Göz Görse, Akıl Bilse
Yüz bir yıl geriye gittiğimizde: 26 Ağustos 1922 sabahı, tırnaklarla kazılan siperlerin toprak duvarına yaslanmış ‘şayak kalpaklı’ Anadolu çocukları fırlayıp şehadet şerbeti içebilmek için düşmanın üstüne koşmaya hazırdılar. Başkomutanı ‘Sarışın Kurt’ olan orduya komuta eden kurmaylar 9 Eylül’e kadar ‘ya istiklal ya ölüm’ diyerek, kara günlerin kararıp kalmasına engel oldular. Saygı ve minnetle anıyoruz.
“Sakarya’da savaş yapılmadı”, büyük taarruzda “Keşke Yunan galip gelseydi” diyenleri unutmadan; iki kişinin, iki cümlesini söylendiği zamanın şartları ve sonrasında yaşananlara bakalım.
1-) İstanbul, işgal altındadır.
Anadolu’ya ordu müfettişi olarak gönderilen Mustafa Kemal, kukla padişah Vahdettin tarafından geri çağrılınca, çalışmalarına sine-i millette (milletin bağrında) ferd-i mücahit (savaşçı kişi) olarak devam etme kararı alır. Sarayın karşı hamlesi, 30 Temmuz 1919 tarih ve 2733 sayılı şifre ile Kazım Karabekir’e gönderilen tutuklanma emri olur.
Cevat Abbas, Rauf Orbay ve Mustafa Kemal’in Erzurum’da kongre için çalıştığı odaya girerek, Kazım Karabekir’in bir bölük askerle gelmekte olduğunu söyler. Mustafa Kemal, emrin yerine getirilmek üzere gelindiğini düşünür, ama ‘Şark Fatihi’ olarak anılacak olan Kazım Karabekir, “Paşam, dün olduğu gibi bugün de bütün kolordumla emrinizdeyim. Sizi koruması için bir bölük asker getirdim.” der.
Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasında önemli kilometre taşı olan bu cümleden sonra yurtseverlerin özverili mücadelesi, kanı, canı ile harman olan bu topraklar üzerinde Türkiye Cumhuriyeti kurulur.
Saltanat ve hilafet kaldırılır.
Din ve devlet ilişkileri birbirinden ayrılır.
Okuma yazma oranı hızla artar.
Adalet sistemi değişir.
Yollar, köprüler yapılır; barajlar, fabrikalar kurulur.
Seçme ve seçilmede eşitlik sağlanır.
Tarıma üretime gereken önem verilir; Türkiye, dünyanın kendi kendine yeten birkaç ülkesinden bir olur.
*
2-) Cumhurbaşkanı, TBMM’de partilerin uzlaşması ile milletvekilleri tarafından seçilmekteydi.
‘Halkın siyasi sürece daha fazla katkı sağlaması ve demokratikleşmenin ilerlemesi’ amacıyla (ki, olacakların üzeri bundan daha iyi örtülemezdi) yapılan anayasa değişikliği sonrasında ilk olarak 2014 yılında doğrudan halk tarafından seçilmeye başlandı.
2016 yılına gelindiğinde; Cumhurbaşkanı’nın, aldığı kararları ve ülkeyi idari etme biçimini Anayasa’ya uygun bulmayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli,
“Cumhurbaşkanının: Anayasa’nın vermediği yetkileri kendisinde hak gördüğünü, tarafsızlığına gölge düşürecek şekilde hareket ettiğini ve yetkisini aştığını, fiilen hükümet başkanı gibi hareket ettiğini, yasa ve anayasal sınırlarına çekilmesini ya da fiili durumun hukuki boyut kazanabilmesinin yol ve yöntemlerinin süratle aranması gerektiğini,” ifade ediyordu ki bu sözler:
“Cumhurbaşkanı ya Anayasa’ya uymalı ya da Anayasa Cumhurbaşkanı’na göre değiştirilmelidir,” demek oluyordu.
Ve 2017 yılında yapılan anayasa referandumu ardından “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adıyla Türkiye’ye özgü ‘başkanlık – tek adamlık’ yönetimi başladı.
Meclis, ikincil plana itildi.
Ortak akıl yerini ‘Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla’ cümlesine bıraktı.
Anayasa gereği bağımsız olması gereken kurumlar Cumhurbaşkanı’na bağlandı.
‘Nas’ gibi inanç temelli değerler, ekonominin belirleyicisi oldu.
Paramızın değeri düştü, arka kapı politikalarıyla dolar kuru düşük tutulmaya çalışıldığı için enflasyon çıldırdı.
“Faiz sebep, enflasyon sonuç,” anlayışı ile zam yağmuru başladı.
Ücretler ne kadar artırılırsa artırılsın halk geçinemez oldu.
Hukuksuz tutuklamalar gündemin ana maddeleri haline geldi.
Laiklik ve demokrasi yara aldı.
Borç bulmaya beceriklilik, çalışmadan kazanmaya uyanıklık denmeye başlandı.
İftira ve mesnetsiz suçlamalar, adalet bekleyenlerin kâbusu oldu.
Hazineye para bulmak için her kapı çalındı. Ülke, gri listeye girdi.
Emekli maaşlarına yapılacak “refah payı” bile yasada yerini almayıp “takdir” eden makamın iki dudağı arasına bırakıldı.
**
Hiç merak ettiniz mi; Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’i tutuklasa veya Devlet Bahçeli, 2017 Referandumunda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine hayır dese ne olurdu? Siyasi tarihimiz nasıl şekillenirdi ve bugün ne konuşuyor olurduk?
Kuşkusuz, “Şöyle olurdu, böyle olurdu…” diyenler olacaktır. ‘Ne konuşurduk?’ sorusunu bilgi birikimleri ve siyasi angajmanları kadar cevaplayacaklardır.
Biz, bir atasözünü yazarak noktalayalım.
“Göz odur ki dağın arkasını göre, akıl odur ki başa geleceği bile…”
23-08-2023/ SÜHA ORAL /TATLISU