Savaş ve Barış Gerçeğinde Mutlu Olabilmek..

Savaş ve Barış Gerçeğinde Mutlu Olabilmek Mümkün mü?

MUSTAFA ORHAN ACU

Savaş tehlikesinin farkında olmayanlara, boş hülyalarla savaş çığırtkanlığı yapanlara, Araplardan daha fazla Arapçılık yapanlara son Türk toprağı olan Anadolu’da, emperyalistlere yar etmediğimiz Türkiye’de yaşadığımızı hatırlatıyor, yüzyıl önce Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ecdadımız tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni nasıl ve ne pahasına kurduğumuzun bilinciyle hareket etme zorunluluğumuzun bulunduğunun altını çizmek istiyorum.
Savaş ve barışın felsefesi olur mu? Birçok insanın evet dediğini duyar gibiyim. İnsanın ana rahminden çıkıp, dünya ya gözünü açtığı andan, ölünceye kadar geçirdiği zaman sürecinde hep savaş ve barış arasında bir hayat sürdüğü gerçeği var. Savaş gerçeğini kabullenmemiz durumunda, hayatlarımızı daha bir yaşanır hale getirmemiz, gelecek yarınlarda daha mutlu bireyler olarak bakabilmemiz rasyonel bir yaşam şekli oluyor kanaatindeyim. 

Savaş, insanlık tarihinin en önemli toplumsal olayıdır. İnsan var oldukça savaş olayı ile karşı karşıya kalmıştır, kalmaya da devam edecektir. İnsanlar ve insanlardan meydana gelen toplumların doğal hali, yaradılışı savaşmayı, kavgayı yaşamın bir parçası olarak görüyor. Bu yönüyle bakıldığında, insanlık tarihinin bir savaş tarihi olduğunu ileri süren yazarlar bile olmuştur. 

Barışın yaratılması ve korunması savaştan çok daha zordur ve onun içindir ki yüksek düzeyde siyasal maharet gerektirir. 20. yüzyılda iki dünya savaşı geçiren Avrupa’da, 1945 sonrasında barışın sağlanması ve sürdürülebilir kılınması çabaları felsefi ve siyasi düşüncenin odak noktasını oluşturmuştur. Özellikle nükleer silahların yaygınlaşması, Soğuk Savaş’ın getirdiği sorunlar, Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikada şiddetin çıkardığı sonuçlar düşünürleri, siyasileri, genel manada felsefi düşünceyi barış arama yönünde teşvik etmiştir. 

Geçmişten günümüze bu kapsamdaki çabalara esin kaynağı teşkil eden düşünürlerin başında Kant ve Hegel gösterilir. Felsefi düşünce denizinde yüzenlerin, bu iki düşünürü çok iyi tanıdıklarını umuyorum. Bu düşünürlere nükleer silahlara dayalı barışı değerlendiren Aron’u da eklemek gerekir düşüncesindeyim. Kant; Ebedi Barış Üzerine "Felsefi Deneme" adlı eserinde, barışın daimî bir şekilde tesisinde insanların aklına hitap etmiştir. O, barışın her zaman savaşa tercih edilebilir olduğunu göstererek, barışın rasyonel değerlendirmesini yapmış, insanların bir barış ahlakı içinde nasıl yaşamaları gerektiğini gösterme arayışıyla düşüncelerini geniş kitlelere benimsetmeye çalışmıştır. Kant, ebedi barış için insanlar arası ilişkilerin hukuk açısından tanımlanmasını da istemiştir. O bu amaçla bir cumhuriyet anayasası öngörmüştür. Kant’ın ileri sürdüğü bir diğer görüş ise halklar federasyonunun oluşturulmasıdır. Kant ayrıca başka bir eserinde kozmopolitik haklar kavramını ortaya atarak yabancının bir düşman olarak değil, bir dünya yurttaşı şeklinde ele alınmasını gerektiğini savunmuştur. Yabancı kavramını yok ederek, insanlar arasında daha insancıl bir bakış açısının var olmasını hedeflemiştir. Toplumsal barışa bu bakış açısının hizmet edeceğini savunmuştur.

Hegel ise savaşı ahlaki bir çerçeveye yerleştirmek yerine, savaşı politik olarak ele alan bir düşünürdür. Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri adlı kitabının son kısmında “Devlet” başlığı altındaki bölümde savaşı, devletlerin devlet olma alameti olarak değerlendirmektedir. Hegel, savaştan çatışma veya tanınma amacıyla mücadeleyi kastetmiştir. Savaş, devletin egemenlik unsurlarının en somutu olmaktadır. Hegel savaşı bir kötülük olarak ele almamaktadır. Savaşın gerektiğinde kaçınılmaz olduğunu kabul etmektedir. 

Bu çerçevede diğer bir düşünür Aron ise, Clausewitz hakkında yaptığı çalışma ve daha sonra kaleme aldığı Devletler arasında Barış ve Savaş adlı yapıtında termonükleer tehdit altındaki uluslararası sistemi irdelemiştir. Aron’a göre caydırıcılık, yıkıcılık ve ikna etmek çağdaş dünyanın diplomasilerinin ve stratejilerinin temel bileşimini oluşturmaktadır. Aron, bu şartlar altındaki dünyada olası barışın ölçütlerini ortaya çıkarmaya gayret etmiştir. 

21. yüzyıl barış yüzyılı olabilecek mi? 

Çok taraflı diplomasinin ağırlık kazandığı günümüzde, Kant’ın etkisinde Avrupa Birliği gibi başarılı bir entegrasyon hareketinin ışığında, barışı gerçekleştirmek için, ülkeler, arabuluculuk ve diplomasi araçlarıyla sorunlarını çözerek bir araya gelerek barış ve güvenliği bu asırda sağlayabilirler mi? 

Kant’ın etkisindeki Avrupa’da birlik oluşturulmasının ortaya çıkardığı bu tipik örnek, diğer kıtalar için de söz konusu olabilecek mi?

Özellikle nükleer silahların yaygınlaşması, Soğuk Savaş’ın getirdiği sorunlar, soğuk savaş sonrası uluslararası politikada şiddetin ortaya çıkardığı sonuçlar ve yönsüzleşmiş savaşlar, felsefi düşünceyi barışı arama yönünde tahrik etmiştir. Savaş, stratejik düşüncenin ve askerlik tarihinin en önemli ögesidir. Ayrıca savaş, insanlık tarihinin en önemli sosyal olayıdır. İnsan var oldukça savaş olayı ile karşı karşıya kalmıştır. 

Tarih felsefesi açısından değerlendirildiğinde, insan hep bir mücadele süreci içinde yaşayagelmiştir. İnsan, tabiat ile mücadelesi sonucunda, tabiat güçlerini kontrol altına almayı ve bunları kendi lehine kullanmayı başarmıştır. İnsanlar ve insan grupları arasındaki mücadele, sosyal gruplar arasında ortaya çıkan rekabet, sınıflar arasındaki eşitsizlik, silahlı çatışmalara yol açan nedenler olarak ileri sürülebilir. 

Savaş ve barıştan söz ettiğimizde, Marcus Aurelius’tan söz etmemek olmaz. Marcus, staocu bir bilge imparatordu. Roma’nın gelmiş geçmiş en büyük imparatorları arasında ilk sıralarda yer alıyordu. Tahtta kaldığı toplam 19 yılın, 15 yılını savaşlarla geçirdi. Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu bütün hayatı boyunca anlattı. Zor olanın savaş değil, barış olduğunu her zaman dile getirdi. Kendisi Platon’un bir sözünü her zaman tekrar etti. "Eğer krallar filozof ya da filozoflar kral olsaydı, dünyamız daha güzel bir yer olurdu." sözünü hep önemsedi. Fakat o da yaşarken barışın, savaşların karşısında çaresizliğini tecrübe ederek en üst seviyede görmek zorunda kaldı. 

Dünya, güç dengeleri esasına göre denge de duruyor, denge bozuldu mu barış yerini savaşa bırakıyor. Dengeler değiştiği zaman insanlar gücü eline geçirmek için savaş tercihini öne çıkarıyorlar. Savaşlar güçsüzlere felaket, güçlülere de yeni olanakların yolunu açıyor. Bu devran da böyle devam edip gidiyor. Hayatta güçlü olanlar ayakta kalırken, güçsüzler yerle bir olup, hayatın ızdırabının yükü altında eziliyorlar. Bu durumun önüne geçmenin mümkün olduğunu düşünmek, Polyanacılık oynamakla eşdeğer olduğuna inanıyorum. Dünyamızı gül bahçesine çeviremeyeceğimiz gerçeğinden yola çıkarak, son dönemde İsrail-Hamas Savaşıyla tekrar karışan bölgemizde, ulus olarak bağımsızlığımızı koruyabilmek, vatanımızı savunabilmek için güçlü olmaktan başka çaremizin olmadığını hepiniz gibi çok yakından ve derinden biliyorum. Bunun farkında olmayanlara, boş hülyalarla savaş çığırtkanlığı yapanlara, Araplardan daha fazla Arapçılık yapanlara son Türk toprağı olan Anadolu’da, emperyalistlere yar etmediğimiz Türkiye’de yaşadığımızı hatırlatıyor, yüzyıl önce Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ecdadımız tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni nasıl ve ne pahasına kurduğumuzun bilinciyle hareket etme zorunluluğumuzun bulunduğunun altını çizmek istiyorum. 

Saygı dolu sevgiyle

03-11-2023/MUSTAFA ORHAN ACU/ERDEK