Çakır - Öykü-

ÇAKIR

Herkes bana “Çakır!” diye seslenir.

“Hangi Çakır? Kimin Çakır’ısın,” diye soranlara:

“Dümbeli Hasan’ın Çakır” derim. Bu güne kadar, Haydar Çavuş İbtidai Mektebi’ndeki öğretmenim Muallimi-i evvel Hafız Ali Rıza Efendi’den başka kimse beni, “Mahmut!” diye çağırmamıştır.

              On sekiz yıl önce, anacığım beni doğururken öldüğünden ana kokusu bilmem. O gün, acı ve çaresizlik içinde kıvranan babamın imdadına karşı komşumuz olan mahallenin iyilik meleği Madam Mika yetişmiş. Beni, yeni doğmuş kızıyla beraber emzirmiş, büyütmüş. Acımla acılanmış, sevincimle gönenmiş. Saman sarısı saçları, gök mavisi gözleriyle Madam Mika, anam; bir memesini ben soğururken ötekini emen Veronika bacım olmuş. Tanıyıp bilmeyenler, Veronika ile beni ikiz sanırmış. Günler geçeler birbirini kovalamış, hiç dur durak bilmeyen zaman: Beni, geceden kara, kıştan soğuk, bilinmezlerin kol gezdiği, komşunun komşuyu boğazladığı bu günlere getirmiş.

              Mika anam ve beni sevenler: Hayata, başkaca baktığımı; etrafımda olup biteni hızla kavradığımı, umudumu hiç kaybetmediğimi, meraklı olduğumu, yaptığımın işte dişimi tırnağıma taktığımı; ağaca, kuşa; dağa, tarlaya; denize, balığa tutkun olduğumu söylerler. Dediklerine göre mavi bakar, yaşananlara rağmen mavi severmişim… Size, yaşanır hale getirmeye çalıştığım küçük dünyamdan bahsetmek isterim: Babam ve onun kadar sevdiğim Artin Usta, her şeyimdir. Üstüdan-ı Matbah-ı Has olmayı beklemekten sıkılan ve saray mutfağını bırakarak Bandırma’ya gelen o günlerin Artin Kalfası ile babam, Sultan İkinci Abdülhamit’in tahta çıkışı şerefine dikilmiş ‘cülus’ anıtının arkasında ‘Matbah’ isimli bir lokanta işletmeye başlamışlar. Nasıl başlamışlar, nerede ve hangi ortamda tanışmışlar bilmem. Ele avuca gelip, Mika anamın kucağından, babamın bana hem analık hem babalık yapmaya başladığı günlerden beri her sabah bu lokantaya gelir, akşam eve giderim. Ayrıca, Artin Usta’ya yamaklık eder, bulaşıkları yıkarım. Tabakları, sahanları, kaseleri kuruladıktan ve tezgah rafına dizdikten sonra dükkanın deniz tarafına dizdiğimiz masaların önünde, “En güzel kavurmalar bizde…” diye dolanır, vapur saatlerinde iskeleye koşar; “Matbah’a buyurun, Matbah’a buyurun! En taze, en lezzetli yemeklerimizin tadına bakmayı unutmayın. Matbah’a buyuruuun!” diye müşteri toplamaya çalışarak çığırtkanlık yaparım.

                Müşterilerimizin çoğu, İstanbul’dan İzmir’e gidenlerden ya da İzmir’den İstanbul’a geçenlerden olduğu için günün en taze haberlerini önce biz öğreniriz. Harb-i Umumi’den yenik sayılarak çıktığımızı, Memalik-i Osmaniye’nin paramparça olacağını da gelen giden müşterilerimizden öğrenmiştik. Şehirde yaşayan bütün Türkler gibi tedirgin ve gergindik.

                  Bin dokuz yüz on dokuz yılının on beş Mayıs günü, İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgal edildiği haberi Bandırma’da dalga dalga yayıldı. Yerli Rumların bir kısmı, zafer takları kurdular.

Caddeleri Yunan bayrakları ve Venizelos’un resimleriyle süslediler. Yetmedi, körfezde ne zaman bir vapur dumanı görünse: “Zito Venizelos, Zito Venizelos!” bağrışmaları ile sahile koşmaya başladılar. Yunan askerinin birkaç gün içinde buralara kadar gelmesinden korkan Türk aileler, dağ köylerine göçmeye başladı. Babam, bekleyip görmekten yanaydı.

                    Padişahımız Efendimizin ve Damat Ferit’in kendilerinden başka kimseyi düşünmediklerinin dilden dile dolaştığı günlerde: Harbiye Nezaretinde görevli az sayıda paşanın, ülkenin bölünüp parçalanmasına, Anadolu’nun İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan çizmeleri ile ezilmesine karşı olduğu, bu nedenle yurtsever subayları Anadolu’ya göndermeye başladığı konuşuluyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı haberleri geliyordu.

                    Yirmi bir mayıs akşam saatlerinde, biri şakaklarına kır düşmüş yaşlıca, diğeri daha genç iki subay yemeğe geldiler. Yaşlıca olanın, bir kulağından diğer kulağına kadar kafasının üzerinden bir çizgi var sayılsa, ön tarafı saçsız olan kel bir kafası; dudaklarının üzerinde, yanaklarından elmacık kemiklerine doğru burulmuş fırça gibi sert bıyıkları; etrafı dikkatle inceleyen kararlı bakan gözleri vardı. Genç olanı onu kolluyor, kendi davranışlarını onun ağzından çıkacak sözlerle belirleyecekmiş izlenimi veriyordu. Masalarına taze somun ekmek ve bir sürahi su götürdüm. Yaşlı olan, “Senin adın ne?” diye sordu. “Çakır, bana herkes Çakır der,” dedim. O an babam yanımda bitti, omzumdan tutarak sanki bundan sonrasını bana bırak der gibi yana doğru çekerek: “Hoş geldiniz,” dedi. Yaşlıca olan: “Hoş bulduk, diyemeyeceğim. Öğlenden sonra Gülnihal vapuru ile geldik ve şehri dolaştık. Bu ne hal? Bu Yunan bayrakları, zafer takları, Venizelos resimleri niçin? Nerde bu şehrin Türkleri?” diye sordu. Babam boynunu bükerek, çaresizlik içindeki insanların tedirginliği ile: “İstanbul’dan gelen gazetelerde Padişahımızın ve Şeyhülislam’ın Yunan’a karşı olmadığı okuyan, şu karşı tepede bulunan askerimizin (61. Tümen) kımıldamadığını gören ahali ne yapabilir beyim?” dedi. Subaylar, bir an için gözlerini yere eğdiler. Yaşlıca olan: “Sen, nerelisin?” diye sordu. Babamın, “Manyas” demesi ile bir an için irkildi. “Manyas’ın neresinden?” “Dümbe Köyü’nden,” cevabını alınca hem şaşırdı, hem heyecanlandı. Yüzünde beliren geniş bir gülümseme ile: “Hele yanımıza otur bakalım,” dedi. Müşterilerle sohbet etmeyi alışkanlık haline getirmiş babam, yanlarına oturdu. Kendisine sorulacaklara hazırmış da, soruları bekleyen birisi gibi adamın yüzüne bakmaya başladı. Adam: “Çerkezsin yani?” “Evet, bin sekiz yüz yetmiş sekiz’de Kafkaslardan gelmişiz.” “Köyden, ben yaşlarda Hasan diye birini tanır mısın? Bir zamanlar ‘Elburz’un Hasan’ derdik.” “Tanırım elbet. O şimdi Bandırma’nın zenginlerinden.”

“Birini gönderip onu çağırtabilir misin?” Babam, “Kim çağırıyor, Hasan Bey’i?” diye sorunca adamın yüzü aydınlandı, keyiflendi, babamın omzuna kolunu attı, huzurlu ve yumuşak bir sesle: “Hemşerim benim… Bekir Sami, Manyas Dümbe doğumlu, Gübzeç Hasan Beyi’n oğlu Miralay Bekir Sami desinler,” dedikten sonra konuşmasına devam etti: “Hasan, benim rüştiyeden sınıf arkadaşım. Ben, Bursa İdadisi’nden Harbiye’ye gidince yollarımız ayrıldı, göreyim isterim. 17. Kolordu Kumandanlığı’na vekaleten atanmış, buradan Manisa’ya geçecekmiş de, deyiversinler,” dedi. Babam, Hasan Bey’e gitmem için işaret edince hareketlendim. Genç subay, “Müsaade ederseniz ben de gideyim,” diyerek masadan kalktı. O genç subayla yol boyu konuştuk. İsminin Selahattin, rütbesinin Yüzbaşı olduğunu, Bekir Sami Bey’in Felahiye Kahramanı olarak tanındığını anlattı. Manisa’ya gideceklermiş. Neden gittiklerini sordum. “İzmir’i geri almak için,” dedi.

                 Matbah’a geri döndüğümüzde, Artin Usta ve babam yemekleri masaya koyuyorlardı. Yüzbaşı Selahattin , Bekir Sami Bey’e: Hasan Bey’in ağabeyi ile görüştüğünü, kendisinin Bursa’dan yarın geleceğini anlattı. Babam da beni, burada kalacakları sürede kendilerine yardımcı olmak için görevlendirdiğini söyledi. Yemekler yendi, çaylar içildi. Geç saatlere kadar ülkenin içinde bulunduğu durum ve nelerin yapılması gerektiği konuşuldu. Miralay Bekir Sami’nin inaçlı ve kararlı sözlerinden etkilenmemek mümkün değildi. Katıksız bir yurtsever olan babamın gözlerindeki kaygılı bakışlar dağılmış, yerini umut ve mücadele azminin pırıltıları almıştı. Biz, dükkanı kapatırken onlar da otele doğru gittiler. Eve giderken babamla hiç konuşmadık. Yunan bayraklarını ve Venizelos’un resimlerini görmemek için başımızı kaldırmadan yürüdük.

                  Yirmi iki Mayıs sabahı, erken saatlerde Artin Ustanın hazırladığı kahvaltılıklarla han bozması otele gittim, Yüzbaşı Selahattin’i buldum. Hazırlanmıştı: “Hoş geldin Çakır,” dedi. “Hoş bulduk Yüzbaşım, size kahvaltı için bir şeyler getirdim.” “Masanın üzerine koy. Ben, kumandana haber vereyim.” Yatağını toplamış, odasına çeki düzen vermişti. Elimdeki çıkının içinden bir tepsiye dizilmiş: Adam başı iki haşlanmış yumurta, bir kase bal, bir kase yağlanmış zeytin, dört çiğ börek ve bir sürahi ayran çıktı. Masaya yerleştirip kenarda beklemeye başladım. Az sonra geldiler, Bekir Sami Bey odaya girer girmez bana baktı, “Zahmet etmişsiniz…” dedi. “Afiyet olsun efendim,” dedim. Karşılıklı oturup, iştahla kahvaltılarını ettiler. Kumandan, “Selahattin, 61. Tümen Kumandanı’nı ve Kaymakam’ı getir.” dedi. Yüzbaşı, “Başüstüne kumandanım!” dediği an, masanın üzerindeki tepsiyi toparlayıp çıkın yapmıştım bile…

                  61. Tümen kumandanı Yarbay Rafet Bey’in odasına vardığımızda Yüzbaşı bana kapının önünde beklememi söyledi. Kapıyı açık bırakarak içeri girdi. Konuşmalarını duyuyordum. Yüzbaşı: “17. Kolordu kumandanı Bekir Sami Bey oteldedir, sizi görmek istiyor.” dedi.

Tümen kumandanı: “Beni görmek isteyen makamıma gelir, görür” deyince, Yüzbaşı Selahattin’in ses tonu değişti ve kararlılığını ifade eden tok bir sesle: “Sizi, Kolordu Kumandanı’na götürmek zorunda olduğumu biliyorsunuz. Telaşınız gereksizdir,” dedi. Padişah yanlısı Yarbay Rafet’in yapacak bir şeyi kalmamıştı. Bizimle otele geldi, Bekir Sami Beyin odasına girdi. Bekir Sami Bey, yerinden kalkmadan ve Yarbaya ‘oturun’ demeden, sert bir dille: “Size, 17. Kolordu Kumandanlığı’na atandığımı yazmıştım. Burası Türkiye’dir. Burada sadece Türk Bayrağı dalgalanabilir. Bunun dışında başka bir bayrak asılmasına, sallanmasına, izin vermek alçaklıktır. Şimdi şehre asılmış Yunan bayraklarının tümünü indirecek, zafer taklarını yıkacaksınız. Karşı koyan olursa, öldüreceksiniz. Size üç saat süre veriyorum. Aksi halde sizi ben öldüreceğim. Haydi görev başına!..” dedi. Takların yıkımı, bayrak ve resimlerin indirilmesi işlerinde Bandırmalıların askerlere yardımı karamsar bulutları dağıttı. İnsanlar moral buldu. Yapabileceklerini gördü. Birkaç saat sonra bayraklar inmiş, taklar sökülmüştü. Aynı saatlerde Kaymakam Bey geldi. Miralay, aynı kararlılıkla: “Öğle namazından sonra halka konuşacağım. Siz de memurlarınızı ve eşrafı alarak gelin!” dedi.

                            Yeleklerinin altındaki dik çizgili veya beyaz yakasız gömleklerini, pantolonunun içine; pantolon paçalarını beyaz yün çorapların içine sokmuş, ayaklarındaki çarıkları deri bağlarla bacaklarına bağlamış; beline geniş yünlü kumaş dolamış yüzlerce adam, namaz çıkışı Haydar Çavuş Camii’nin bahçesinde onun konuşmasını bekliyordu. Bekir Sami Bey: “Müslümanlar,” diye başladı. Halkın gücünü ve yapılması gerekenleri bir bir anlattıktan sonra: “Eğer bu camide çan görmek istemiyorsanız, palikaryaların ailelerinizi koynuna almasına izin vermeyecekseniz haydi silah başına! Bu gün ne hükümet kalmıştır ne de devlet. Devlet de sizsiniz, hükümet de sizsiniz. Ya düşmanları öldüreceğiz, bu vatan bize kalacak; ya biz öleceğiz bu vatanı alanlar burada tek bir Türk bulamayacak. Her yabancı bayrak düşmandır. Yırtın ve yakın!” diye konuşmasını tamamladı. Sarıklı bir hocanın ezan okuyup, selat vermesi ve salavat getirmesi ile kalabalık coştu. Bir an kalabalığın içinden biri, Bekir Sami Bey’ sokuldu ve Yüzbaşı’nın araya girmesine meydan bırakmadan Miralay’a sarıldı. “Kardeşim, hoş geldin. Ben, Hasan…” dedi. “Eşyalarınızı eve taşıttım, Reşit Bey’e haber saldım, buyurun gidelim.” Bu adamı görmekten Miralay çok memnun görünüyordu. Yüzbaşı, bana döndü: “Çakır, sen de bizimle geliyorsun.” dedi. Hasan Bey’in evinde Reşit Bey’in eniştesi ile görüşülebildi. Bekir Sami Bey, yarın Manisa’ya hareket edeceğini, toplayabildikleri kadar silahlı adamla kendilerine katılmalarını istedi.

Milli Direnişin direği Kuva-i Milliye kentimizde de örgütlenmeye başlamış, Redd-i İlhak Cemiyeti kurulmuştu.

                      Bekir Sami Bey, Manisa’ya yola çıkmadan önce Matbah’ta, babama: Bandırma’nın işgal edilmesinin kaçınılmaz olduğunu, lokantanın açık kalması için bana ihtiyaçları olmadığını ve dükkanın bir haberleşme noktası olarak çok işe yarayacağını, benim ise Anadolu’nun içlerine (Afyon

Cephesi’ne) gönderilmem gerektiğini anlattı. Belli ki, beni çok yakın gördüğü çatışmalardan uzaklaştırmak istiyordu. Babam, durumu kavramış, gözyaşlarını belli etmeden başıyla tamam demişti. Ona bakıyordum, ellerinin titrediğini saklamaya çalışıyordu. Gözüm “Sen ne diyorsun?” gibilerden Artin Usta’ya kaydı. Artin Usta: “Çakır, bizi merak etme. Techir’de baban bana nasıl sahip çıktıysa, bu günlerde de ben ona sahip çıkacağım,” dedi. Miralay: “Çakır, sen ne diyorsun?” Yüzbaşı Selahattin’in yaptığı gibi ayaklarımın topuklarını birleştirerek, ellerim iki yanda hazır olda durmaya çalıştıktan sonra, “Emredersiniz kumandanım,” dedim. Beni, tepeden tırnağa süzdükten sonra gülümsedi…

                        Yüzbaşı Selahattin ile tümene gittik. İç donuma kadar her şeyi verdiler. Giyinip kuşandıktan sonra başıma bir de şayak kalpak taktım. Dış görünüşümle, silah dışında her şeyim tam bir asker; ruhum ve aklımla katıksız bir “Kuvvacı” olmuştum. Bu kıyafetle Matbah’ döndük. Babamla ve Artin Usta ile sarılıp helalleştik. Onlar dükkanda kaldılar. Miralay Bekir Sami, Yüzbaşı Selahattin ve ben istasyona gittik, Manisa’ya doğru yola çıktık.

                      Vardığımız her istasyonda Yunan bayrakları asılıydı, konuştuğumuz insanlar: “Hükümet bir şey yapmazsa bizim Yunan’a itaatten başka çaremiz yoktur,” diyorlardı. Bu kabullenişin sebeplerinden biri ve en önemlisi: “Yunan ordusu, Padişahın emriyle geliyor. Sakın hürmette kusur etmeyin,” bildirileriydi. Az sayıda yurtsever bir araya gelmeye, derlenip toparlanmaya çalışıyordu. Bekir Sami Bey, beni yanına çağırarak: “Çakır, ilk görevin Birinci Ordu Karargahı’nda Miralay Kemalettin’i bulmak ve bu mektubu kendisine vermektir” dedi, “Başüstüne kumandanım,” dedim. Yüzbaşı Selahattin, biletimi elime tutuşturdu. Ankara’ya gitmekte olan bir grubun yanına katarak İzmir’den gelip Ankara’ya gitmekte olan trene bindirdi.

                        Gittiğim yerde eğitildim. Yoktan var edilen bir ordunun, gözünü budaktan esirgemez usta neferlerinden oldum. Yiyeceğimiz, silahımız, cephanemiz kısıtlıydı ama huzur ve barış içinde yaşanacak, özgür bir vatan inancımız tamdı. Tek hedefimiz: “Ya istiklal, ya ölüm!” olmuştu.

                        Bin dokuz yüz yirmi iki yılının, yirmi altı Ağustos sabahından başlayarak: Postu, Afyon ovasına sermiş Yunan askerleri üzerine, bozkırın harmanlarından rüzgara karışmış saman sarısı bir fırtına gibi çöktük. Komutanları esir olan haddini bilmez vahşi orduyu, tutunduğu her daldan koparıp, girdiği her kovuktan çıkarıp; köylerden, kasabalardan, şehirlerden söküp; on beş gün boyunca İzmir’e kadar kovaladık.

                         Bandırma’ya, trene binip yola çıktığım günden, üç yıl sonra dönebildim. Takvim, yirmi üç Eylül’ü gösteriyordu. Şehir, harabelik gibiydi, yakılıp yıkılmıştı. Haydar Çavuş Camii patlatılmış ve kundaklanmıştı. Matbah, moloz yığınına dönmüştü. Caddeler, sokaklar; dükkanlar, evler perişandı.

Eve koştum, sokağa yıkıntıları aşıp giremedim bile… Babamı, cenazeleri toplayan ve gömen bir grubun içinde buldum, şaşırmıştı. Elini öptüm, yüzüme hasret ve sevgiyle bakıyordu, gözyaşları sel olmuş, çökmüş yanaklarından yere akıyordu. Kucaklaştık… Epey bir zaman tek kelime etmeden birbirimize sarılı sağa sola sallandık, sonra toprağın üzerine oturduk. Artin Usta’yı sordum. Yumruklarını sıkarak: “Anzavur alçağı katletti, bir de Çerkez olacak… ” dedi. “Allah, onun da belasını verir.” dedim. “Verdi,” dedi. Çırılçıplak ağaçlara asılmış genç kızları, karnı yarılmış hamile kadınları, yanmış ihtiyarları gören kuru gözlerimden akan yaşlara mani olamıyordum. Mika anamı ve Veronika’yı sordum. “Dün gömdük,” diyebildi ve ekledi: “Yunan donanmasının, hedef gözetmeden şehre attığı top mermilerinin yerle bir ettiği yıkıntılar arasından çıkardık, parçalanmış ve yanmışlardı. Organlarını bir araya getirirken aklımda hep sen vardın. Sağ salim dönmen için çok dua ettim.”

Titreyen elleriyle uzandı, yüzümü avuçlarının içine alarak, gözyaşlarımı sildi, sarı saçlarımı okşamaya başladı, “Çakırım!.. Şükürler olsun, seni bana bağışlayana…” dedi.

SÜHA ORAL - BANDIRMA -18/09/2019