Kahvenin Hatırı..

KAHVENİN HATIRI

(Fotoğraflar tahminim 1958-1959 yılları Güleryüz Aile Çay Bahçesi/Bandırma)

(Babam-Dedem-Çalışanları-Dostları)

Vaktiyle İstanbul’da Yemiş İskelesi’nde kahvecilik yapan ve başından türlü maceralar geçtikten sonra âmâ düşen bir adamdan naklen... Üsküdarlı halk şairi Vasıf, ondan da naklen Reşat Ekrem şöyle kaydediyor...

“ … bu adamın bir gün kahvehanesine bir yeniçeri gelip,

– Hey arkadaş! hep müşterilerine birer kahve yap, lakin şu kafire yapma! demiş.

Kafir dediği de bir köşede oturup nargile içen bir Rum gemi kaptanı imiş. Ama, hiç şüphesiz ki o zaman gözü açık, birer kahve yapıp vermiş. En sonra da iki kahve yapıp ,

– Kaptan, biz de seninle içelim diye, Rum müşterinin yanına oturmuş.

Yeniçeri;

– Heeyy! Ben sana o kafire kahve yapma diye tembih etmedim mi? Deyince,

Kahveci de,

– Kaptana yaptığım kahve senden değil, ocaktandır ağa! Cevabını vermiş.

Aradan zaman geçmiş. Sisam Adasında büyük bir isyan baş göstermiş. Kahveci de yeniçeri ocağında kayıtlı asker olduğu için adaya sevk edilmiş. askerin arasında suyu bulduğuna göre Sisam’da asi olan Rumlar, ele geçirdikleri Türk esirleri bir meydanda müzayede ile satarlar, arttırıp alan da hemen boğazlayıp kesermiş. Müzayede ile esir satmaktan kasıtları da, isyan hareketini beslemek için bir nevi yardım toplamakmış.

Gün gelmiş, Yemiş İskelesi’nin kahvecisi de Rumların eline esir düşmüş ve diğer esirlerle birlikte o meydanda satışa çıkarılmış. İstekliler kaç kişi ise karşılarına dizilmişler, bekleşirler imiş…

O sırada tepeden tırnağa silahlı bir Rum gelmiş. Bunları gözden geçirdikten sonra bir iskemleye oturmuş, müzayede de başlamış.

İlk, bir paradan başlarlarmış. Bir can da beş paraya, on paraya kadar çıkarmış.

Sıra kahveciye gelince iskemlede oturan o silahlı adam yekden,

– Beş kuruş! diye bağırmış.

Arttıran olmayınca da esiri alıp bir muhafız nezareti altında şehirden çıkarmış.

Zavallı kahveci, “Beni beş kuruşa aldığına göre kim bilir ne gibi işkencelerle öldürecek.”

Diye düşünürken, ıssız bir yerde o silahlı Rum ;

– Korkma, demiş, sen beni tanımadın ama ben seni tanıdım. Hani bir yeniçeri bana hakaret ettiği zaman sen onu dinlemeyip bana kahve ikram eden Yemiş İskelesi’ndeki kahveci değil misin? Kucaklaşıp öpüşmüşler.

Bir fincan kahvenin hatırını sayanlardır ki; asi de olsa, saki de olsa mert adamdır…

Araştırmacılar kahvenin 14. yüzyıl başlarında,

Habeşistan'dan tüm dünyaya yayıldığını,

çıkış yerinin de kahve ile benzerlik gösteren,

Güney Habeşistan'daki Kaffa yöresi olduğunu belirtmektedir.

Önceleri Arap Yarımadası'nda,

kahve meyvesinin kaynatılması ile elde edilen içecek,

yepyeni hazırlama ve pişirme yöntemiyle,

özgün tadına kavuşmuş.

Kahve ile Türkler sayesinde tanışan Avrupa,

uzun yıllar kahveyi, Türk Kahvesi olarak,

bu yöntemle hazırlayıp tüketmiş,

Brezilya ve Orta Amerika kaynaklı, arap türü,

yüksek kaliteli kahve çekirdeklerinden,

harmanlanan ve tercihen kömür ateşinde,

ağır ağır titizlikle kavrulan Türk Kahvesi,

çok ince öğütülür.

Telvesi ile ikram edilen tek kahve türüdür.

Saray mutfağında ve evlerde yerini alan kahve,

çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulduktan sonra,

dibeklerde dövülerek,cezvelerde pişirilmek suretiyle,

içiliyor ve itibarlı dostlara büyük bir özenle ikram ediliyor.

Kısa sürede, gerek İstanbul'a yolu düşen,

tüccarlar ve seyyahlar, gerekse Osmanlı elçileri sayesinde,

Türk Kahvesinin lezzeti ve ünü,

önce Avrupa'yı oradan da tüm dünyayı sarmış.

 

Buraya kadar alıntılardan derleme...

*******************************

 

Babama sordum...

Kaç yaşından beri sigara içiyorsun ? Diye...

Dokuz dedi, yüzünü buruşturarak.

Gözlerinde bir parlama sezdim.

Uzağa daldı gözleri, çok uzağa.

Yavaşça yanaştım yanına yerimden kalkmadan.

Anlatsana bana...

Kahve dedi, kahve ile, annem ile.

Hani senin bildiğin ev var ya,

dedenlerin evi, hani bahçeli,

erik ağacının dibinde otururduk.

O zamanlarda kahve evlerde kavrulurdu.

Tambur gibi bir şey tarif etti.

Mangal kömürü yakılır,

ateş iyice hazır olunca, közler kıvamında yani.

Tamburun içine kahve konur,

bir baş da orta boy kuru soğan,

soyulmadan kabuğu ile içine atılır,

yavaş yavaş el ile sallanarak kavrulur.

Ara ara bakarsın oldu mu diye,

eğer hazıra yakınsa, içine,

küçük bir ceviz büyüklüğünde,

balmumu atarsın,

bir kaç daha savurursun,

balmumu erisin, iyice kahveyi sarsın diye,

sonra alırsın ateşten, bez torbaya dökersin,

soğusun dinlensin diye.

Soğan, dedim soğan niye...

Parlaklık verir, lezzet verir.

Peki ya balmumu nedendir?

Hani damağına kaymak gibi sıvaşır ya,

kıvam verir, keyif verir.

Soğuyunca, el değirmenine koyarsın.

Hani sen oynuyorsun ya, pirinçten kollu,

onunla çekilir kahve, ne kadar lazım ise.

Biliyor musun babaannen,

bütün gün kahve hazırlardı, bizim kahveye.

İlk çektiği kahveden,

közde iki fincan kahve yapardı.

Gel Yılmaz'ım derdi, otur yanıma.

Tabakasından cigara sarardı,

birisi de bana.

İşte o zaman başladım cigaraya.

Dedenin yanında cigara içmedim.

Biliyordu içtiğimi ama,

yüzüne dumanı savurmadım.

O gelince yanıma, tablaya koyardım,

orada biterdi çoğu zaman.

İçki iç ama cigara içme sakın.

Yanında olmayınca dersin, ver bir tane,

ama içkiyi diyemezsin.

İçkiyi de adam gibi iç, içeceksen...

 

Ben de içmedim onun yanında,

tablada söndü çoğu zaman...

31/03/2016 - SELÇUK ÖZGÜLERYÜZ /BANDIRMA