Cadı Avı

CADI AVI

2019 yerel seçimlerinden sonra özellikle HDP’nin seçim kazandığı yerlerde bitmek bilmeyen bir başkan avı başladı. Başkanların görevden alınmalarında öne sürülen ortak payda terör örgütü ile işbirliği ve/ veya organik bağlarının oluşu. Bu suçlama dâhilinde hemen hemen bütün HDP’li Belediye Başkanları görevlerinden alındı yerine Valiler Kayyum olarak atandı. En son Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen’in yerine atanan Vali şükür namazı çağrışımı yaparcasına Cuma namazını belediyenin önünde kıldı. Ne diyelim Allah kabul etsin.

Bütün dertlere deva olacağı iddia edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminden bu yana her şey kötüye gidiyor. Ekonomi iflasta, Sağlık Bakanının salgın açıklamaları şüpheli, turizm dibe vurdu, Yavuz Zırhlısı Antalya’ya çekildi vesaire vesaire.. Ama en kötüsü ve en önemlisi hızla birbirimize yabancılaşıyoruz ve ayrışıyoruz. Bir dönem “Analar Ağlamasın”, “Barış Süreci”, “Akil Adamlar Projesi” gibi içi boş popülist politikalarla güçlendirilmeye çalışılan yurttaşlık ve birlikte yaşama bilinci bu aralar hızla sabote ediliyor. Selahattin Demirtaş’la başlayan süreç ilçe belediye başkanlarına kadar indi. Adeta HDP’ye karşı bir cadı avı başlatıldı. Yüksek Mahkeme kararları yok sayılıyor. Uluslararası Mahkeme kararları yok sayılıyor.

Beyler! bu gidiş gidiş değil. Bu gidiş ne size ne de ülkeye huzur getirir.

Öncelikle bir tespit yapalım. Bugün ülkemiz nüfusunun yaklaşık 25-30 milyonu Kürt’lerden oluşuyor. Bu nüfusun, yaklaşık 10 milyonu seçimlerde HDP’ye oy vermiş yurttailarımız. HDP bugün mecliste üçüncü büyük parti. Ancak iktidar tüm bu gerçekleri görmezden gelerek kendi ittifakına oy vermeyen, özellikle Kürt, yurttaşları terörist damgasıyla yaftalamaktadır. Hele ki HDP’nin kazandığı bütün seçimlerde oy kullanan yurttaşlar bu sıfata layık görülmektedir. Bundan daha kötü nasıl bir ayrıştırma ve suçlama yapılabilir?

Türkiye ilk şansını Erdal İnönü döneminde, dönemin HEP milletvekillerini Meclis bahçesinde karga tulumba gözaltına alınmasıyla kaybetti. O dönem yürütülen linç kampanyası sonucu tutuklanan ve cezaevinde yatan Leyla Zana ile yıllar sonra şimdiki Cumhurbaşkanı “faydalı” diyaloglarda bulundu. O diyalogların sonucu olmalı ki önce inkar edilen oysa bugün artık herkesin bildiği, Oslo görüşmeleri, sonrasında Kandil’e gönderilen HDP milletvekilleri, her hafta yapılan İmralı toplantılarının sonucu Dolmabahçe Mutabakatıyla bitti. Abdullah Öcalan’ın yazdığı mektup Diyarbakır Meydanında bir barış manifestosu olarak okunurken herkes halinden memnundu. Yine Habur’da çadırdan kurulu mahkemelerde eşi görülmemiş bir hızla yargılamalar yapılıyor ve karar veriliyordu. Her akşam deyim yerindeyse her kanalda “Barış Süreci”nin mimarları boy gösteriyor Öcalan’a güzellemeler düzülüyordu. Selahattin Demirtaş “Seni Başkan Yaptırmayacağız” dedikten sonra her şey birden tersine döndü.

Merakım şu; bütün bu süreçte acaba kim kimi kullandı? Şimdi Yüce Allah’tan kimin için af dileyelim?

Olmuyor beyler olmuyor. Kana irine doymuş bu topraklara artık huzur, hoşgörü, sevgi, kardeşlik, adalet, özgürlük, iş, ekmek egemen olsun. İnsanca omuz omuza bir yaşam egemen olsun.

Üstünden 6 yıl geçmiş Kobani olaylarını gerekçe gösterip bugün Belediye başkanlarını görevden almak hangi hukuka, hangi vicdana sığar? Eğer bütün mesele geçmişteki sürecin hesaplaşmasıysa Yalçın Akdoğan, Efkan Ala, Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere Mit Başkanı Hakan Fidan ve daha birçok siyasetçi ve bürokrat niye elini kolunu sallaya sallaya geziyor? Daha bir yıl önce kırmızı bültenle aranan Osman Öcalan’ı TRT’de konuşturanlar hakkında açılan idari soruşturma da “meslek hatası” olarak görülen en hafif deyimle aymazlığa ne demeli?

Daha birkaç ay önce yaşadığım bir olayı paylaşmak istiyorum. Diyarbakır’dan, Urfa’dan Nisan sonunda çıkmış mevsimlik işçilerle Ağustos sonuna doğru yolum kesişti. İçlerinde 15 yaşından 50 yaşına kadar her cinsiyetten, okulunu bırakmış olanından tutun üniversite okuyanına kadar geniş bir profil vardı. Bu arkadaşlara geldiklerinin ertesi günü tarlada ziyaret ettim. Kendilerine “hoş geldiniz” dedim. Hoş bulduk dedikten sonraki ilk tepki; “siz kimsiniz?” oldu. Bende bir çalışan olduğumu söyleyip neden sorduklarını merak ettim. Aldığım yanıt ne kadar uzaklaşmış olduğumuzu gösterdi. “Abi, bu güne kadar hiç kimse bize hoş geldiniz demedi. Sen sorunca çok şaşırdık, herkes bize kötü gözle bakıyor, küçümsüyor ya da suçlu görüyor” dediler. Bu yanıt benim için çok sarsıcı olmuştu. Biz ne ara kardeşlikten insanlıktan bu kadar uzaklaştık?

Bu anlayış en başta terör örgütünün, sonra Kürt ırkçılarının ve sonunda Türk kafatasçılarının bu topraklara yaptığı en büyük kötülüktür. Elbette ulusal bütünlük, ortak vatan, birlikte yaşam için gerekli önlemler alınmalı. Elbette devletin bütünlüğü sağlanmalı. Ona yönelik tehlikeler cezasız kalmamalı. Ama bunu yaparken yabancılaşmamalıyız.

Uğur Mumcu’nun "Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de, demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline tek bir taş bile konmuş olamaz. Unutmayalım ki "cesur bir kez, korkak bin kez ölür". Önemli olan, insanın böyle bir toplumda "mezar taşı" gibi suskunluk simgesi olmamasıdır" tespitini herkes bilir. Bilir ama üç maymunu oynar. Bu bilinci yerleştiremediğimiz sürece ve bunun için mücadele etmediğimiz sürece korkarım her geçen gün daha çok yabancılaşacağız.

Oysa hemen yanı başımızdaki coğrafyalar bize şunu göstermektedir; her türlü etnik kimliği bir kenara bırakıp önce İNSAN olduğumuzu hatırlayıp ortak vatanda ortak yaşama iradesiyle kucaklaşmaya, dayanışmaya, kardeşliğe ihtiyacımız var. Yabancılaşmaya değil.

Cevdet Ayan/ 04-10-2020/BANDIRMA