Gece Susmak İdi Değil Mi?

Sana Büyük Bir Sır Vereceğim

Gece Susmak idi Değil mi?

Geceyi seviyorum karanlığı asla. Mavi üstüne mavi binlerce kez üst üste düşmeseydi, yıldızları asla göremezdim. Gecenin güzelliğinin aynı zamanda kelimelerin anlamsızlaştığı ve semboller üzerinden yaratılan kargaşaya verilen bir cevap olduğunu anlayamazdım. Gecenin sessizlik, sadelik, yalnızlık, düş kurabilmek için susmak gerektiğini yaşayamazdım. Evet gece susmaktır aynı zamanda, yutkunmaktır belki de hiç kimse karışmadan sırt üstü uzanmaktır, hatta kimsenin “deli, kafayı yemiş” demesinden korkmadan, kendi kendine konuşacağın en güzel andır. 

Yeni yıl şenliklerine ramak kalmış gecenin, yer yüzünün karanlığın değil, umudun, sakinliğın, sadeliğin, yalnızlığın, sevinin içinde toplandığı BEYAZ’a bürüneceği umuduyla, cigaramın dumanıyla ısınarak oturdum merdivenlere. Bizim mahalle yeni tip gecekondudur aslında. Kaldırımlarımız her zaman sakin olsa da, yeni uyananların da durmadan arttığı sokaklara eşlik eder. Kimi işe gider, bazısı vardiyadan çıkmıştır, gözleri mahmurlu, zoraki kalkmış lanetleyerek okula gitmeye çalışan çocuklarla doludur. Derdest edilmiş hayatlarıyla işe giden kadınlar-erkekler….  Gelip geçerler sessiz sedasız.

Cigaramının dumanıyla ısınırken avucumdaki yıldızların güzelliğine iliştim. Yıldız. Ellerini açmış, kucaklamak isteyen bir insan gibi geldi, hadi gel sarılalım, hadi gel kardeş olalım, hadi gel kol kola girelim, durmasana gel hadi yeni bir dünya kuralım sesleri gibiydi. Fena çarpılmıştım. Titreyerek ellerimi kapattım, gözlerimi geceye teslim etmiştim, uzun sürmüş ve cigaram elimi yakınca kendimi farkettim.
Sevmediğim halde biri oturmuştu yanıma nerdeyse yapışık. Azıcık uzaklaştım. Yapıştı yine. Başım önde ters ters baktım adama. Gözlüklü, dağınık saçlı, yüzündeki çizgilerden anladığım çok hışımlara uğramış, yalnız bir insan gibiydi…
Eeeeee diye harfler düştü dudaklarımdan. Düşmez olsaydı. Bir bana, bir sokağa, bir geceye baktı. Bitmemiş cigarasından diğerini yakıp derin derin çekmenin peşinde bıraktığı nefes kaldırımı kapladı. “Avuçların neden kapalı?” lafını duyunca çok sıkıldım, sana ne demeye niyetlenmiştim, devam etti, sakladığın bir şey mi var? Neden benimle değil de avuçlarındakiler ile konuşuyorsun? gibi sinirlerimi bozan soruları sıralamıştı. Adamdaki duruş, sakinlik, nezaket, berduşluk, dağınıklık, bütün sinirlerimi yatıştırmaya yetmedi. Sana ne, sana ne, sana ne yawww diye burnumun ucundan cevapladım. Hiç tık yoktu. Elleri çenesinde anlaşılmaz uğultuyla konuşmaya başladı.  Seçebildiğim cümleler hoşuma gitmeye giderek daha fazla dinleme, yüzümü kendisine dönmeye başladım. Tuhaf bir durumdu bu. Ve ben gecenin yıldızlarıyla konuşmaya çıkmış merdivenleri işgal etmişken, pişkin biri yanıma oturmuş, garip garip şeylerden bahsediyordu. Yaşadıklarından, terkedilmişliklerinden, yazılardan, parasızlıktan, şarapsızlıktan, kendisine yüklenen ağır sorumluluklardan dem vurup duruyordu…
Kafamın içinde binlerce soru ile avuçlarıma yöneldim. Kendisini dinlemediğimi ima ediyordum ama dinliyordum.  Elleri çok garipti, kırış kırış, ince parmaklar, kesilmemiş tırnaklar, şekil şekil damarlar, ezilmiş parmak aralıkları. Tuhaf.
Anlattıkça dinleyesim geliyordu kendisini.  Gece susmak idi değil mi? Uzun süre susmuştum da. Açtım avuçlarım anlatmaya başladım herşeyi kimseye anlatmadığım kadar. Göğsüne yaslanıp ağlayacağım bir “baba” özlemiyle anlatıyordum her şeyi. Ellerini tutasım geldi. Yapamadım. Öyle cümleler kuruyordum ki, cümle bitince “ben mi kurdum bu cümleyi” diye şaşırıyordum. Yıldızları gösterdim. “bak dedim ellerini açmış insan, bizi çağırıyor, hadi gelin diyor ve biz gidemiyoruz” diye bitirdim sözlerimi. İçim sonbahar yaprakları gibi dökülmüştü. İki renk katma arzumu söyledim kulağına ve ellerini açmış yıldızın beni çağırdığını ama gidemediğimi, çok özlediğimi de ekledim.
Bacakları arasına aldığı başını kaldırarak, en uzakları görmeye çalışan kısık gözleriyle bana döndü ve  bütün cigarasını bitirdi.  
Son nefesini verir gibi söylenmeye başladı. Hızlı hızlı düşüyordu kelimeler dudakların. Toplamaya yetişemiyordum, anlattığı hiç bir şeyi anlayamıyordum geçmişten gelen uğultuyla konuşuyordu. Durdu ve acilen ecele giden adam gibi, vasiyetini söyler gibi, gözlerime bakarak “bana mutluluğun resmini yapabilir misin? diye bir laf ettiler yıllardır onun peşindeyim, henüz yapamadım” ve sustu.
Tuhaflıktan öte bir şey olmuştum. Mutluluk ve resim, yıldızlar ve özlemek! 
Google amcaya sordum hemen, tepeden tırnağa bir solukta okudum bütün yazılanları. 
Yanaştım. Nefesim nefesine değecek yakınlıkta, suratına suratına, dişlerimi gıcırtatarak, “mutluğun resmi kolay, sadece iki renk yeter anlasana. Ya sen UMUDUN resmini yapabilir misin?” diye kükredim. 
Sittir lan dedi ve aceleyle gitti.
Senin gibi.
Tuhaf.

02-01-2020/Şaban ÖZDEMİR/BURSA