Okuma bittikten sonra asıl
devir başlar. Ölünün bir akrabası cüzdanını ortaya atar, hoca cüzdandan para alarak mendile saçar,
hocalar dizilir, devir başlar. O para dua ile elden ele hocalar arasında devredilir. Bu şekilde iki, üç devir olur, daha sonra sıra para dağıtmaya gelir. Devir miktarı ne kadarsa para; 73 veya 77 zarfa taksim
edilir. Cemaat ordayken imam o zarları fakir fukaraya ve yaşlılara dağıtır. Devir ölünün kefareti, günahlarının af olması için yapılmaktadır. Cenaze musalla taşındayken helallik alınırken, imam; “bunun
alacağı olan vereceği olan söylesin” der. Orada söylenmez ama daha sonra söylenir. Kimse ölüsünü
borçlu göndermek istemez, mutlaka var olan borçlar ödenir (Kabataş 2006: 83–84).
Türklerin ölümden sonraki hayatla ilgili inanç ve uygulamaları Anadolu coğrafyasına taşınırken değişikliklere uğramış, İslâm dininin ahiret anlayışıyla şekillenmiştir. Ölümden sonraki hayatla ilgili ölü
için yapılan son hazırlık, devir ve ıskat diye adlandırılan bir ritüelin ortaya çıkışına da sebep olmuştur
(Ersoy 2002: 96).

Alevi topluluklarında bu işlemin adı “dar çekmek”tir veya “meyyit cemi”dir. Bunun için “ölü dârı erkânı /
dârdan indirme ayini” yapılır. Dâr çekmenin Hz. Âdem’den kaldığına inanılır. İnanca göre vefat ettikten
sonra dârı çekilmeyen kişi, mezarda huzursuz ve sıkıntılı bir hâlde kalır. Bu ayin, günümüzde düşkün
olmayan herkes için yapılmaktadır. Düşkün olan kişi için sadece biçimsel olarak cenaze namazı kılınır
ve toplumdan rızalık alınmadan defnedilir.
Bu ayinde dede ile beraber ayine katılan herkes önce abdest alır. Ardından ayinin yapılacağı meydana süpürgeci (seyyid-i ferrâş) gelip sembolik anlamda meydanı temizler. Daha sonra yine ayin-i cem
hizmetlerinden biri olan sakka suyu (Selman suyu) gelir, herkes bu su ile elini yıkar; böylece tarikat
abdesti de alınmış olur. Beraberinde meydana beyaz bir seccade veya beyaz bir çarşaf serilir. O anda
ölen kadınsa iki kadın bir erkek; ölen erkekse iki erkek bir kadın olmak üzere ayakta “dâr”da durur,
Dâr-ı Mansur’a dikilirler. Burada dede, ölen şahıs adına akrabalarını sorgular. Üç kez duasını tekrar
eder. Ayine katılanlar da, yine üç kez “eyvallah” derler. Bunun üzerine dede, “Allah da sizden razı olsun”
der ve arkasından, “Ölen adına incinmiş, gücenmiş kimseler varsa dile gelsin, bile gelsin, hakkını talep
eylesin; Allah Eyvallah” der.
Bazı yörelerde, kadınlar için dâr ayini yapılmaz (Yıldız 2004: 205). Bazı yörelerde, ölü için yapılan dâr
ayini ile ilgili olarak, Hallâc-ı Mansur’dan hareketle Dâr-ı Mansur ifadesi kullanılır.
Bu işlemden sonra dârı çekilmiş olan kişi aklanmış olur. Böylece ölenin üzerinde kul hakkı kalmadan
Hakk’a yürüdüğüne inanılır. Bu can, artık öbür dünyada darda ve sıkıntıda kalmayıp rahatlamıştır.
Dârdan indirme ayini, değişik yörelerde, defin günü, definden önce, definden sonra, müsait olunan
sonraki bir günde veya haftasına veya kırkıncı günde de olabilmektedir (Yıldız 2004: 15).
2.2.6. Anma Günleri ve Bunlarla İlgili İnanç ve Uygulamalar
2.2.6.1. Ölü Yemeği (Aş Verme Geleneği)
Defin töreninden sonra bir uygulama da ölü yemeğidir. Bütün bu uygulamaların en önemli bölümünü
oluşturan bu yemek ölenin öte dünyada da yeme içmeye ihtiyacı olacağını vurgulamaktadır. Bir taraftan da ölüm olayına eşlik eden geçiş törenlerinin halk arasındaki uygulanışını göstermektedir. Bunların
uygulanmaması halinde ölenin ruhunun geride bıraktıklarını rahatsız edeceğine inanılmaktadır.
Yemek verme uygulamalarından ilki mezarlıkta defin günü yapılan uygulamadır. Bundan mezarlıklar
çevresindeki uygulamalar kısmında bahsetmiştik. Asıl ölü yemeği daha sonra yapılan asıl büyük yemektir.
Çukurova bölgesinde cenaze defnedildikten üç gün sonra helvası yapılır, yedi gün sonra yemek verilir
ve mevlit okutulur, kırkıncı gün lokma dağıtılır. Üçüncü gün can helvası yapılmazsa ölünün ağzının
köpüğünün gitmeyeceğine ve ölünün muzdarip olacağına inanılır (Yardımcı 1993: 4).
Elazığ’da ölünün defnedilmesinin hemen ardından un helvası yapılmasının sebebi ölüm kokusunun gitmesi içindir. Helvayı orada bulunan kadınların hepsi karıştırır. Her karıştırışta üç İhlâs, bir
Fatiha Suresi okuyup ölünün ruhuna bağışlarlar. Pişirilen helva hanımlar arasında yenir ve dua edilir
(Albayrak, vd. 2007: 38 ).
Tunceli Karacaköy’de, definden sonraki belli günlerde yapılan işlemlerden ilki, “hayır yemeği” uygulamasıdır. Bu uygulama, ölü evinin üçüncü günden başlamak üzere kırkıncı güne kadar her akşam ayrı
bir evde genellikle fakirlere yemek götürmesi şeklindedir (Keskin 2003: 115–130).
Bu yöredeki uygulamalar, ölünün defnedilmesinden sonraki üçü, yedisi, kırkı gibi belli günlerde yapılır. Bunlardan ilk tören “üç yemeği”dir. Buna “can aşı” da denir. Cenazenin defninin üçüncü günü
komşulara ve konuklara verilen yemektir. Eğer ölü evinin durumu uygunsa kurban da keser.
256 aile YazIlarI / 8
Türk kültüründe, ölüm olan evde o gün kurban kesilmesi ve bu hayvanın etiyle yapılan yemeklerin cenaze törenine katılanlara ikram edilmesi çok eski ve yaygın bir gelenektir. Günümüzde Anadolu’nun
pek çok yerinde bu uygulama devam etmektedir. Kazak, Kırgız, Tuva ve Sagay Türkleri gibi pek çok
Türk topluluğunda, ölenin ardından bir hayvanın kurban edildiği görülür 
Yemeğe katılan konuklar da ölü evine ekmek, çay, şeker, vs. gibi yiyecekler getirirler. Bunlara “lokma” denir. Yemekten sonra dualar edilir. Ölene Hak’tan rahmet dilenirken kalanlara da sabırlar dilenir.
Aynı gün, öbür dünyada yolunun aydınlık olması dileğiyle ölünün mezarının üstünde mum yakılır.
Ölümü takip eden “kırkıncı gün”de “mevlit okutulur” ve mevlide gelenlere “kırk yemeği” verilir. Bu bölgelerde kırkında “ölünün etinin kemikten ayrıldığı gün”olarak kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Ölünün“kırkıncı günü”nde yakın akrabaları ile komşular “kırk yemeğine” çağrılırlar. “Kırk yemeğine” gelenler de ölü evine yiyecekler getirirler. Evde ölenin ruhuna bir mevlit okutulur, yemekler yenir,
yemek duasında bulunulur. Mevlide katılanlar topluca mezara giderler, dua ederler ve yanlarına aldıkları yiyecekleri orada bulunanlara dağıtırlar.
Karacaköy’de, “ölünün yıl dönümü” nedeniyle “hayır yemeği” de verilir. Genellikle ölümü takip eden her
yıl, ölümün yıl dönümü münasebetiyle, komşulara “hayır yemeği” adı altında bir yemek verilir. Ölü sahibinin maddî durumu elverişli ise hayvan boğazlanır. Ancak, ölü sahibinin maddi durumu iyi değilse
sadece yemek ikram edilir. Yemekten sonra cemaat, dede önderliğinde ölen canın ruhunun razı olması, kesilen kurban ve yenen yemeklerin kabul olması için yemek duası yapar (Keskin 2003: 115–130).
Ölünün üçü, yedisi, kırkı ve yıldönümü ile ilgili tören ve ritüeller, genellikle eski Türklerde yaygın olan
inanış ve uygulamaların, özellikle de ölü aşı denen geleneğin bir devamı olarak karşımıza çıkmaktadır
(İnan 1987/I: 121–122). Ayrıca bazı uygulamaların da eski Türklerde mevcut olduğu anlaşılmaktadır
(İnan 1995: 183–186, 189–190; İnan 1987/I: 422; Radlof 1994/II: 142). (Yıldız 2004: 16).
Diğer bazı köylerde elli ikinci günün gecesinde ölünün etinin kemiklerinden ayrıldığı inancıyla Kur’an
okunur, helva yapılır ve yemek verilir. Ölünün en çok sevdiği yemekler yapılır. Olabildiğince çeşitli
yemek hazırlanır ve tüm köylü çağrılır. Yemekten sonra da içecek ikram edilir. Bu yemeklerde koç
ve horoz kesilmesi gerekir (Selçuk 2004: 212). Ölünün mezarı, ölünün yıl yemeğinden sonra yapılır.
Bunun yanında ölenin yılı dolduğunda son kurban kesilir, Kur’an ya da mevlit okutulur ve sevabı ölenin ruhuna bağışlanır. Mevlitte hazır bulunanlara yemek verilir (Yıldız 2004: 16).
Komşular hem ölü evindekileri teselli ederler hem de geleni gideni ağırlarlar, uzaktan gelenlere yemek verirler. 
Ölü evine komşu ve akrabalar, taziyeye gelenlere ikram edilmek üzere yemek getirirler. Taziye süresince ölü evinde yemek pişirilmez. Gelen yemekler aynı güne yığılmasın diye yemek getirenler aralarında anlaşırlar, sırayla getirirler (Albayrak vd. 2007: 39).
Ölümden sonra bazı bölgelerde yedisinde, ama her bölgede özellikle kırkında ve elli ikisinde yemek
verilir. Fakirlere yardım edilir. Mevlit ve Kur’an-ı Kerim okunur, hatim indirilir. Kırkıncı gününde ve elli
ikinci gecesinde ölü helvası dağıtılır. Yakın akrabaların ve komşuların açtığı “Fetir Ekmeği’ne” sarılıp
verildiği de olur. Un helvası olabildiği gibi son zamanlarda hazır tahin helvası da dağıtılmaktadır. Ölen
kişinin etinin kemiklerinden elli ikinci gününde ayrıldığına inanıldığı için elli ikinci gecesi duası okunur (Albayrak vd. 2007: 40).
2.2.6.2. İlk Gecesi, Üçü, Yedisi, Kırkı, Elli ikisi, Yıl Dönümü
Belli günlerde yapılan uygulamaların bir kısmını, İslam öncesi geleneksel Türk dinî inanç sistemi içinde yer alan bazı uygulamalar oluştururken, bir kısmını da İslam dini ve onun etrafında şekillenen âdet
ve inanışlar belirlemektedir.

Anadolu’da ölüyü anma ile ilgili inanç ve uygulamalar, İslam kültürü çerçevesinde daha belirgin bir
hal almıştır. Ülkemizde ölüyü anma günleri değişik adlar almakta, İslami geleneğe göre gerçekleştirilmektedir. Şimdi Anadolu’da yaygın olan anma günlerine bir bakalım.
İlk Gecesi: Ölünün defnedildiği günün ilk gecesinde tanıdıklar geldiği, akşam namazı ile yatsı arasında Kur’an okunup dua edildiği, mevlit okutulduğu için bu geceyi de anma günlerinden kabul edebiliriz. Bu gece, -bazı farklı uygulamaları saymazsak- ölü evindekiler yemek hazırlamazlar, bu işi komşular
yapar. Bu gece aynı zamanda başsağlığı dileme zamanıdır.
Pazarcık’ta ölümü haber alan yakınları ve komşuları ölü evinde toplanırlar. Gelenlerin bir kısmı cenaze ve definle, mezar işiyle ilgilenirken bir kısmı da yemek hazırlığına girişir. İlk gün genellikle cenaze
evi adına komsuları bir büyük baş hayvan keser, yemekler yaparlar. Yas evine gelenlere ikram ederler.
Aynı gün ölenin yakın akrabalarından olanlar ölü evine en az bir olmak üzere küçükbaş hayvan ya da
hayvanlar gönderir. Bunlar, kırk günlük yas süresi içinde ara ara kesilir, taziyeye gelenlere ikram edilir.
Taziyeye gelen akraba olmayan kimselerden de küçükbaş hayvan getirenler olmaktadır. Ölü evine
eli bos gelme âdetinin olmadığı yörede fakir olan kimseler de durumlarına göre küçük bir hediye
getirirler (Karaoğlan 2003: 44).
İlk Cuma: Defin törenini takip eden ilk perşembe akşamına bu ad verilir. Bu gece de ilk gecedekine
benzer uygulamalar gerçekleştirilir. Misafirlere ikram için yiyecek ve içecekler hazırlanır. Bu hazırlığı
cenaze evindekiler yapar. Bazı aileler, bu günden sonra yastan çıkarlar.
Ölümden sonraki ilk cuma akşamı, bazı köylerde kurbanla beraber mevlit yapılır, buna Cumali denir.
O gün, defin işleminden sonra ölenin mezarının ilk defa ziyaret edildiği gün olup bazı köylerde bu
ayin, ölenin yedisi olarak kabul edilir (Yıldız 2004: 15).
Üçü: Balıkesir Çepnilerinde üçüncü ve yedinci günlerde hayvan kesmek, yemek vermek çok yaygın
değildir. Bunun yerine üçüncü ve yedinci günlerde lokma dökülür veya hamur işi yiyecekler yapılıp
dağıtılır. Ölünün üçüncü gününde yapılan lokmayla ölünün ağzının açılacağı düşüncesi yaygın bir
inanıştır. Böylece ölü diğer günlerde yapılan yemeklerden yiyebilecektir(Şahin 2006: 73). Aydın’da da
ağız açımı vesilesiyle börek dökülür. (Börek; lokma hamurundan, halka şeklinde, bazen de susama
bulanarak yağda kızartılarak yapılır) Ölenin ruhunun ocağa sinen yağ kokusuna geleceğine inanılmaktadır. Bu sebeple uygulamaya “yağ kokutma” da denilir (Pervin Ergun, 2010, Kuyucak/AYDIN).
Defin işleminden sonraki üçüncü gün yapılan anma törenidir. Definden sonra ilk defa üçüncü günde
mezar ziyaretine gidilir. Bu ziyarete ölenin yakın dostları ve akrabaları katılır. Bu arada gelen kadınlar,
ölen için ağıtlar yakarken, erkekler de mezarın etrafını düzeltip üzerine toprak ilave etmekle meşgul
olurlar. Mezarlığa öğleden önce gidilir. İkindiye kadar kalınır. Buraya getirilen yemeğe “üçüncü gün
hayrı” denir. Mezarlığa gelenlere yemekten birer lokma ikram edilir. Ayrıca özellikle ağzı tatlandırıcı
şeker, baklava, lokum gibi şeyler götürülür. Götürülen yiyeceklerden bir miktar da mezarın üzerine bırakılır ve tören sona erer (Karaoğlan 2003: 44). Aynı uygulamanın, Afganistan Kazak Türkleri arasında
da yaşatıldığı görülmektedir (Turan 1986: 309).9
Ölümün üçüncü gününde yapılan bu törenler dışında, üç rakamı etrafında gelişen inanç ve uygulamalar da vardır. Mesela: ölenin odasının gece gündüz üç gün süreyle aydınlatılması; ölü evinde yemek yapılan kazanlar yanında ölü suyu ısıtılan kazan da dâhil hepsinin üç gün boyunca dışarıda ters
çevrilerek konması, bu süre zarfında bunlara dokunulmaması; ölü yıkayacak suyu ısıtmak için yakılan
ateşin üç gün süreyle yanık tutulması, ölenin çamaşır, yatak ve yorganının üç gün süreyle dışarı çıkarılarak avluda tutulması, eve alınmaması; cenaze namazı kılarken üç sıra halinde saf tutulması; cenaze
alayına katılmayanların cenaze ardından en az üç adım atması, ceset yıkanıp tabuta konduktan sonra
tabutun üç kere yere bırakılıp kaldırılması gibi… Bu uygulamaların ve üç rakamının Moğollarda da
önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Barthold; ölümü üzerine Cengiz Han için üç ay ağıt yakıldığını, cenaze alayının ölümün üçüncü gününde hareket ettiğini, mezara üç gün yiyecek gönderildiğini, ölünün sevgili ve kölesine üç defa işkence edildiğini anlatır, Moğollarda üç sayısının dikkat çekici
olduğunu vurgular (Barthold 1987: 377).
Haftası/Yedisi
Definden yedi gün sonraki günde yapılan uygulamalardır. İlk gecesi veya ilk cumasında yapılanlar
gibi bir anma günü yapılır.
Çepnilerde de vefatın üzerinden geçen üç, yedi, kırk, elli iki gibi zaman dilimleri önemlidir. Bu inanış ve
uygulamalarda belirli bir sıra ve sürenin seçilmiş olması, belirli aralıklarla yapılan işlemlerin bir yıl sonra
yapılmaması, ölen kişinin bu dünyadan kademe kademe ayrıldığını, bir yılın sonunda ise bu dünya ile
bağlantısını kestiğini ve diğer âlemdeki hayatına bağladığını göstermektedir (Aça, 1999: 26).
Kırkı
Definden kırk gün sonra yapılan, tamamen cenaze sahibi tarafından düzenlenen, daha geniş çapta
uygulamaları olan anma günüdür. Çağrılan konuk sayısı da daha fazladır. Birçok kimse, bu günden
sonra yastan çıkar.
Karacaköy’de kırkıncı günde kurban kesilerek mersiye veya dualar okunur ve lokma verilir. Bu yemeğe
kırk yemeği de denir (Yıldız 2004: 15). Tahtacılar arasındaki inanışa göre ölü, yedi ile kırkıncı gün arasında dârda bekler. Kırkıncı gün verilen yemekten sonra ölü, dârdan iner, vücut kemikleri eklemlerinden ayrılır. Bu inanç sebebiyle bu tören, ölü için verilen en önemli yemek ziyafetidir (Yıldız 2004: 15).
Balıkesir Çepnilerinde kırkıncı günün inançları, özel bir yer edinmiştir. Ölünün anma törenine en büyük katılım “kırk aşı”nda diğer adıyla “kazan hayrı”nda gerçekleşmektedir. Ölü evinin düzenlediği kırk
aşında kurban kesilir, bunun etiyle yapılan yemekler gelen kalabalık topluluğa ikram edilir. Bu yemeklere ölen kişinin çevresindeki pek çok kişi katkıda bulunur. Ölüm sonrası baş sağlığı için cenaze evini
ziyarete gidenler, mutlaka yiyecek içecekle ilgili bir hediye götürürler. Gelen bu hediyeler, ölünün
kırk aşında kullanılır. Maddi imkânları izin vermeyenler ölünün kırkında veya elli ikisinde herhangi bir
yemek tertip etmezler (Şahin 2006: 73).
Kırkıncı gün, dinî ve geleneksel uygulamaların yapılığı anma günüdür. Ölenin unutulmadığı, hâlâ
canlı olarak yaşatıldığı bir gündür. Çepnilerde kırk günlük yas süresi içinde her akşam bir başka komşuya yapılan yemekten bir tabak yemek, bir adet ekmek ve bir bardak su verilir. Bu kırk gün içinde
cuma akşamları “hayır yemeği” denilen yemekler yapılır, komşulara dağıtılır. Definin kırkıncı akşamı
cenaze sahipleri, kurban keserler. Kırkıncı gün, kadın, erkek, çocuklar ve davet edilen akraba ile dostlar hep birlikte mezarlığa gidilir, burada yemekler yenir, “lokmalar” dağıtılır, ölenin hatırası yad edilir.
Bundan sonra ölenin mezarı başına şeker, bisküvi, tatlı ve bu özel gün için yapılan yemekten bir tabak
yemek bırakılır, böylece kırk töreni tamamlanır. Bütün bu uygulamaların Orta Asya Türk topluluklarında önemli bir “kült” olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Beltirlerde ilk ölü aşının definin üçüncü günü
verildiği, bu törene fazla kalabalığın toplanmadığı, fakat definin yedinci günü bütün oba halkı, kadın ve
erkek herkesin toplanıp mezarlığa gittikleri ve orada yiyip içtikleri, aynı töreni ölümün kırkıncı günü de
tekrarladıkları belirtilmektedir (Radlof 1994: 142; İnan 1986: 189–190). Yine Uygurlarda da ölünün
kırkıncı günü “kırk nezir” verildiği, (Rahman 1987: 313); Karaylarda ölümün kırkıncı gününde “Hazar
helvası” ikram edildiği söylenmektedir (Kalafat 1998: 153).
Ölünün kırkı yuğ töreni gibi kutlanır, bunun kırk rakamı ve etrafında oluşturulan inançlarla ilgisi vardır.
Elli ikisi
Bu da kırkında olduğu gibi yapılır. Bazı bölgelerde ise tam gününde yapmak hoş olmaz düşüncesiyle
bu günleri birer ikişer gün geçirip öyle yapmaktadır. Adları yine aynı kalmaktadır. Birçok yerde İslami
geleneğe göre yapılır.
Çepnilerde ölünün elli ikisi diye bir inanışa rastlanmaz (Karaoğlan 2006: 46).
Kara Bayram
Definden sonraki ilk dini bayrama (Ramazan veya Kurban) “Kara Bayram” denir. Ölü evindekiler bu
bayramda dışarı çıkmaz, bayramlaşmazlar. Taziyeciler veya ziyaretçiler yas evine gelirler. Bu buluşmada bayram havasında değil, yas havasında geçer. Ev sahibi, bayramlardaki şeker veya tatlı gibi
ikramlar vermez, bunlar yerine, çay veya acı kahve ikram eder.
Yıl dönümü
Ölünün yıldönümü gününde, kırkıncı gününde olduğu gibi çok şümullü bir anma gerçekleştirilir. Bu
günde aile, diğer anma günlerine nazaran daha serbest hareket eder. Birçok kimse, bu günden sonra
yastan çıkar.
Anma günleri insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin sağlamlaştırılmasına, düzenlenmesine de katkıda
bulunmaktadır. Kederli insanların derdi paylaşılır, teselli edilir, küsler barışır, özellikle fakirlere yardımlarda bulunulur. Temelde ele alındığında bu tür günlerin toplumsal dayanışmayı canlı tuttuğu
gözlemlenmektedir.
Bu gelenek Türkler arasında çok eski bir uygulamadır. Eski ve Ortaçağ Altay Türklerinden itibaren bu
uygulamaların olduğu bilinmektedir.
Anadolu’da ölünün dinsel törenle ve yemekle anıldığı “üç”, “yedi”, “kırk”, “elli iki”si günlerindeki belli
sayılar, gitgide adetlerin içine yerleşip, ana öğeye dönüşmüş, dinsel, büyüsel ve geleneksel niteliklerinden dolayı onlara önem verilmiştir. Farklı adet ve inanmalarda uygulanarak hayatımızın çeşitli
dönemlerinin içerisine yerleşen birçok geleneğin biçim ve işlev açısından özelliğini oluşturan bu tür
sayılar, başka halkların folklorunda da bir yer tutmakta ve hangi günü karşılıyorlarsa o günü kutsal ve
töre ili ilgili alanın içine çekmektedirler.
Çepnilerde yıldönümünde yapılan anma ve törenlere “mezar kaldırma” adı verilir. Biri öldüğünde mezarı hemen yapılmaz, bir yıl beklenir. Bu tören akşamında cenaze sahipleri tarafından kurban kesilerek hazırlıklara başlanır. Ertesi gün ölenin yakınları, törene ve taziyeye gelenler ölenin mezarı başında
toplanır. Burada bir tören yapılır. Yakınları ölenin hatıralarını yâd ederler. Ağıtlar yakarlar. Bu arada, bir
iki kişi, mezarın baş ve ayak ucuna geçici olarak dikilmiş taşları sökerler ve yerine yalnızca ölenin adısoyadı, doğum ve ölüm tarihleri yazılı mezar taşını dikerler. Mezarı temizler, düzeltirler. Daha sonra
“lokma” dağıtılır, yemek yenir, ölenin ruhuna Yasin ve Fatiha sureleri okunur, böylece tören sona erer.
Buradaki kabule göre dul kalanın evlenebilmesi için bir yıl süre geçmesi gereklidir. Bu törenle birlikte
bu da dolmuş olur.
Günümüzde, Pazarcık Alevi köylerinde uygulanan ölümün yıl dönümü anmalarına, İslam öncesi geleneksel Türk dinine mensup Beltirlerde de rastlanmaktadır. İnan, bu konuda şu bilgiyi vermektedir. “En
büyük aş törenleri ölümün yıl dönümü münasebetiyle yapılır. Bütün akraba ve dostlar toplanıp mezara
gelir, mezar üzerine yemek ve içkiler koyarlar, kendileri de yiyip içerler. Ölünün kocası yahut karısı mezarı
üç defa, güneşin seyri yönüne göre dolaşır ve “Ben seni bırakıyorum” der, bundan sonra dul kadın veya
erkek evlenebilir.” (İnan 1995: 190).
Müslüman olmuş Uygurlarda da ölüm yıldönümünde “aş” töreninin yapıldığını bizzat törene katılan Günümüzde Uygur-Kazaklarda yuğ töreni ölenin varisleri tarafından gerçekleştirilir. Bu önemli bir
görevdir. Bu âdetin kökeni İslam öncesine dayanır. Halife Altay bu törenler konusunda su bilgiyi vermektedir: “As” merasimi, kişinin ölüm yıldönümünde yapılır. Aynı zamanda bu ölünün en son merasimidir. Bu törenle birlikte matem merasimleri sona ermiş olur. Dolayısıyla ölen kişinin dul karısı evlenebilir. “As” merasiminde özellikle at kesilir, at kesmeye gücü yetmeyen aileler, inek veya koyun da
kesebilirler. Törenlerde bolca kımız, çay içilir ve diğer yiyecekler yenilir. Dost ve akrabalar, her konuda
yardımda bulunur. Büyük çaptaki “aş” merasiminde at yarışları tertiplenir. Çok kalabalık olur (Altay
1981: 202-203).
2.2.7. Ölünün Eşyaları
Ölünün eşyaları hakkında her yörede farklı uygulamalar yapılsa da genellikle ihtiyaç sahibi insanlara
dağıtılmaktadır.
Uygulama farklılıklarından biri bazı yörelerde hâlâ eski Türk geleneklerinde olduğu gibi ölünün eşyalarıyla gömülmesidir. Bu konudaki bazı uygulamalar şu şekildedir: Adana’da dünyaya doymuş gitsin,
gözü doysun diyerek ölünün ağzına toprak konur (Çıblak 2002: 608).
Tahtacılar arasında ise “gözünü toprak doyursun” denir, ölünün gözüne bir miktar toprak atılır (Kalafat
1999: 1133–134). Bu şekilde yapılarak ölünün gözünün geride kalması engellenmiş olur. Anadolu’nun
bazı yerlerinde mevta, elbiseleri, yatak döşeği, özel eşyalarıyla gömülmektedir. Sivas’ın bazı köylerinde ölüyle beraber eşyalarının da gömüldüğü, mevsim kış ise üşümemesi için yatak, yorganın ilâve
edildiği; Şanlıurfa’da ise yeni gelinlerin ziynet eşyalarıyla beraber gömüldüğü görülmektedir (Çıblak
2002: 608). Bergama’nın köylerinde mezara ölünün eşyaları da konur. Tahtacılarda da cenaze, elbisesi
giydirildikten sonra kefene sarılmakta ve mezara serilen döşek ya da kilim üstüne yatırılmakta, başının altına da yastık konularak gömülmektedir (Çıblak 2002: 608). Yanına ölünün kıymetli eşyaları da
bırakılır. Tunceli yöresinde de benzer uygulamalar görülmektedir.
Bu geleneklere eski Türklerde de rastlanmaktadır. Kaynaklardan edinilen bilgiye göre Orta Asya Hun
Türkleri, ölen atalarını, boy beylerini altın ve gümüş işlemeli kumaş ve kürklerle örtülmüş tabutla;
yine Oğuzlar, ölülerini giydirip kuşattıktan sonra yayıyla, bütün mal ve eşyasıyla gömerlerdi10. Bu uygulamaların temelinde ölen kişinin öbür dünyadaki ihtiyaçlarını karşılamak ve bu yolla onu rahat
ettirmek düşüncesi yatmaktadır.
Cenaze defnedildikten sonra ölenin giysileri yoksullara verilir. Halı ve kilimler genellikle camilere gönderilir. Ölüyü yıkayanlara para, tülbent, elbiselik, sabun vb. hediyeler verilir. Tabut taşınırken ağır gelirse, bazı ölülerin günahları nedeniyle ağırlaştığına inanılır. (Isparta)
Isparta genelinde, ölünün geride kalan eşyaları yıkanır. Aynı gün evdeki herkes de yıkanır. Ölüye ait
eşyalar defin töreninden bir hafta on gün sonra yıkanarak fakir fukaraya dağıtılır. Bazı giyecekler ise
hatıra olsun diye saklanır. (Isparta)
Karacaköy Alevî toplumunda da, ölünün geride bıraktığı giyim eşyaları, hayır maksadıyla fakirlere dağıtılmaktadır. Ölümü takip eden üçüncü gün evin dışında bir kazan su ısıtılır. Ölünün elbiseleri içine
atılır. Temizce yıkandıktan sonra ihtiyaç sahiplerine dağıtılır. Bu yıkama işlemince kazanın altında yakılan odunlar, daha önce, ölünün yıkanması için yakılan odunlardan arta kalmış olmalıdır. Bu odunlar,
hiçbir surette eve sokulmazlar. Bu uygulamanın temelinde, “ölümün öldürücü etkisinden kurtulma”
amacı vardır (Keskin 2003: 115–130).
Çukurova bölgesinde ölenin giysileri toplanır, yıkanır; bazı yörelerde fakirlere ve ölüyü yıkayanlara,
bazı yörelerde ise en yakın dostuna verilir (Yıldız 2004: 6).
Ölenin ayakkabıları fakir bir kimseye anında verilir. Verecek kimse bulunmazsa biri alsın diye dış kapının önüne bırakılır. İhtiyaç sahibi biri de ayakkabıyı alır. Ölenin ayakkabısının hemen verilmesinin
onun kabirdeki sıkıntısını bitireceğine inanılır. Ölünün yatağı hemen toplanır. Çarşaları, kılıları sökülür, diğer elbise ve eşyalarıyla birlikte yıkanır. Elbiseleri fakirlere dağıtılır. Kullanılamayacak durumda
olan ve öldükten sonra üzerinden çıkartılan elbiseleri yakılır. Ölenin elbiseleri genellikle aile dışından
ihtiyaç sahibi birine verilir. Tütün tabakası, tespihi, yüzüğü ve köstekli saati gibi eşyaları çocukları tarafından hatıra olarak saklanır (Albayrak 2007: 38).
2.2.8. Ölenin Ardından Hatim İndirme ve Mevlit Okutma Geleneği
Türk kültüründe cenaze törenlerinde verilen yemeklere, zamanla İslamî anlayışın da etkisiyle Kuran-ı
Kerim okumak, mevlit okutmak ve ölenin ruhu için dualar etmek de eklenmiş; fakat bunlar eski uygulamaları tamamen ortadan kaldıramamıştır.
Mevlit, bugün anladığımız şekliyle halkın da katılımı sağlanarak, büyük ziyafet ve şölenler eşliğinde, ilk defa, ilk hükümdar Selçuk Atabeklerinden Muzaferüddin Gökböri zamanında okutulmuştur.
Bu törenlerde Türklerin geleneksel kutlama merasimlerinin izlerini de görmek mümkündür (Banarlı
1998: 481). Daha sonraları mevlit, bütün İslâm âleminde yayılmış ve kutlamaların da yapıldığı bir
tören haline gelmiştir (Banarlı 1998: 481). Burada İslam âlemi ifadesi daha ziyade Anadolu sahası ve
diğer bazı İslam ülkeleri için olsa gerek. Çünkü Azerbaycan ve Orta Asya Türklerinde mevlit bilinmemektedir (Bayat 2008: 148).
Mevlit önceleri sadece Hz. Muhammed’in doğumunu kutlamak veya onun meziyetlerini övmek için
okunur ve okutulurken daha sonra çok değişik ortamlarda da icra edilmeye başlanmıştır. Anadolu’da
mevlit törenleri tamamen dinî bir tören olarak algılanmakta ve bunlara katılmak bir görev olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple mevlit okutmak dinî bir görev haline gelmiş, “doğum” anlamına gelse de
dinî bir ritüel olarak ölüm törenlerinde de okunmaya ve okutulmaya başlanmıştır. Aslında Anadolu
Türklüğü arasında mevlit İslâm’a kadarki birçok inancı kendi bünyesinde barındırmaktadır. İslâm görüşlerine göre batıl olarak adlandırılan bazı inanç ve uygulamalar, İslâmiyet’ten önceki Türk inançlarının ve uygulamalarının “mevlit” adı altında toplanmış şeklidir. Mevlit törenleri böylece günümüz
Anadolu’sunda, diğer Türk topluluklarından daha farklı bir anlam kazanmış, farklı işlevler de yüklenmiştir (Bayat 2008: 149).
Bütün Türk topluluklarında İslâmiyet öncesi dönemden kalma ortak gelenekler ve yapılan uygulamalar İslâmiyet’in kabulüyle birlikte bazı değişimlere uğramış, cenaze törenlerinde yemek verilirken
zamanla Kuran-ı Kerim ve daha sonraki dönemlerde mevlit okumak ve ölenin ruhu için dualar etmek
gibi İslâmî uygulamalar da eklenerek günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Diğer Türk topluluklarında rastladığımız yog törenleri yerini Anadolu’da mevlit okutma uygulamalarına bırakmıştır. Bu değişikliği daha çok 15–16. yy.dan sonra görüyoruz. Bu dönemden sonra da
yayıldığı gözlemlenebilmektedir. Anadolu’da diğer Türk topluluklarında olduğu gibi ölünün ardından
belirli günlerde (1, 3, 7, 40, 52, yıl dönümü) törenler düzenlenmektedir (Örnek 1979: 78). Bu törenlerin
en önemli görülen noktası, ölenin ruhunu huzura kavuşturmak için yemek ikram etmektir. “Yemek
verme” geleneği Anadolu’nun her yerinde uygulanır. Yemek dışında yörelere göre değişse de helva
veya başka yiyecekler ikram etme geleneği de vardır.
Anadolu’daki cenaze törenlerinin diğer vazgeçilmez bir uygulaması da mevlit okutulmasıdır (Örnek
1979: 79). Mevlit töreni, Anadolu’nun her yerinde karşımıza çıkan ortak bir uygulamadır. Neredeyse
mevlitsiz cenaze töreni yok gibidir. Ancak Kars, Iğdır gibi Şiilerin yoğun yaşadığı yörelerde ve Alevilerin
yoğun yaşadığı bölgelerde mevlit okutma âdetine pek rastlanmamaktadır. Fuzuli Bayat, Anadolu’da
Sünni kesimin uyguladığı bu âdetin belki de bir farklılık arz etmek isteğinden ortaya çıkmış olabileceğini belirtmektedir (Bayat 1987: 151).
Aydın’da cenaze toprağa verilir verilmez mevlit okunmaya başlanır ve bu törene “Toprak Mevlüdü” adı
verilir. Adana’da bu uygulama cenaze evinde üç gün süreyle yapılır, adına “Toprak Bastı Mevlüdü” denilir. Ağrı’da ölünün 3., 40. ve 52. günü mevlit okutulur ve yemek verilir. (Kalafat 1996: 25–35). Uşak’ta
elli ikinci gün ölünün burun kemiğinin düşeceğine inanılır. Bu kemik düşerken ölen kişi acıları hissetmesin diye “mevlit okutulur, yemek verilir” (Örnek 1979: 79). Anadolu’nun hemen hemen bütün
bölgelerinde ölünün kırkıncı gününde mevlit törenleri düzenlenmektedir. Bunun dışında ölüm yıl
dönümünde, ölünün yakınları maddi durumları iyiyse camilerde veya evlerde ölünün ruhu için mevlit okutmakta, şeker dağıtılmaktadır. Bazı bölgelerde ölünün üçüncü ve yedinci günlerinde de mevlit
okutulduğu, dua edildiği, yemek verildiği ve helva dağıtıldığı görülür (Örnek 1979: 79–80).
Anadolu’daki cenaze töreniyle iç içe yapılan bu mevlit törenlerinde Türk geleneksel cenaze töreninden izler bulmak mümkündür. Cenaze mevlitleri, klasik mevlit törenlerinden daha farklı uygulanır:
Mevlit törenlerinde okunan manzumeler zamanla değişikliklere uğramış, Anadolu’nun değişik yerlerinde bazı âşıkların şiirleri, anonim ilâhiler de okunmaya başlanmıştır. Bu manzumeler, birçok Türk
topluluğunda hâlâ devam eden ve çok eski dönemlere kadar uzandığı bilinen cenaze törenlerindeki
“koşma” okuma geleneğini hatırlatmaktadır. Özellikle kadın mevlitlerinde bu tür manzumeye daha
çok rağbet edilmektedir (Rahman 1996: 116–117; Bayat 2008: 152). Bunlarda belli ezgiler kullanılır, gelenleri ağlatmaya yönelik manzumelerdir. Bu da Türklerde İslâmiyet öncesi dönemden beri var
olan ağıt yakma geleneğinin dönüşüme uğramış biçimini çağrıştırır (Yörükan 2005: 96).
Halk arasında halen mevcut olan bazı Mevlit nüshalarına klasik halk hikâyelerine ait anlatıların da eklendiği görülmektedir. Mesela: “Hikâye-i Geyik, Hikâye-i Güvercin, Hikâye-i Kesikbaş” vs. Buradaki anlatıcılar da tarihî süreç içinde kültürel değişim ve dönüşümün bir örneği olarak karşımıza çıkan “ozan,
âşık” tiplemesinin bir yansıması olarak düşünülebilir (Bayat 2000; Üçüncü 2004: 127–141). İslâmiyet
öncesi dönemlerde “ozanların oba oba dolaşarak eski kahramanların menkıbelerini anlatmaları, matem
merasimlerinde destan ve türküler söylemeleri” (Köprülü 1981: 11–243) de bu görüşü destekler mahiyettedir. Bu yönüyle de mevlitler, bir kültürel dönüşümün göstergesi de sayılabilir (Bayat 2008: 152).
Mevlit törenlerinde Anadolu’nun birçok yerinde yemek ikram edilir. Bu uygulama da İslâmiyet öncesi
geleneklerin devamı niteliğindedir. Mevlit törenleri, İslamiyet öncesi uygulamalardan aş törenlerinin
İslami kimliğe bürünmüş şeklidir dense yanlış olmaz. Çağdaş Türk topluluklarının tamamında cenaze
törenlerinde “ölü aşı” adıyla yemek verilmesi ortak bir gelenektir. Bu törenlerin ölümü kabullenme,
ölüyü uğurlama vs gibi manevi yönleri yanında sosyal yönleri de vardır. Bu törenler vasıtasıyla açlar
doyurulur (ölünün ruhu öteki âleme memnun gider), çıplaklar dağıtılan elbiselerle donatılır
Türk kültüründe en eski geleneklerden biri de “saçı” âdetidir. Mevlit törenlerinde de bunun ortaya
çıktığı görülmektedir. “Saçı” kelimesi, mevlit törenlerindeki metinlerde de sıkça karşılaşılan kelimelerdendir. Mevlit töreni sırasında çeşitli otlarla hazırlanmış su, dinleyicilere serpilmekte ve buna “saçı”
denmektedir (Toygar, 1982). Ayrıca, mevlit törenlerinde “mevlit şekeri” dağıtılması da bir tür “saçı”dır.
Bazı Türk topluluklarında rastlanan, sütü bir saçı nimeti olarak kabul etme geleneği de (İnan 2000:
184) Anadolu’nun bazı yerlerinde “Sütlü Adak Mevlidi”nin (Toygar 1982) ortaya çıkmasında etkili olmuştur, denebilir (Bayat 2008: 153).
Kısacası “mevlit” kelime olarak “doğum” anlamında olsa da Anadolu’da cenaze törenlerinin bir adı
olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Diğer Türk topluluklarındaki yemek (aş) verme töreninin yanına
İslâmî uygulama olarak bir de Kuran-ı Kerim okumak eklenmiş, daha sonraları buna da mevlit okuma
geleneği eklenmiştir. Bu uygulamaya diğer Müslüman milletlerde rastlanmamaktadır. Bu, dinin onu
kabul eden toplumun yaşamına farklı biçimde yansıması görüşü ile açıklanabilir. Cenaze törenlerinde mevlit okuma geleneğinin diğer Türk topluluklarında ve Alevi geleneğinde görülmemesi, İslami
algılayışın farklı boyutlar sergilediğine bir örnek de olabilir.
A. İnan, XII – XIV. yüzyıllarda yaşayan Oğuz boylarının İslamiyet’i yaşayışı ile XVIII. yüzyıl Anadolu
Yürüklerinin ve XIX. yüzyılda Kazak ve Kırgızların İslâmiyet’i algılayışının birbirinden farksız olduğunu
söyler. (İnan 2000: 470). 16. yüzyılda, İslâm tarihçileri, sosyal bilimcileri ve gezginleri Kazak ve Kırgızları
“kâfir” olarak nitelendirirler. Bu tamamen orada mevcut olan İslâm öncesinden kalma uygulama ve
geleneklerin “batıl” olarak görülmesine dayalı bir değerlendirmedir. Hâlâ Anadolu’da ve Orta Asya’da
ve Balkanlarda, bazı uygulama ve inançlar, İslâm dinine uyarlanmış şekliyle devam etmektedir. Halk,
bu uygulamaların kökeninin eski inanç kalıpları olduğunu bile bilmeden, bazı İslâmi yakıştırmalarla
da süsleyerek sürdürmüştür. Bunlar da daha çok Sünni Müslümanlar arasında gözlemlenir. Sünniler
arasında İslâmi inanç manzumesi içinde kaybolan uygulamalar, Alevilerde İslâm dışı öğelerin baskın
olduğu bir yapıyı ortaya çıkarmıştır(Saydam 1997: 166). Bu yönüyle Türkistan’da yaşayan Türk topluluklarıyla Anadolu Alevî geleneklerinde paralel uygulamalara rastlamak mümkündür.
Bütün bunlar sonuçta Türk Müslümanlığını ortaya çıkarmıştır (Bayat 2000). Bunu cenaze törenlerinde
büyük ölçüde korunan kalıntılarda bulmak mümkündür.
Özetle söylemek gerekirse, tarih içerisinde Türk topluluklarındaki cenaze törenleri, bazı değişikliklere
uğramıştır. İslâmiyet’in kabulünden sonra bazı İslâmiyet öncesi uygulamaları ortadan kalkarken büyük bir bölümü İslâmî nitelikler de kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Önceleri küçük çapta
uygulamalar şeklindeyken daha sonra uygulanışı ve işlevleri genişletilen mevlit törenleri, İslamiyet
öncesi dönemin izlerini taşıyan fakat İslami nitelikli törenler haline gelmiştir. Hatta cenaze törenlerinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Bunda sosyal, kültürel ve coğrafî sebeplerin olduğu kaçınılmazdır. Diğer Türk topluluklarında temeli İslamiyet öncesi döneme dayanan cenaze törenleri geleneksel yapısını bazı değişikliklere uğramakla birlikte canlılıklarını korumaktadır. Hâlbuki Anadolu’da
bu uygulamalar büyük sosyal ve kültürel değişimler sebebiyle farklılaşmış ve geleneksel uygulamaların farklı bir biçimi haline gelen mevlitler de bu değişimin bir parçası veya sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İslamiyet öncesindeki cenaze törenlerinde belli günlerde ölünün ruhuna verilen “aş törenleri”
İslamî bir künyeyle yaşatılmaya devam etmiş, mevlit okutulmaya başlanmıştır (Bayat 2008: 154).
Mezar başında Kuran okunabilir. Peygamberimiz ölülere rahmet dilemiştir. Bunlar dinde vardır ama
zorunluluk değildir. Gelenek olarak yaşamaktadır.
Ölüm döşeğinde Kuran okunması ise hem Müslüman bir insanın canını teslim ederken moralini yükseltip Allah’ın rahmetini dilemek hem de psikolojik destek ile Allah’a bağlılığını hatırlatmak açısından
geleneğimizde vardır. Hadiste de bulunmaktadır.
Sonuç
Türkün anlayışına göre cenaze törenleri, ölünün gelecekteki kaderini belirler (Roux 1999: 169). Eğer
bu törenler yapılmazsa, ruh göğe zor çıkar. Törenler, bu yeni yolculuk sırasında ve öbür dünyada ruha
yol gösterir. Bunun yanında geride kalan akraba ve dostların desteğine sahip olmanın, ölünün güven
içinde bulunmasını sağlayacağına inanılır. Kısacası cenaze törenleri, ölen kişinin yeniden varoluşunun temel dayanakları arasında kabul edilmektedir.
264 aile YazIlarI / 8
Cenaze törenlerinin asıl önemi, toplumsal yapı üzerindeki etkisinde ortaya çıkar:
1-.Cenaze sahiplerinin yaşadığı acıyı paylaşarak azaltmak.
2- Aile dinî inancını ve toplumsal ödevini yerine getirdiği için huzurlu olur.
3- Cenazeye katılanlar arasında problem olsa bile unutulur, duygusal bir bütünlük sağlanır.
4- Her törende olduğu gibi cenaze törenlerinde de evren tasavvuru derin bir duygu durumuyla yeniden yaşanarak toplumsal bilinç ve hafızada tazelenir.
5- Cenaze törenleri, yeni nesillere evren tasavvurunu öğretmenin en iyi ortamıdır. Bütün bu özellikleriyle cenaze törenleri, hem ölen için hem de kalanlar için çok önemli görevlerin yapıldığı ortamlardır.
Ölenin ruhu huzur içinde yeni yerine yerleştirilirken, geride kalanlar, bu dünyadaki hayatın geçiciliğinin bilincine bir kez daha vararak, evren düzenine ve toplumsal ilkelere bağlı yaşamanın gerekliliğine
inançlarını yeniden güçlendirirler.
Ölüm anlayışı, insanın evren tasavvurunu ve insanlarla ilgili anlayışını göstermesi açısından önemlidir. Türklerin insan anlayışının nasıl olduğunu, ölümle ilgili değerlerden çıkarmak mümkündür. Ölüm
bir yandan insanın yeni bir hayata, yeni bir boyuta geçişiyle ilgili iken diğer yandan hayatı da anlamlı
hale getirmektedir. “İnsan nasıl yaşamalıdır? Değerleri neler olmalıdır?” sorularının cevabını da ölüm
anlayışı belirler.
Aslında ölüm, var olduğumuzu fark etmemizi de sağlar. Ölüm, insanın varoluş bilincine ulaşmasını
sağlayan somut bir olgudur. Bu bilinç, insanı, kendisini ifade etmesi veya varoluşunu sağlayan değerleri daha canlı yaşaması gerçeğine götürür. Kişi bütün bunları birleştirdiğinde bedeninin ölümlü
olduğunu, bir gün mutlaka öleceğini, değerlerle kendini özleştirmesi gerektiğini kabul etmesi, bir
yandan değerlerin özünü kavrama çabasına dönerken, diğer yandan değerlerle tam bir uyum içinde
yaşama hayatın amacı haline dönüşür (Bıçak 2004:164).
Bütün bu geleneklerden hareketle denebilir ki, ölüm, hayatın sonu değildir. Vücudu terk eden ruh yaşamaya devam eder. İnsanlar gibi o da yer, içer ve ıstırap duyar. Bu tarz ruh anlayışı, ilkel toplumlarda
sayısız âdet ve inancın doğmasına sebep olmuştur.
Anadolu’da ölünün defnedilmesi sırasında da sonraki mezarlık ziyaretleri esnasında da görülen, uygulamaların yanında, daha birçok inanç ve pratik, gelenek ve görenek bulunmaktadır. Bu uygulamalar, yerleşim merkezlerine göre çeşitlilik gösterirler. Hemen hepsinin temelinde ölenin ruhunun öbür
dünyaya gidişini kolaylaştırmak, orada rahat ve mutlu olmasını sağlamak; ayrıca geri dönüşünü engelleyerek yakınlarına herhangi bir zarar vermesini önlemek düşüncesi yatmaktadır. Mezarlıkta ölüm
sonrası gerçekleştirilen söz konusu uygulamalar, genel olarak İslâmî esaslara bağlı bir şekilde yerine
getirilmekle birlikte bunların arasında yer yer İslâmiyet öncesi eski Türk inanışlarına ait kimi inanç ve
pratiklerin izlerine de rastlanmaktadır. Ölen kişinin öbür dünyada ihtiyacı olabileceği düşüncesiyle elbiseleriyle ya da bazı özel eşyalarıyla gömülmesi, mezarında yiyeceklerin dağıtılması, başucuna ateş
yakılması ya da ağaç dikilmesi vb. inanç ve pratikler, eski Türk âdet ve inanmalarının günümüzdeki
izlerini göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
Türk kültüründe cenaze törenleri paylaşım esasına dayalı olduğu için toplumsal dayanışma ve hareketin merkezini de oluştururlar.
deFin SOnraSI UYGUlanan Gelenekler 265

KAYNAKLAR
Acıpayamlı, O. (1962). İptidailerde ölü gömme ile ilgili bazı pratikler ve izahları. Ankara Üniversitesi DTCF Dergisi, C. 20, S:3-4,
245-254.
Aça, M. (1999). Kazak ve kırgız türklerinde defin sonrası bazı uygulamalar ve aş verme (aş toyu). Millî Folklor, Sayı: 43.
Açık, F. (2004). Özbekistan’da defin ve taziye merasimleri. Millî Folklor, Yıl 16, Sayı 61, 142–148.
Aktaş, A. (1999). Alevilerde ölümle ilgili ritüeller, Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, Sayı: 11.
Albayrak, A. ve Arıcı, İ. (2007). Elazığ’da taziye geleneği. Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 12:2 (2007), 33–44.
Albayrak, A. (2006). Keçiören caferilerinde ölüm adetleri ve uygulamaları. Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 11:2,
85-93.
Altay, H. (1981). Anayurttan anadolu’ya, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Araz, R. (1995). Harput’ta Eski Türk İnançları ve Halk Hekimliği. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları.
Artun, E. (2005). Osmaniye’de ağıt söyleme geleneği ve osmaniye ağıtları. Karacaoğlan’dan Bela Bartok’a Dadaloğlu’ndan
Âşık Feymani’ye Osmaniye Kültür-Sanat ve Folklor Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Matsa Basımevi.
http://turkoloji.cu.edu.tr/HALK%20EDEBIYATI/erman_artun_osmaniye_agit.pdf
_______________. (2007). Türklerde İslamiyet Öncesi İnanç Sistemleri – Öğretiler – Dinler. http://turkoloji.cu.edu.tr/
HALKBILIM/erman_artun_inanc_sistemleri.pdf.
Atalay, B. (1985). Divan-ı lügatı’t-türk. Ankara: TDK Yay.
Banarlı, N. S. (1998). Resimli türk edebiyatı tarihi. İstanbul: MEB Yayınları.
Barthold, W. (1987). Türklerde ve moğollarda defin merasimi meselesine dair. (Çev. A. İnan), Makaleler ve İncelemeler, Ankara:
TTK Yayınları.
Bayat, F. (2008). Türklerde cenaze törenleri bağlamında mevlid okuma geleneği. Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
Sayı:19, s.147–155.
Baydemir, H. (2009). Özbekistan’da ölüm adetleri. Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, Volume:4/8, Fall, 662–683.
Bekki, S. (2004). Türk halk anlatılarında ölüm ruhu motifi. Millî Folklor, Yıl:16, C:8, S:62, Yaz 2004, 53-66.
Bıçak, A. (2004). Türklerde evren tasavvuru ve ölüm anlayışı. Kutadgu Bilig Felsefe-Bilim Araştırmaları, Sayı: 6, Ekim 2004,
149–172.
Bozkuş, M. (2000). Tarihten günümüze sivas yöresinde Alevilik. Sivas: Vizyon Matbaacılık.
Cihan, A. (2006). Diyarbakır’da ölüm sonrasında gerçekleştirilen taziye geleneği ve seremoniler. SBArD, Mart 2006, Sayı:7,
1–23.
Çay, A. H. (1983). Anadolu’da Türk Damgası, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay.
Çıblak, N. (2001). İçel tahtacıları, dinî inanışlar ve dinî törenler, halk kültürü, anonim halk edebiyatı. (Yayınlanmamış Doktora
Tezi). Ç.Ü. Adana.
________________. (2002). Anadolu’da ölüm sonrası mezarlıklar çevresinde oluşan inanç ve pratikler. Türk Kültürü, Y.XL.
S:474, 605-614.
Çobanoğlu, Ö. (1999). Halk bilimi kuramları ve araştırma yöntemleri tarihine giriş. Ankara: Akçağ Yay.
Dıykanbayeva, M. (2009). Kırgız türklerinde ölüm. Millî Folklor, 2009, Yıl 21, Sayı: 82, 89–97.
Dilek, İ. (2008). Altaylardan anadolu’ya bir yemek, bir oyun ve bir ölüm geleneği üzerine. Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN
Armağanı. (E. Arıkoğlu, edt.). s. 628-635. Ankara: Akçağ Yay.
Engin, İ. (1998). Tahtacılar. İstanbul: Ant Yayınları.
Ercilasun, A. B. (2002). Türkçede öl- fiili üzerine. Kafalı Armağanı. Ankara: Akçağ Yayınları.
Erdem, A. (1998). Batı anadolu türkmenlerinde ölüm kültürü üzerine. Hacı Bektaşı Veli Araştırma Dergisi, Ankara, S: 6, Yaz,
111–114.
Ergin, M. (1994). Dede korkut kitabı 1. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
________________. (2005). Orhun abideleri. (35. Baskı). İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
Ergönenç Akbaba, D. (2008). Nogay türklerinde ölüm ile ilgili inançlar ve ağıtlar. Millî Folklor, Yıl 20, Sayı 80.
Eröz, M. (1990). Türkiye’de alevilik ve Bektaşilik. Ankara: KB Yay.
Ersoy, R. (2002). Türklerde ölüm ve ölü ile ilgili rit ve ritüeller. Milli Folklor, Yaz, Cilt:7, Yıl:14, Sayı:54, 86–102.
Esin, E. (1978). İslamiyet’ten önce türk kültür tarihi ve islam’a giriş. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası.
------------. (1979). Türk kozmolojisi (İlk devir üzerine araştırmalar). İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası.
266 aile YazIlarI / 8
Eski türklerde ölüm ve ölüm gelenekleri. (E. Tarihi: 12.05.2015) http://www.folklor.org.tr/turkish/index.htm
Genç, R. (1999). Türk inanışları ile milli geleneklerinde renkler ve sarı kırmızı yeşil, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
Gökbel, A. (1998). Anadolu varsaklarında inanç ve âdetler. Ankara: AKM Başkanlığı Yayınları.
Gömeç, S. (1997). Tarihte ve günümüzde saha türkleri. Ankara Ünv. DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:19, S:
30, 175–203.
Görkem, İ. (1992). Türk dünyasında yas törenleri ve ağıtlar. Türk Dünyası Araştırmaları, No: 77, Nisan.
_______________. (2001). Türk Edebiyatında Ağıtlar. Ankara: Akçağ Yayınları.
Gumilev, N. (2002). Eski türkler. (D. Ahsen Batur, Çev.). İstanbul: Selenge Yayınları.
Günay, Ü. ve Güngör, H. (2007). Başlangıçtan günümüze türklerin dinî tarihi, İstanbul: Rağbet Yay.
Güner Dilek, F. (2007). Altay türkçesinde ölüm kavramını anlatan sözler ve söz kalıpları. Bilig, Yaz, sayı 42: 177–190.
Güzel, A. (1999). Dini-tasavvufi türk edebiyatı. Ankara: Akçağ Yayınları.
Isparta gelenekler görenekler. (Erişim Tarihi: 12.02.2015). www.turkish-media.com/forum/topic/179946-isparta-gelenekgorenekler.
İltar, G. (2003). Eski türklerde mezar kültü ve günümüze yansımaları. Hacı Bektaşı Veli Araştırma Dergisi, S:27, Güz, 11-19.
İnan, A. (1995). Tarihte ve bugün şamanizm. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
________________. (1986). Tarihte ve bugün şamanizm; materyaller ve araştırmalar. Ankara: TTK Yayınları.
________________. (1987). Makaleler ve incelemeler. Ankara: TTK Yayınları.
Kafesoğlu, İ. (1977). Türk millî kültürü. Ankara: Boğaziçi Yayınları.
Kalafat, Y. (1994). Kuzey afganistan türkleri (özbekler, türkmenler, hazarlar, afşarlar, kazaklar) ve karşılaştırmalı halk inançları.
İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları.
______________. (1990). Doğu anadolu’da eski türk inançlarının izleri, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları.
______________. (1998). Kuzey azerbaycan-doğu anadolu ve kuzey ırak’ta eski türk dini izleri. Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları.
Kalaycı Durdu, B. ve Durdu, A. (1998). Geçmişten günümüze ölüm adetleri ve kemaliye köyünde ölüm. Türk Halk Kültürü
Araştırmaları 1997, Ankara: Kültür Bakanlığı HAGEM Yayınları.
Karaoğlan, H. (2003). Pazarcık yöresi alevilerinde ölüm ve ölü ile ilgili uygulamalar. KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl:1, Sayı:2,
37–52.
Kaya, D. (1994). Türk halk şiirinde ölüm sonrası gelenekler. Millî Folklor, III (21)-Bahar, 57-63.
_____________. (1999). Anonim halk şiiri. Ankara: Akçağ Yayınları.
Kenjeahmetulı, S. (1994). Kazaktın salt desturleri men adet-gruptarı. Almatı.
Keskin, M. (2003). Sarısaltık ocağına bağlı alevîler’de ölüm ile ilgili inanç ve ritüeller (tunceli karacaköy örneği). Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:15, 115–130.
Kocasavaş, Y. (1998). Türkçenin tarihî dönemlerinde ölüm kavramının ifadesi. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 29, İstanbul.
Köprülü, F. (1981). Türk edebiyatında ilk mutasavvılar. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Ligety, L. (1986). Bilinmeyen iç asya. (Çev. S. Karatay). Ankara: TDK Yayınları.
Ocak, A. Y. (1983). Bektaşi menâkıbnâmelerinde islam öncesi inanç motileri. İstanbul: Enderun Kitabevi.
Orkun, H. N. (1994). Eski türk yazıtları. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Ögel, B. (1971/79/86). Türk mitolojisi I, II. Ankara: TTK Yayınları.
--------------. (1991). İslamiyetten önce türk kültür tarihi. Ankara: TTK Yayınları.
_______________. (2000). Türk kültür tarihine giriş. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Öğer, A. (2008). Türk kültür tarihinde alp er tonga ve uygur türkleri arasında onunla ilgili anlatmalar. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 3/7, Fall, 508-523.
Örnek, S. V. (1979). Anadolu Folklorunda Ölüm. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
Özerdim, M. N. (1951). Bazı çin kaynaklarına göre bugün çin türkistanında yaşayan halklardan moğolların örf ve âdetleri.
Ankara ÜniversitesiD DTCF Dergisi, C:9, S:3, 215–226.
Özkan, F. (2002). Sibirya türklerinin geçiş törenleri. Uluslar Arası Türk Dünyası Halk Edebiyatı Kurultayı Bildirileri, 26-28 Mayıs
2000, Ankara, 595-608.
Radlof, W. (1994). Sibirya’dan II. (Ahmet Temir, Çev.). İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Rahman, A. (1987). Uygurların defin merasimleri. III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, IV. Cilt, Gelenek Görenek,
İnançlar, Ankara.
deFin SOnraSI UYGUlanan Gelenekler 267
--------------. (1996). Uygur folkloru. (S. Yalçın ve E. Emet, Çev.). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Rasonyi, L. (1993). Tarihte türklük. Ankara: TKAE Yayınları.
Roux, J. P. (1994). Türklerin ve moğolların eski dini. (Aykut Kazancıgil, Çev.). İstanbul: İşaret Yayınları.
_______________. (1999). Eski ve orta çağda altay türklerinde ölüm. (Aykut Kazancıgil, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınları.
Selçuk, A. (2004). Tahtacılar. İstanbul: Yeditepe Yayınları.
Siirt’te örf ve adetler. (E. Tarihi: 02.03.2015) http://www.meleklermekani.com/orf-ve-adetlerimiz/6186-siirtte-orf-ve-ade....
html
Sümer, F. (1992). Oğuzlar (türkmenler). İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları.
Şahin, H. İ. (2006). Balıkesir çepnilerinde defin ve defin sonrası bazı inanış ve uygulamalar. Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi,
Sayı: 39.
Şişman, B. (1998). Eski türk inançları ve anadolu’daki izleri. Türk Dünyası, Sayı: 15.
Tanyu, H. (1986). İslamiyet’ten önce türklerde tek tanrı inancı. İstanbul: Boğaziçi Yay.
______________. (1987). Hacıbektaş’da (suluca karahöyük) bazı inançlar ve âdetler. III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi
Bildirileri IV. Cilt. Gelenek Görenek, İnançlar. Ankara.
_______________. (1981). Şamanlık veya şamanizm. Türk Ansiklopedisi, C. 30. Ankara.
Tapucu, A. ve Aksoy, Ş. (2004). Şanlıurfa’da ölümden define kadar yapılan uygulamalara genel bir bakış. Harran Üniversitesi
Tıp Fakültesi Dergisi,1 (3), 53-57.
Tokyürek, H. (2009). Eski uygur türkçesinde ölüm kavramı ile ilgili ifadeler. Bilig, Yaz 2009, Sayı: 50, 169–198.
Toros, T. (1938). Toroslar’da tahtacı oymakları. Aylık Mersin Halkevi Dergisi, 1 Mart 1938, Sayı: 3, 10–11.
Tuna, O. N. (1960). Köktürk yazıtlarında ‘ölüm’ kavramı ile ilgili kelimeler ve ‘kergek bol-’ deyiminin izahı. VIII. Türk Dil
Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1957. s. 131–148. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Turan, O. (1993). Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi tarihi C. II. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Turan, A. Ş. (1986). Afganistan kazak türkleri’nde ölü gömme âdetleri. Türk Folklorundan Derlemeler 1986/1. Ankara.
Üçüncü, K. (2004). İrşad ve tebliğe bağlı icra. Ankara: TÜBAR Yayınları.
Ünal, F. (2008). Kazak türklerinde defin merasimi ve aş verme geleneği. Bilig, Bahar 2008, Sayı 45: 103-130.
Yalman (Yalkın), A. R. (1977). Cenupta Türkmen Oymakları I. (Haz. Sabahat Emir). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Yardımcı, M. (1993). Çukurova’da ölümle ilgili inanışlar uygulamalar ve iskenderun mezar taşlarının dili. Çukurova Halk
Kültürü Bildirileri. Adana.
 http://www.mehmetyardimci.com/hocanin/hocayazilar/olum.doc
Yıldız, N. (1995). Manas destanı (W. Radlof) ve kırgız kültürü ile ilgili tespit ve tahliller. Ankara: TDK Yayınları.
______________. (2007). Kırgız halk edebiyatı I. Ankara: Alp Yayınevi.
Yılmaz Killi, G. (2007). Hakaslarda ölüm ile ilgili gelenekler. MTAD, C:4, S:4-Aralık, s.65–87.
Yorulmaz, O. (2005). Kazak türklerinde defin âdetleri ve merasimler. Prof. Dr. Ramazan ŞEŞEN Armağanı. s. 387–401. İstanbul:
İSAR Vakfı Yayınları.
Yörükan, Y. Z. (2005). Müslümanlıktan evvel türk dinleri: Şamanizm. Ankara: Ötüken Neşriyat.
Zaripova Çetin, Ç. (2004). Tatar türklerinde cenaze merasimleri. Marmara Türkiyat Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından düzenlenen Uluslararası Türk Kültüründe Ölüm adlı sempozyumda (26.11.2004) sunulan bildiridir. (Erişim Tarihi:
12.09.2013) http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/culpan_zaripova_tatar_turklerinde_c...

22-02-2022/ Kaynak  NERGİS GİRAY Makalesi