YANLIŞ HESAP MUHTEREM (!)

 

YANLIŞ HESAP MUHTEREM (!)

 

Yanlış hesaplar yapıyorsun muhterem(!), kır atlar, yalın kılıçlar yok artık çöllerde. Kumsalın üstünde develer değil, zırhlı araçlar dolaşıyor. Yalın kılıçlı fellahların yerini çok zaman önce rambo kılıklı coniler almış, macera değil, petrol peşinde koşuşan coniler. Conilerin senin sırtını sıvazlamalarına fena aldandın, sandın ki seni çöllerin sultanlığına getirecekler. Yanıldın muhterem, fena yanıldın. Hiç elin oğlu tutup  bir hayalperesti petrolistana patron yapar mı?
 
Yanlış hesaplar yapıyorsun muhterem(!), kibrinle saygı kazanacağını sanıyorsun oysa kibir iticidir, inciticidir. O kadar ki insanlık kibri bin yıllar öncesinden ayıplamış, günah saymış, bulduğu ilk fırsatta kibirlileri dışlamış, baş aşağı etmiş.
Bütün dinsel inanışlar kibri günah saymış.Toplumlar, kibirli yöneticilerinden nefret etmiş. Masallarında bile cezalandırmış.
 
Yanlış hesaplar yapıyorsun muhterem(!), ihtişamla itibar kazanacağına inanıyorsun.  İhtişam için, gösteriş için yani, oysa mücahidi olduğunu iddia ettiği dinin bile ihtişamı, israfı yasaklıyor, düpedüz haram sayıyor! Ülkende açlık sınırının altında yaşayan binlerce  insan varken sen tutup altın kaplama klozetlerde def-i hacet eylemeyi, altın kaplama bardaklarda şerbetler içmeyi medar-ı itibar sayıyorsun. Kaçak sarayını teşhir amacıyla yabancı devlet adamlarını ülkene davet ediyorsun. Yanlış hesaplar yapıyorsun muhterem(!). Dünya sana çoktan teşhis koydu, ama sen hâlâ farkında değilsin, sonunda ülken küçük düşüyor muhterem(!). Hatırla hele: ünlü şairimiz Ziya Paşa “Bed asla necabet mi verir hiç üniforma? /  Zerduz palan ursan eşek yine eşektir.” Yani : Aslı kötü olana üniforma saygınlık kazandırmaz, Nasıl ki altın semer de koysan,
eşeğin eşekliği değişmez” ise, diyor. 
 
Yanlış hesaplar yapıyorsun muhterem(!). Yalanı başlıca silâhlarından biri olarak kullanıyorsun. Yani düpedüz  aşağılıyorsun insanları: Hayvan sürüleri gibi yanıltılıp yönlendirilebileceklerini, yönetilebileceklerini sanıyorsun. Bir süre işe yarıyor da yalanların, doğrusu! Ama zamanla uyanıyor insanlar. “Bu adam bildiğimiz bizi düpedüz kandırıyor yahu” diyerek gerçeği görmeye başlıyorlar. Sonrası mı?,  Tam da bu gün yaşadığın! Yüz de elli oy desteği, iniyor yüzde kırk’a! Seçim sandığında çıkacak altın taht’I beklerken kendini yüzüstü iki seksen buluveriyorsun! Yanlış hesap yapıyorsun muhterem(!) !...
 
Yanlış hesap yapıyorsun muhterem(!). Makam odalarındaki tüm konuşmalarının bütün dünyaca dinlenilmekte olduğunu, sınırlarında olup bitenlerin uydulardan saniye saniye gözlenip belgelendiğini, Mit tırlarının nereden kalkıp sınırlarını geçerek hangi terör örgütlerine neler ulaştırdıklarının dünyaca  bilindiğini, belgelendiğini bilmezden gelerek, tırlara yüklenmiş silahları sınırlarda durduran savcıları ve askerleri, bunları haberleştiren gazetecileri  casuslukla, vatan hainliğiyle  suçlayıp yargılatıyorsun. Böylece yanlışlarının üstüne dağ gibi yanlışlar yığıyorsun, muhterem(!) ! Bütün bunların seni batağa sürüklemekte olduğunu muhaliflerin sana binlerce kez söylediler, yazdılar! Dinlemedin, muhterem(!)!
 
Ve işte şimdi… sıra yandım Allah türküsünde. Hiç değilse bir kez doğru hesap yap: Sessiz sedasız terk et Kaçaksaray’ı, Git, Çankaya Köşkü’nde Türkiye Cumhuriyeti’nin gelenek ve göreneklerine uygun alarak yaşamını sürdür, yargılanıp aklanacağın ya da cezalandırılacağın güne kadar.
 
Sakın haaa, bundan böyle yanlış yapma muhterem(!)…

17-07-2015 ...GÖNEN

 

DERİN SORGU

 

Devletler de canlılar gibidirler. Doğarlar, büyürler, yaşarlar, çökerler, kendilerini yaratan ihtiyaçları karşılayamaz hale gelirler ve ölürler. Ölenlerin yerini bu ölümleri hazırlayıp gerçekleştirenlerin ihtiyaçlarına uygun  yeni devletler alır. 
 
Türkiye şimdi böyle bir süreci yaşıyor: Kurtuluş savaşının ve Cumhuriyetin kuruluş döneminin nesnel koşulları halkı Atatürk ve arkadaşlarının çevresinde birleşmeye zorlamıştı, çünkü emperyalizmin üniformalı, tüfekli – süngülü askerleri somut olarak halkın karşısındaydı. İnsanlarımızın topraklarına, malına, canına  tecavüz ediyorlardı. Bu gerçeği görmezden gelmek pek de kolay değildi. Buna karşın, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri ulusal bilinçten yoksun insanları
şeriat sancakları altında birleştirip ayaklandırarak  bağımsızlıkçı, cumhuriyetçi hareketi yenilgiye uğratmaya çalışmışlardı.
 
Emperyalist orduların cephelerde, yerli işbirlikçilerinin ise ayaklanma bölgelerinde yenilgiye uğramalarından sonra Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan yeni dönem, tam bir örtülü savaş olarak günümüze dek sürüp geldi. Bu dönemde emperyalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrasının ekonomik ve askerî koşullarının yarattığı durumdan yararlanıp Türkiye’yi Nato’nun    cenderesine
alarak  yeşil kuşak projesini uygulamaya soktu. Bunun gereği olarak bir yandan silahlı kuvvetler emperyalizmin çıkarları ve ideolojisi doğrultusunda   yapılandırılırken bir yandan da eğitim sistemi laiklik doğrultusundan hızla uzaklaştırıldı. Bunlara paralel olarak komünizmle mücadele adı altında bir örgütlenmeye gidilerek kör cahil bir gençlik yetiştirilmeye çalışıldı. Bu dönemde, solculuk, halkımıza bizzat devlet kurumları tarafından “Komşunun kapısına şapka asmak” olarak belletildi. Hem de camilerde, okullarda ve kışlalarda…  O yıllarda halkın alın terine sahip çıkmaya çalıştığı için faili meçhûl listelerine bile sokulmayan kaç insanımızın canına kıyıldığı bilinmiyor.
 
12 Eylül sürecinde işletilen Mamak ve Diyarbakır işkence evleri Türkiye’yi bu güne hazırlamaya yönelik emperyalist amaçlarla adeta kin, nefret ve ayrıştırma fabrikaları olarak yıllarca çalıştırıldı.  Sonuç mu? Bölünmenin eşiği!...
 
Peki, bütün bunlar olurken bizler, büyük çoğunluk ne yaptık?  “Elle gelen düğün bayram!” afyonuna sarılmadık mı? “Memleketi kurtarmak bana mı  kaldı?” kaytarmacasına sığınmadık mı?  “Bir benim oyum neyi değiştirir ki?” diyerek seçmenlik görevimizden kaçınmadık mı?”
 
 Başkalarını göreve çağırırken önce kendimizi “ peki, bu olumsuz gidişe engel  olmak için biz ne yaptık?” diye derin sorgudan geçirmek, kendi vicdanımızda iyice bir aklandıktan sonra direniş saflarında yerimizi almak, sonra da başkalarından direniş saflarına katılmak, ancak ondan sonra başkalarını  da saflara davet etmek gerekmez mi?

******************************************************************

Dincileri Anlıyorum,Dindarları Değil

 

Adlarını bildiğimiz ya da bilmediğimiz pek çok din var yeryüzünde. Eski, yeni, kitapsız, kitaplı… Ve bu dinlere, bu dinlerin doğaya, toplumlara, yaşama ve ölüme dair açıklamalarına, toplumsal ve özel yaşam için öngördükleri davranış kurallarına inanan pek çok insan… Ve bu inananlar, dinden söz  edildiğinde yalnızca kendi dinlerinin gerçek ve biricik din olduğunu, ölümden sonra yalnız kendi inanç mensuplarının ölümsüzlüğe ve cennete ulaşacaklarını, başka inançlara mensup olan ya da hiçbir dini benimsemeyenlerin ise cehennem dedikleri sonsuz azap mekânlarına gideceklerini tartışmasız kabul ederler.
 
Herhangi bir dinin müminleri dünyada en büyük çoğunluğu oluşturduklarına inanıyorlarsa da gerçek pek öyle değil: Dünya nüfusunun % 23 kadarı Hıristiyan, % 22 kadarı Müslüman, % 24 kadarı ise bir çok dine dağılmış küçük inanç gruplarında yer alıyor. % 21 kadarı da hiçbir dine inanmayanlardan oluşuyor. Farkla kaynaklar bu oranları farklı gösteriyor.  (Ayrıntılı bilgi için konuyla ilgili internet siteleri incelenebilir.)
 
İnsanlar, doğa ve toplumlar karşısında birey olarak güçsüz ve bilgisiz olduklarından ancak başka insanlarla birlik ve dayanışma içinde bulunduklarında kendilerini daha güvende ve mutlu hissedebilirler. Bu nedenle de aidiyet ve mensubiyet duygularını geliştirirler. O kadar ki çoğu kez öyle olmasalar da çoğunluğun inançlarını, değer ölçülerini paylaştıklarını müraice iddia etmekten utanıp sıkılmazlar. Çünkü yalnızlık duygusu ve ölüm korkusu insanları fena halde ürkütür ve bir topluluğa katılmaya zorlar. Bu katılış, çevredeki en büyük, en güçlü topluluğa yönelir genellikle… Güçlü topluluğa katılmak insana bir korunma, bir sığınma, bir haklılık duygusu kazandırır çünkü.
Bundan dolayıdır ki şu dinden, şu mezhepten, şu tarikattan, şu cemaatten,  şu milletten, şu aşiretten, şu boydan, şu kentten, şu köyden, şu ırktan, şu partiden… olduğumuzu söyleriz yerli yersiz. Böylece bulunduğumuz yerde yalnız olmadığımızı, gerektiğinde, çevremizdekilerden farklı olmadığımızı, dışlanmamız gerekmediğini,  bizi koruyacakların bulunduğunu ima ederiz. Çünkü yaşam deneyimlerimizle farklılıkların dışlanma sebebi olduğunu bir çok kez öğrenmişizdir.
 
Farklılık nasıl dışlanma, hatta taşlanma nedeni ise benzerlik de aksine benimsenme, kucaklanma, korunma nedenidir. Bu nedenledir ki insanlar, tek başlarına toplumsal yaşamda önemsenecek bir güç oluşturamadıkları halde her herhangi bir değer çevresinde toplandıklarında çekici, birleştirici, güven verici ya da caydırıcı… etkiler kazanarak çekim merkezleri oluştururlar.  Bireyler bu çekim merkezleri çevresinde toplanarak varoluşlarını güvenlik altına alırlar.
 
Bu merkezlerin kurucuları, yöneticileri,  ancak çevrelerindekilerin sayısı arttıkça güçleri artacağından, rakiplerini çökertmek için ellerinden  geleni yaparlar. Böylece gruplar arasında sonsuz bir üstünlük savaşı başlar.
 
Çevrelerindeki katılımcıların en güçlüsü olan çekim merkezleri, dinlerdir. Çünkü insanların en eski çağlardan beri sorageldikleri sorular varoluşa, ölüme ve sonrasına dairdir. Bütün dinler bu sorulara kendilerince doğru cevaplar vererek inananlarını tatmin etmeleri nedeniyle müminlerini bağlayıcıdır. Bu nedenle müminler, gerek bu dünyadaki yaşamlarını ve gerekse ölümden sonraki yaşamlarını güvence altına almak için dinlerinin temsilcileriyle uyum içinde olmak gereğini duyarlar. İnsanların bu inanç ve eğilimleri, bireysel ve toplumsal yaşamda belirli  düzenlerin kurulup sürdürülmesini sağlar. 
 
Dinsel kuralların akla uygun olup olmaması, belirli bir düzenin kurulup sürdürülmesi bakımından önemli değildir. Yeter ki bu kurallara inanan ve uyan müminler bulunsun. Bundan dolayı, müminlerin varlığı ve çokluğu, o dinlerin yöneticileri için çok önemlidir.
 
Yöneticiler, itaatkâr müminlerin bağlılıklarını ve fedakârlıklarını artırabildikleri ölçüde güçlenecekleri için  bu konuda bütün güçlerini, olanaklarını seferber ederler. Söyledikleri, dini temsil görevinin kendilerine Tanrılar tarafından verildiği, tanrının rızasına ancak kendilerinin rızasıyla ulaşılabileceği, öyleyse kendilerine mutlak itaat gösterilmesinin tanrı emri olduğudur. Müminler bunu asla tartışamazlar. Ancak zaman içinde başka birileri dinlere ve ibadetlere yeni yorumlar getirerek  yeni dinlerin, mezheplerin, tarikatların… yöneticisi ve Tanrıların yeni temsilcileri… olurlar. Kuşkusuz, bu yeni temsilciler arasında müminlerinin yanı sıra kendi sözlerine kendileri de inananlar da bulunabilir. Ancak bu temsilcilerin asıl inandıkları, başında bulundukları toplulukların cömert ellerinden çıkıp onların ceplerine akan paralardır. İşte bu paraları ceplerinde, küplerinde, bankalarında, şirketlerinde, dergâhlarında, kasalarında biriktirenler, DİNCİLEDİR. Dinciler, havuzlarına yönelttikleri bu para akışını korumak için ellerinden geleni yaparlar. Kurdukları düzenin selâmeti için yapamayacakları şey yoktur. Ben, bu nedenle dincileri anlıyorum! İnsanları kandırma, inançları sömürme konusunda yapamayacakları hiçbir şeyin bulunmadığına inanıyorum. Peki onlara saygı duyuyor muyum? Elbet de hayır!
Hırsıza, yalancıya, sömürücüye saygı duyulur mu? Elbet de  hayır!!!
Ammaaa… Dindarları bir türlü anlayamıyorum. Çünkü, bütün dünya dinlerinin yasakladığı hırsızlığı, yalancılığı, dolandırıcılığı, inanç sömürücülüğünü, kendilerinin de inandığı iyi ahlâk ilkelerini yok sayan dinci yöneticilerin çirkinliklerine göz yuman dindarları bir türlü anlayamıyorum. Dindar insanlar, nasıl oluyor da dinlerinin temel ilkelerini ayaklar altına alan dincileri baş tacı yapabiliyor, nasıl oluyor da kendilerini aptal yerine koyan siyaset canbazlarına bile bile, göz göre göre destek verebiliyorlar, bunu anlayamıyorum.

Hiç anlayamıyorum.

REMZİ KISA -GÖNEN -05-06-2015