Beleştepe Hatıraları

Ne zaman Dolmabahçe’nin önünden geçsem, gözümde eski anılar canlanır. Hani, “Hey gidi günler hey” derler ya! Gerçekten de, "Ne gidi günlerdi” o günler. Üç büyüklerin maçları varsa o gün, sabahın erken saatlerinden itibaren stadın önü kalabalıklaşmaya başlardı. Hele bir de şampiyonluk maçı veya derbi varsa; yatak, yorgan, battaniyeyle stadın önünde sabahlanırdı. Birbirlerini hiç tanımayan taraftarlar hemen oracıkta kaynaşırlar, birlikte meşindaş olurlardı. 

Maç sohbetlerine başlanır, maç kadroları yapılırdı. “Bugün en az üç atarız, dört atarız” tahminleriyle stadın kapıları açılıncaya kadar maç öncesinin heyecanı coşkuyla birlikte yaşanırdı. Seyyar köfteciler, sandviççiler, simitçiler, lahmacuncular. Ayran, gazoz, su satanlar. Bu coşkulu kalabalıktan ekmeğini çıkarma derdinde olanlar. Öyle ki, beton tribünlere oturanlar için, pantolonları kirlenmesin diye eski gazete satanlar bile vardı. En çok da neye şaşırırdım biliyor musunuz? Stadın deniz tarafındaki kapısının önündeki o kocaman ağacın dallarına bir sürü bedavacı taraftar tırmanır, saatlerce hiç hareket etmeden maç saatini bekler, maç başladıktan sonra da, heyecandan neredeyse daldan dala atlayacak hâle gelirlerdi.

Bir de “Beleştepe” kültürümüz vardı. Paraya kıyamayanlarla, bilet bulamayıp da içeri giremeyenler ya da parası olmayanlar, yeni açık tribün ile numaralı tribünün birleştiği noktanın arkasındaki Beleştepe’de alırlardı soluğu. Oradan da Gazhane tarafındaki kalenin sadece ön tarafını görebilirdiniz. Haklı olarak “Gazhane de neymiş?" diyebilir şimdi bilmeyenler. Stadın arkasında, çevreye gaz dağıtan şebekenin depoları vardı da, ondan “Gazhane” denirdi oraya. Ne gazı derseniz hemen söyleyeyim; “Havagazı.” Bizim çocukluğumuzda mutfaklarda havagazı kullanılır, yemekler havagazıyla pişerdi. Öyle de zayıf gelirdi ki gaz. Pişir pişirebilirsen.  Son aylarda “fısss” diye ses çıkararak geldiğini hatırlıyorum. Sonra da zaten hiç gelmez olmuştu. 

Beleştepe’de bir de bakımsız kaldığı için, kendi kendine hayatta kalmaya çalışan, pek de gelişememiş bir meyve ağacı vardı. Ben ona kendimce “garip” adını takmıştım. Maç olduğu günler etrafında belki iki yüz kişi toplanırdı garibin. Maç olmadığı günlerde tek başına garip garip kalakalırdı. Bir seferinde, herhalde on yedi yaşında falandım sadece liseye gittiğimi hatırlıyorum. Bir FB-GS maçı vardı. Bilet kuyruğunda uzun süre bekleyip de, içeri giremeyince, ben de Beleştepe’de soluğu alıvermiştim. Baktım ki kalabalık, kargaşa büyük, hiçbir şey göremeyeceğim, elimdeki su şişesini garibin dibine boşaltıp Gümüşsuyu’na doğru yola koyulmuştum. Sonra, İnönü Stadı yıkılıp da, yerine yenisi yapılınca, her yeni gelenin eskiyi yok ettiği gibi, garip de yok oldu gitti. 

Az daha unutuyordum, belki inanmayacaksınız ama, stadın isminin Mithatpaşa olduğu yıllarda yerin altına kazılmış bir tribün daha vardı. “Duhuliye” denirdi oraya, çok ucuzdu. Açık tribünün üç lira olduğu dönemde, yetmiş beş kuruş filândı duhuliye. Duhuliye, biliyorsunuz “Dahil olma demektir" Dahil olma ya da “giriş” anlamındadır. Yani parayı verdin girdin işte, daha ne istiyorsun, ayakta mayakta seyret der gibiydi. Tribünlerin altına yaklaşık bir metre derinliğinde kazılmış olan ve sahayı çepeçevre saran Duhuliye bölümünde, ayakta izlerdiniz maçı. Başınız neredeyse sahanın zeminiyle aynı hizaya gelir, taç çizgisine gelen futbolcuların kramponları neredeyse burnunuza değecek gibi olur, üstü kapalı olduğu için de, futbolcular hava topuna yükselince, çoğu zaman topu görmek için yere inmesini beklerdiniz. Ben hiç gitmedim, gidenler anlatırlardı da, oradan biliyordum. İlginç değil mi? 

Hani seyyar köftecilerden bahsetmiştim ya! Nedense stadın önünde satılan her yiyecek çok lezzetli gelirdi bana. Sadece bana mı? Bir fanatik Beşiktaşlı arkadaşım anlatmıştı, bir şehir efsanesi olan o hikâyeyi size anlatmak isterim. Bilirsiniz Portekiz’in ünlü kulübü Benfica'nın sembolü de, aynı Beşiktaş’ınki gibi kartaldır. Benfica Kulübü her maçta başlama vuruşundan önce santra noktasından bir kartal uçururmuş. Kartal uçup, tribünlerin üstünde bir tur atar. Sonra da tekrar uçurulduğu noktaya dönermiş. Bu Benfica takımının her maçtan önce tekrarladığı geleneksel bir gösteriymiş. Beşiktaş kulübü de aynısını uygulamak ister. Lizbon’daki kartal terbiyecisiyle anlaşırlar. Kartal ve terbiyecisi İstanbul’a gelir, denemeler yapılır. Her şey yolundadır. Maç günü herkes heyecanlıdır. Başlama vuruşundan evvel havaya bırakılan kartal tribünlerin üzerinde bir tur atar. Herkes tekrar başlama noktasına konacak diye beklerken. Bizim kartal, doğru stadın dışındaki köftecinin tezgâhına yönelir. Aman Tanrım oda ne! Mis gibi köfte kokusu çekmiştir hayvanın canı. Köftecisi, sandviççisi, sucukçusu. Kiminin elinde bıçak, kiminin elinde sopa, kiminin elinde hiçbir şey olmadan hepsi de birden başlarlar kartalı kovalamaya. Bakarlar ki Kartal kaçmıyor. Dev gibi kanatlarıyla üstlerine doğru geliyor. Bu sefer de çil yavrusu gibi dağılırlar etrafa. Kartal herkesin şaşkın bakışları arasında tezgâhtaki köftelerden birini kapar. Sonra da süzüle süzüle tekrar başlama noktasına konup görevini tamamlar. 

Çok iyi hatırlarım, maç günleri Dolmabahçe stadının karşısındaki durağa yanaşan belediye otobüslerinin şoförleri; “Hastane durağına geldik" diye bağırırlardı yolcularına. Gerçekten de maç hastaları inince durakta, otobüs boşalıverirdi. Bir dönem o zamanki adıyla Mithatpaşa Stadı’nın zemini topraktı. Çim saha yoktu ki zaten Türkiye’de kuru havalarda hadi neyse de, yağmur yağdığı zaman toprak zemin balçık hâline gelir, çoğu zaman da futbolcuların forma numaralarını bile okuyamazdınız çamurdan. Maç başlarken gazeteciler hangi tarafın kalesine daha çok gol atılma ihtimâli varsa, o kalenin arkasında yer tutarlar, en ilginç pozları yakalamak için pür dikkat izlerlerdi maçı. Bazıları da taç çizgisinin dışında futbolcularla birlikte koştururlardı ilginç enstantaneler yakalamak için. O zamanlar izin vardı saha kenarında koşturup fotoğraf çekmeye. Bir de karşı kaleye penaltı atılacağı zaman, diğer kalenin arkasındaki gazetecilerin gurup hâlinde penaltı kalesine koşuşturmaları vardı ki, o kocaman fotoğraf makineleriyle yaptıkları koşu görülmeye değerdi doğrusu. 

Şimdiki gibi, rakip takımın seyircisine belli bir sayıda yer ayrılmazdı o dönemlerde. Her iki takımın seyircileri yan yana kol kola maç izlerler, kavga filân etmezler, birbirlerini kızdırmakla yetinirlerdi. Arada bir çıkan kavgaları da her iki taraftan da araya girenler yatıştırıverirdi.

Tezahüratlar da şimdikilere göre pek masumane idi. En fazla, hakeme bir “Gözlük ve Tarak” gönderilirdi. Bir de “i” harfiyle başlayıp “e” harfiyle biten bir lakap takılıverirdi. Maç programları da şimdiki gibi değildi. Takımlar, bir haftada iki maç yapar, ertesi haftayı boş geçirirlerdi. O dönemin spikeri de bambaşkaydı. Doyamazdınız anlattıkları maçları dinlemeye, mükemmel bir Türkçe, çok iyi bir diksiyon, zarif espriler, efendi kişilikler. Bütün meziyetler onlardaydı. Örnek mi istersiniz?

Halit Kıvanç; Maçları çok esprili anlatır, araya bir de fıkra sıkıştırıverirdi. Ya spor yazarlarına ne demeli? Necmi Tanyolaç, İslâm Çupi, Doğan Koloğlu, Kahraman Bapcum. Hepsi de bu mesleğinin efsaneleri ve şimdi aklıma gelmeyen diğerleri. Öyle güzel yazarlardı ki! Herkesin gördüğünü değil, herkesin göremediklerini yazarlardı. Sanki birer filozof gibi spora farklı boyut katarlardı. Onların sayesinde insanlar gazete okumaya arka sayfadan başlar hale gelmişlerdi. Ya bugün?

Bugün artık toprak saha yerine en son sistem, modern statlarımız var. Büyük paralar alan futbolcular ve antrenörlerimiz var. Antrenmanlara otobüsle, dolmuşla değil, Ferrari, Porsche, Mercedes gibi çok lüks arabalarıyla gelen futbolcularımız var artık. Çok varlıklı kulüp başkanlarımız var. Daha neler yok ki? Her şey var. Var oğlu var. Ama eskisi gibi, sportmenlik yok, sevgi yok, saygı yok, adil olmak yok, zarafet yok, asalet yok, adanmışlık yok, centilmenlik yok, meraklılarına keyif verecek maçlar da yok artık. Kısacası, yok oğlu yok. 

Eski dönemlerde derbi maçlarının tadına doyulmazdı. Bir hafta öncesinden gazetelerde maçla ilgili yazılar çıkmaya başlar, maç günü de spor sayfalarını, takımların karikatürleri süslerdi. Eğer Fenerbahçe-Galatasaray maçı varsa o gün; bir tarafa Kanarya, diğer tarafa koca bir Aslan figürü çizilirdi. Futbolcular en sevimli halleriyle karikatürize edilirdi. Böylece okuyucular, daha spor sayfasına bakar bakmaz, hoş bir rekabet duygusunun içinde bulurlardı kendilerini. O zamanlar televizyon olmadığı için, derbi maçları çok kalabalık olur, maça giremeyen seyirciler maç bitinceye kadar stadın dışında beklerler, içeriden gelen tezahürat seslerine göre hop oturup hop kalkarlardı. 

O yıllar, spordan, futboldan, müsabakalardan zevk aldığımız yıllardı. Sonra her şey değişti. Önce, Gladyatörlerin birbirleriyle öldüresiye dövüştükleri Arenaların isimleri verildi statlarımıza. Sanki takımlar birbirlerini öldürmek için çıkacaklarmış gibi sahaya. Eskiden yenmeye gelinirdi statlara, artık ölmeye gelinir oldu adları Arena olan statlara. Seyirciler hep bir ağızdan, kendi takımlarının ismini söyleyip, “Seninle ölmeye geldik” diye bağırmayı takımlarını sevmek zannettiler. Hiçbir yönetici; “Neden ölmeye gelelim ki? Maç yapmaya gidiyoruz. Spor dostluktur, Yenmeye gidiyoruz” diye değiştirelim şu sloganı demedi. Farkına bile varamadılar bu ayrıntının. Kulüpler arasındaki centilmenlik iklimi zamanla yok oldu gitti.

Başkanlar birbirlerine adeta rakip değil de, düşman gibi davrandılar. Her futbolcu, her teknik direktör, her yönetici kaybettikleri her maçta hakemleri suçladılar, ha onlarda pek matah sayılmazlar hani. Kazandıkları her maçta ise, rakip takım aleyhine yapılan yanlışlıklar karşısında sus pus oldular. Hakemler de bir tuhaf oldu. Güvenilirliklerini kaybettiler. Seyirciler derbi maçlarından sonra birbirlerine girdiler. Spora siyasetin girmesiyle yetinmediler. Maç seyircisine "Fetih Suresini" bile okuttular, sanki maçtan sonra sefere çıkılacakmış gibi. Bazı yorumcular da, spor programlarında maçları yorumlarken bağırıp çağırmayı, argo kelimeler kullanmayı marifet saydılar. Sonra ne oldu? 

Sonra, pandemi denen görünmez bir sinsi canavar geldi. Kimsenin sesi çıkmaz oldu. Dünyayı alt-üst eden bir virüs yüzünden bütün ülkelerde futbol maçları iptal edildi. Şimdi ise TFF’nin içler acısı ve durumu ortada. Çok şey değişti çok şey. Konfor on numara, beş yıldız. Üstümüzde, üşümeyelim diye ısıtıcılar. Karşımızda nefis bir çim saha. O zaman anladım ki, geleneksel futbol seyircisi artık yok. Hayatımızın her tarafına olduğu gibi statlarımızda da paranın hükmettiği mekanik bir ortam oluşmuş. 

Bazen dolmuşlarla, bazen otobüslerle bazen da yürüyerek geldiğimiz soğukta, yağmurda, karda üşüyerek seyrettiğimiz, karnımızı bazen bir sandviç, bazen bir simit, bazen de seyyar köftecinin köfteleriyle doyurduğumuz; yensek de, yenilsek de maçlardan sonra birbirimizden dostça ayrıldığımız eski yılları hatırladım bugün. Çok güzeldi o yıllar. Samimiyet vardı, sevgi vardı, saygı vardı. Maçlar daha keyifliydi. Çünkü dostluklar şampiyonluklardan daha önemliydi o günlerde. Öyleydi işte! Çünkü; o zamanlar her şeyin bir adap vardı. Seyirci olmanın, sporcu olmanın adabı vardı. Yönetici olmanın, yorumcu olmanın adabı vardı. Sadece bunların değil, Toplum içinde yaşamanın da bir adabı vardı. Ve bizler, o adabı bilenlerdendik, çünkü öyle görmüştük. 

Sevgi, saygı ve güzelliklerle kalın

16-01-2024/MUSTAFA ORHAN ACU